24 Nisan 2014 Perşembe

İlkesiz Hümanizme Kısa Bir Cevap

Bu Türk bebesinin kanı dincilerin, etnik ırkçıların ve sair hainler tayfasının elindedir!

Sözde Ermeni soykırımı hurafesinin parlatıldığı günlerde Türk için düşünmek ilkellik sayılıyor. “Ama onlar da…” diyerek haksızlığı meşrulaştırdığımız iddia ediliyor.

Yaygın hümanizme göre  bir devletin “her ne şart altında olursa olsun” zor kullanmaması gerekiyor. Böyle söyleyince itiraz edilemez gibi duruyor.

Öncelikle şu bilinmelidir: İnsanların temel hakları ancak bu hakları başkalarına karşı kullanmadıkları zaman meşru ve korunmaya lâyıktır.

Bir devletin asli görevi de insanların hayat, mülkiyet ve hürriyet (ifade hürriyeti) haklarını en başta kendi keyfiliğinin şiddetinden korumaktır.

Eğer ilkeli düşünmeyecek ve sadece  “Ermeni çocuklarını katleden Türklerden bahsetmek için” inat edeceksek zaten tartışmanın yararı yok. Bu tartışma kökten yanlış ve haksız bir işi meşrulaştırmak için yapılmıyor. Kendilerini kesinlikle haklı görerek Türk tarafını dinlemeye direnen bir topluluğa karşı aklı, hakikati ortaya koymak için yapılıyor. “İkna olmak” ancak aklın ölçülerine uygunluk varsa mümkündür.

Şimdi… Özürcü okur yazarlar, Ermeni mezalimi ile ilgili hiçbir belgeye inanmıyor. Belgelere inanmadıkları gibi  açılan Türk toplu mezarlarına da inanmıyor. İyi de Ermenilere karşı yapıldığı iddia edilen soykırımın sürekli Türk kemikleriyle yalanlanması,  inatçı ve saf bir hümanizm ile izah edilebilir mi? Elbette hayır. Burada ikna olmamaya çalışmak, artık hümanizm duyarlılığı sınırlarını aşarak doğrudan Türk düşmanlığı haline geliyor.

Her şeyden önce Ermenilere karşı yürütülen politikaların Ermeni tavrı ile münasebetine bakılmalıdır. Ermeniler, kendi devletlerine karşı, yabancı bir ulusun ordusunu desteklemiş midir, desteklememiş midir? Sanırım burada inkâr edilemeyecek bir ihanet söz konusudur.

Ayrıca… Eğer bir soykırım yapılacak olsaydı, o insanların geri dönmeleri düşünülerek tapu kayıtları alınıp yetimleri korunup nakledilmeleri düşünülür müydü? Yoksa Hepsi oldukları yerde tek biri sağ kalmayıncaya kadar katledilir miydi? Ermeniler ikincisini, girdikleri  her yerde yapmışlardır, bu unutulmamalıdır.

Sorun cahil ve köksüz  profesyonel okumuşların, toplumların kimliklenme dinamiklerinden habersiz olmalarıdır.

Bugün bütün Azerbaycan Türkleri biliyor ki Ermeni ilkokullarında Türk düşmanlığı, çocuklara, Ermeni olmanın gereği olarak öğretiliyor! Bu resmi nefret  ideolojisi, neden  hümanistlerimizin hiç dikkatini çekmiyor?


Türk varlığını yalan ve gayri meşru görmek hümanizm değildir. Türk Ulusu’na hümanizm dersi veren hümanistler, sömürgelerinde el, kol keserek insanlık dağıtan batı ülkelerine gittiklerinde oralı görünmek için kendilerini zorluyorlarsa bu işte bir iki yüzlülük var demektir, kimse kusura bakmasın.

İlkecilik Ve Faydacılık Açmazında Türk Milliyetçiliği


 Ne Yapmalı?

Bu açmaz Türk milliyetçiliğinin siyasal faydacılık ile “Türkçüler” ve “Türk İslamcılar” olarak bölündüğü 1969 yılına dayanıyor aslında. O zamana kadar Türk milliyetçiliği seçkin Türkçülerin entelektüel mücadelesi olarak sürdürülüyor.

Sonrasında, hayatını mahallenin, köyün imamının fetvasına göre  şekillendiren, köylü ve kenar mahalleli kitlelerin kazanılması adına, aynı ilkelliğin siyaset diye benimsenmesi ile beraber  bu seçkin zümre, “dinsiz”, “şaman” vs diye tahkir edilerek dışlanıyor.

 Türk milliyetçiliği tarikatlerin ve cemaatlerin oyuncağı  olan, bir menfaat dağıtım müessesesi haline getiriliyor. Bunun en  basit örneği şube başkanları arasında Nurcu “ağabeylerin” olduğu bilinen Türk Ocaklarıdır.Kadınlı erkekli ilk karışık toplantıyı yapmış Türk Ocakları’nda kadınların zeka özürlü kek börek makineleri olarak görülüp de “Hanımlar İcra Heyeti” denen garabete tıkılmaları, tevil götürmez bir rezalettir

Şurası artık anlaşılmalıdır: Türk milliyetçiliğinin siyasileştirilmesi onu, avamlaştırmış, ilkelleştirmiş ve ilkesizleştirmiştir. Çünkü siyasetin menfaat dağıtmak yönüyle entelektüel bir gayretin ahlâkî kaygıları aynı anda korunamıyordu.

