16 Ağustos 2015 Pazar

Din, Dindarlık Ve Şirk Üzerine

Dindarlık, şeriatçı şiddetin, dünyayı daha önce hayal bile edilmemiş bir bicimde tehdit ettiği şu günlerde , üzerinde kesinlikle ciddiyetle düşünülmesi gereken bir olgu.

Belki daha önce bir kere daha dinin doğasına bakmak yararlı olacaktır.
Din,insanın Tanrı'ya yönelen inancından beslenen ve doğrudan bu inancı ipotek altına alan bir kurumdur.

Din,içinde Tanrı yerine konuşan insanların otoritesini taşıyan bir kurumdur. 

Dinin içindeki insan otoritesi, ruhbanlıkla ortaya çıkar. Genellikle İslamiyet'te ruhban sınıfının olmadığı söylense de insanların hayatlarına fetvalarıyla yön veren , böyle geçinen ve bu yüzden de "sıradan" Müslümanlardan farklı ve üstün sayılan bir sınıfın var olduğu kesindir ki bu da açıkça ruhbanlıktır. 

" Allah indinde, üstünlük takvadadır" ayeti ruhbanların din kurumunun profesyonelleri olmalarından kaynaklandığı düşünülen " doğal" üstünlüklerinin kaynağı olarak görülür. Dolayısıyla din profesyonelleri  düşük dereceli peygamberler gibi addedilirler.

Burada asıl önemli nokta, din kurumunun, onu bir kurum yapan ruhban  unsuru yüzünden, aynı inancı paylaşan insanlar arasında bir "üstünlük" kıyaslamasına yol açmasıdır.

Üstünlüğün "Allah indinde" olmasının üstünlük kıyaslamasının kullara kapalı (ve hatta Allah'ın ortaksız kudretinden dolayı yasak olduğu) düşünülmemiştir. 

Mukayesenin "Allah indinde" yapılıyor olması insanın bu konuda bilgisiz olması gerektiği anlamına gelir.

Allah mukayese makamı olarak kendisini gösterdiğinde, tevhidin gereği olarak bu üstünlük mukayesesinde kimsenin ona ortak olamayacağı açıkça anlaşılabilir.

Oysa din içinde oluşan ruhban sınıfının kendisiyle beraber getirdiği "üstünlük" de bu ayetle açıkça çelişmektedir.
İş ne yazık ki sadece ruhbanların üstünlüğünden ibaret olarak kalmamaktadır.

" Üstünlüğün" ruhbanlarla ilişkilendirilmesi onu, Tanrı'nın takdirinden alıp insani değer yargılarının sahasına indirmiştir.

Böylece "takva", din profesyonellerinin, mükemmel olduğu düşünülen dini mevzuat  birikimlerinin bir sonucu sayılmıştır. Böylece insanlar bir Müslüman'ın takvasının "gözlenebilir"bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştır.

Böylece takvanın kendisine yöneltildiği tek ve gerçek mukayese makamı unutulmuştur.
Takvanın insanlarca gözlenebilir bir şey sanılmasından sonra "dindarlık" ortaya çıkmıştır.

"Dindarlık" bütün bir hayatın, içinde ruhban egemenliğinin hüküm sürdüğü dolayısıyla "üstün Müslümanlara" uyulması mecburiyetini taşıyan, din kurumuna göre tam ve eksiksiz düzenlenmesi demektir.
Üstünlük bir kez ruhban ile ortaya çıktığında, aynı zamanda diğer Müslümanlar arasında ruhbana takva açısından yaklaşabilmek rekabetini başlatır.

Peki ama bunun , inancın özüyle ne ilgisi vardır?

Bunun, Tanrı'nın varlığına ve birliğine inanmakla hiç bir ilgisi yoktur.
Dindarlık, diğer  insanlara göre Allah'tan daha fazla korktuğunu, insanlara göstermeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla dünyaya Müslüman olduğunu belli etmek, aslında bir kimlik ibrazından daha fazla bir şeydir.