Türk milliyetçilerinin Türkçü zümresiyle şeriatçı-Türk İslâmcı kesimi arasındaki geçmişe dayanan kişisel ilişkilerle bir yere kadar gidilebilmiştir ama yolun sonuna da varılmıştır.

Çünkü Türk İslâmcı kesim kendi kapalı şeriatçı hayat tarzını kurmuş ve bu hayat tarzına Türkçü kesimi kabul etmemiştir. Türkçülerin  en önce bu hakikati anlamaları ve kabul etmeleri gerekmektedir. 

O halde Türkçüler artık şunu anlamalıdır ki,  Türk milliyetçiliğinin şeriatçı kolu artık ikna edilebilecek, konuşulabilecek noktayı geçmiştir.  Türk İslâmcı kol kanserleşerek yabancılaşmış ve dinci iktidarın nimetleriyle hızla yayılmıştır.

Bu yapı ile uzlaşılamaz. Çünkü Türk İslâmcılık kendisiyle uzlaşılacak ahlâkî tutarlılığa sahip değildir. Amaca yönelmek için her türlü ahlâksızlığı yapabilecek şeriatrçılığın metotlarını ve dünya görüşünü paylaşmaktadır.
Türk İslâmcı kesim, kendisine gösterilecek her türlü müsamahayı “zaaf” olarak gören, kelle kesip ciğer yiyen hayvanların yayılmacı vahşetiyle aynı” tutkuyu” paylaşan, Türk dışı zihniyetli  bir  kitledir.

Türk İslâmcı kesim, aklın yerine kesin inancı koyduğundan dolayıdır ki ona  gerçeğin verilerini ve bunlara dayalı bir akıl yürütmeyi sunmak en hafif tabirle safdilliktir. Bu, cellatlarına Müslüman olduklarını ispatlamaya çalışan, Suriyelilerin yaptıklarını yapmak olacaktır.

Türk İslâmcılar ahlâktan, kadının toplumsal hayattan dışlanması dışında bir şey anlamadıkları içindir ki onlara “ahlâk felsefesi” anlatmanın bir yararı yoktur.

Türk İslâmcılar, hayatı, Tanrı’dan cennet almak için yaşanan bir tür alacak ilişkisi olarak görüyorlar. Dolayısıyla onlara cennetin de Allah rızasının da bir şekilsel ve sorumsuz taklitin mükâfatı olmadığını anlatmak imkânsızdır.

Türk İslâmcı kesimin taklidi imanının  yarattığı zarar ve ziyana karşı yapılacak tek şey, onların ne düşüneceğini asla umursamadan ve  onları dikkate almadan, vicdanın terazisinde tartılan bir akıl yürütmeyle, kendi milletimizin  faydası ve hakkın muhafazası için  sürekli düşünmek ve üretmektir.

Bu yüzden bütün fayda anlayışları, Menzil’den, “Hocaefendiden” vs. öğrendikleriyle amel edip de devlet dairelerinde kadrolaşmaktan ibaret  olan Türk İslâmcı yobazlarla artık daha fazla muhatap olunmamalıdır.

Çünkü o insanlarla muhatap olmak düşmanda Türkçülerin zayıf olduğu algısını uyandırmaktadır. Bu algı  Türklük düşmanlarını cesaretlendirmektedir. Dahası, kafası bir ilmihaldeki abdest maddesinden fazlasını almayan sayısız siyaset oyuncağı sözde milliyetçinin az sayıdaki düşünen insan üzerindeki yobazca ve ilkel hükümranlığını onaylamak anlamına gelmektedir.

Bu açıdan her Türk’ün bir bayrak olduğu artık Türkçülerce anlaşılmalıdır.

Her Türkçü kendine sanalağda bir blog açmalı ve orada doğru bildiğini hiç kimseye aldırmadan savunmalıdır. Devir, milliyetçilik için yarı okumuş il başkanlarından icazet alınması devri değildir. Türkçüler bireyselliklerinin, ahlâklarının temeli olduğunu, yazılarıyla sair eserleriyle göstermelidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta “halka bir şey anlatmak” iştiyakıyla halkın cehaletine ortak olmamaktır. Halkın seviyesi “Saadet-i Ebediyye” yobazlığıdır diye o yobazlık benimsenmemelidir.
Türkçüler, Türk düşmanlığına, ilkesizliğe,  ahlâk dışı menfaatçiliğe karşı tavizsiz olduklarını göstermedikçe hiç kimse için sözü dinlenir, saygıdeğer muhataplar olamazlar. Artık bu anlaşılmalıdır.