Dünyaya Müslüman olduğunu göstermek aslında, diğer Müslümanlara " gerçek Müslüman'ın " ve dolayısıyla Allah indinde kimin üstün olduğunu göstermek çabasıdır.
İnsanlar arasında, yalnızca Allah'a özgülenmiş bir değerlendirmeyi yapmaya kalkmak ve böyle bir değerlendirmeye sebep olmaksa herhalde ancak "Şirk " olarak tanımlanabilir.
Buradan şunu çıkarabiliriz:

Dindarlık, bir inanç konusu veya gereği değildir. Dindarlık, Tanrı yerine konuşan "üstün" insanları birer otorite makamı saymak ve onların emirlerine uymakta yarışmaktan ibarettir.
Dinlerin eninde sonunda şiddete ve ayrımcılığa yol açmaları da bundandır.

Dinin toplum hayatına müdahalesi engellenmezse o yalnızca yüce bir inancı sömürmekle kalmaz; "daha dindarın" mutlak iktidarına varıncaya kadar pek çok Müslüman'ın yok edilmesine de sebep olabilir.

7 Ağustos 2015 Cuma

Şehirlere Sızan Etnik Terör Ve Kürt Etnik Bilinci


İki, üç yıl öncesine kadar terör, nispeten sınırlı ve kimliksiz bir mahiyetteydi.  Bölücü terörün sınırlılığı dağlarda barınmasındandı.

Bölücü terör  yine Kürtler adına yürütülüyordu ama şehirlere nüfuz edişi  en azından sınırlı  görünüyordu.

Dağlar yalıtılmış yerlerdir. Dolayısıyla dağa çıkan adam toplumdan yalıtılmayı peşinen kabul etmiştir.  Dağlar, kendi başlarına yaşamak, sorumluluk almak istemeyen, kanunlarla bağlanmaktan kaçanların sığındıkları yerlerdir. Dağlar ancak şiddetin ve başkaldırının sahipleri için güvenlidir. Bu şiddet bir  nefs-i müdafaa için de olsa dağların  erişilmezliğinin cazibesi değişmez.

Oysa şehirler insanların gönüllü olarak birbirleriyle karıştıkları,  iletişime ve etkileşime en açık yerlerdir. Bu yüzden şehirlerde insanlar öncelikle birbirlerine karşı nazik davranır ve   varlıklarına karşı muhtemel bir saldırı olmaması için daha en başta bireysel olarak  kurallara uymak ihtiyacı hissederler. Bu karşılıklı ve ancak nezaketle ortaya konan dokun-ul-mazlık  anlaşması ile karmakarışık bir ilişkiler ağı içinde hayat, güvenle sürdürülür.

Terör örgütlerinin  arzusu toplumun genelinde yaygı bir korku dalgası yaratarak  taleplerini kabul ettirmektir. PKK da toplumun genelinde bir korku ve yılgınlık yaratmak istiyor. Halkın genelinde meydana gelecek  bu yılgınlığı da satılmış okur yazarlarla “savaş karşıtlığına”  dönüştürmeye çalışıyor. Savaş, genel olarak kötü ise düz mantıkla PKK gibi bir örgütle savaşmak da kötü olmalı.

Ama bu işin ayrı bir yönü.

İşin hali hazırda daha vahim yönü, terörün şehir toplumuna sızmış olması.  Etnik Kürt terörünün şehre sızması şehrin, nezaketle  beliren doku-ul-mazlık  kuralını ihlâl anlamına geliyor. Etnik Kürt terörü, şehir ahalisini etnik kökenlerine göre ayırıyor ve şehrin  ilişkilerini  buna göre düzenlemeye başlıyor.

Şehir yaşantısının kökeninde şehrin, etrafında kümelendiği bir ulusal  emniyet ve adalet tekeli varken etnik Kürt terörü şehrin bu temellerini yıkmaya yöneliyor.

İşin kötüsü artık şehir toplumunda Kürt kökenliler de bu çabaya bilinçli ya da bilinçsiz destek oluyor.  Çünkü Kürt kökenli yurttaşlarımız feodal ilişkiler ağını şehirde de sürdürüyor. Feodal ilişkiler ağında  ise bireysel iradelerin ve  aşkın bir hukuk egemenliğinin yeri yoktur.

KCK vs denen yapılar, Kürt etnisitesinin feodal yapılanmasının,   etnik terörce  şehir hayatı içinde örgütlendirilmesinden başka bir şey değildir.

Bu açıdan Kürt etnik terörü başarıya ulaşmıştır. Çünkü artık şehir yaşantısı içinde Türk mahkemelerini tanımayan, Türk olmamakla övünen, Türklerle iş ilişkisi kurmaktan kaçınan, toplumun genel değerlerinden  ayrı olmayı yiğitlik ve hak kabul eden bir etnik grup ortaya çıktı.

Kürt etnik terörü, uluslaşmanın toplumsal alanı olan şehir  hayatını terörize ederken aynı zamanda onu Kürt ayrılıkçılığının nefret duygularıyla zehirledi. Bugün Doğu ve Güneydoğu şehirlerinde ortaya çıkan şey bu yüzden sadece  terör örgütünün silahlı çatışmalarından ibaret değil.

Bu şehirlerde ortaya çıkan şey, Kürt etnik terörüyle cesaret bulan ve nefretleri bilenerek kendilerince  haklılaştırılan Kürt feodal yapılanmasının ilân edilmemiş iç savaşıdır.

Bu savaşta, Kürt etnik terörünün en büyük kazanımı,  şehir yaşantısında kendine meşru bir zemin elde edebilmiş olmasıdır.

Bunun sebebi de devletin  popülist  dinci sağ  bir partinin Kürt etnisitesine yaranarak Türk devletini dönüştürebileceğini sanmasıdır.

Şehir yaşantısının güvenlik güçlerince derhal Kürt etnik teröründen arındırılması, bu örgütlenmenin her türlü uzantısının toplumdan acilen ayıklanması, örgüt üyelerinin vatandaşlıktan çıkarmak dahil her şekilde cezalandırılması için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca şehir içinde silâhlı çatışmaların kesin  şekilde sonlandırılması için “Vur!” emri acilen çıkarılmalıdır. Çünkü ister kabul edelim ister etmeyelim bu yapılmazsa   silâhlı Kürt etnik terörü Doğu ve  Güneydoğu  şehirlerinden ülkenin geri kalanına tahmin edilemeyecek kadar hızlı yayılabilecektir. Bu konu zaten  Oslo ihanet mutabakatında açıkça dile getirilmişti.

Kürt etnik terörünün şehir yapılanması derhal engellenmediği takdirde toplumsa karşılıklı nezaket ve güven duygusu geri dönülmez biçimde tahrip olacaktır. Ülkenin  bir bölümünün Kürdistan olarak ayrılması mümkündür ama bu durumda  hiç kimse, düşmanın yandaşı olduğunu düşündüğü herhangi bir Kürt kökenli insanla nezakete ve güvene dayanan bir komşuluk ilişkisi geliştirmek istemeyecektir. Şehrin yarattığı uygarlık ortamının en büyük düşmanı etnik feodal Kürt  yapılanması ve bu yapılanmadan beslenen silâhlı kalkışmadır.

Bu tehlikeye karşı popülist dinci sağ iktidar, gerekli önlemi almakta yetersiz ve hatta  isteksiz kalabilir. Ama şunu unutulmamalıdır: Türk ulusal egemenliğinin  toplumsal  alanı olan şehirler  o şehirlerin Türk sakinlerince içinde  Kürt uzlaşması olsun ya da olmasın, mutlaka savunulacaktır, her ne pahasına olursa olsun.