Çünkü “düşman” ikna edilemez. Düşman kendi dilini bizi inkâr etmek üzerine kurar ve bu dille hiçbir müşterek kavram geliştirilemez. Türk İslâmcı kitlenin Nusracı hayvanlarla paylaştığı şey bu yüzden, Ebu Hanife’nin akılcılığı değildir; sadece Nusracı hayvanların kesin inancı ve vahşetidir.

Türkçüler ilkeli, akılcı ve uzlaşmazlık ahlâkı ile hareket etmelidir. Çünkü onlar “kesin inançların ve menfaat kliklerinin” kitleleşme çizgisini benimseyemez ve hele de kutsayamaz.

Önümüzdeki  meşru çizgi kanaatimce budur.





21 Nisan 2014 Pazartesi

Cemaat Kime Hizmet Eder ?

Riya, Kibir Ve Fesat Bataklığında Bir Beraberlik

 Ne zamandır düşündüğüm bir konu var:
Sahte peygamber müritlerini cehenneme götürüyor.
“Sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmaz!” diye bir ahlâkî düstur vardır. Bazıları  hadis diyerek  meşrulaştırmaya çalışır, bilmem. Ama insanın riyaya karşı uyanık olması için fevkalâde güzel bir öğüttür. Çünkü insan en kolay kendini kandırır.

Cemaat denen Nurcu yığışmanın “hizmet” adlı bir hareket tarzı var. Neredeyse bağıra çağıra hzmet eder durur bu arkadaşlar, yıllardır. Herkesi beslediklerini, öğrencilere burs verdiklerini işitir dururuz. Bununla da övünürler.

Buna karşılık da burs verdikleri, besledikleri öğrencileri daha sonra bir yerlere getirip alabildiğine kullanırlar, sağarlar.

Ne yapar bu arkadaşlar?

Ne okuduğunu bilmeyen, anlamayan, sadece sohbetlerde edindiği yarım yamalak malumatla ele güne din satan yarı okumuş misyoner, namaz robotları yetiştirirler.

Öncelikle bir hizmetten bahsediyorsanız bunu kimseye duyurmamanız lâzım. İnsanlara duyurmak için “hizmet” ediyorsanız bu hizmet değil, politika olur ki onun da Allah rızasıyla falan ilgisi yoktur. Bu, açıkça riyadır, şirktir! Çünkü Allah’tan başkasının beğenisini kazanmak gayretidir.

Bunun yanında yapılan hizmetler asla karşılıksız olmamakta. Ya cemaatin emrettiği partiye oy vermek ya da mutlaka bir maddi yardımla karşılık verilmesi gerekmektedir.

Cemaatten gençler namaz kılarlar, Allah kabul etsin, deriz amma. Amması o ki akılları fikirleri insanlara sözde karşılıksız iyilik ederken Allah’ı yapılan iyilikle borçlandırmakta olan bu arkadaşlar hangi temel düşünce ve duyguyla namaza dururlar? Bütün gün Allah’la cennet gayrimenkulü hesaplaşması içinde olan, kendilerinden gayrisini günahkâr, potansiyel kâfir  gören bu kardeşler ne demeye namaz kılarlar?

Cemaat sözde bir din uzmanlığı duygusu yaratarak mensuplarında aynı zamanad ciddi bir gizli kibir meydana getiriyor. Bu kibir herkes tarafından paylaşıldığı için de “enaniyet” ortadan kaldırılmış sanılıyor oysa, “cemaat mensubu olmanın seçkinlik duygusu” inanılmaz bir gizli kibir olarak o çocukların kanlarına işlemiş oluyor.

Ayrıca cemaat topluma “doğru dinin kendilerine ait olduğu” kanaatini yerleştirmeye çalışarak Müslümanlar arasında fitneye sebep oluyor.

Velhasıl-ı kelâm, cemaat denen fitne yapısı, üyelerine aşıladığı gizli kibir ve riyayla aslında  İslâm’a falan hizmet etmiyor! Artık bu hususlar samimi Müslümanlarca anlaşılmalı ve cemaat denen fitne yuvası toplumsal hayatımızın dışına atılmalıdır. İçinde yüzdükleri riya, kibir ve fesat çamuruna her an dikkat edilmesi ve dikkat çekilmesi, onların okullarına gidilmemesi, mümkünse onlarla hiçbir alışveriş içine girilmemesi.

Elbette çok yakın tanıdıklarımızdan cemaate mensup olanlarımız da var ama onlarla samimi insani ilişkilerimi dışında cemaatle yakınlaşmamak en büyük gereklilik. Elden gelse de cemaate yakınlık duyan  sevdiklerimize de her şeyi açıkça anlatabilsek….




20 Nisan 2014 Pazar

Ben Bilmem Beyim Biliricilerin Zaferi


Türk Ocakları, bu memlekette kadınlı erkekli karışık ilk toplantıyı yapan dernektir. Bu tavrı ile Türk İnkılâbına öncülük etmiştir. Bu tavrıyla kadının medeni haklarının tanınmasında bize ışık tutmuştur.

Dün bir genel kurul yapıldı. Gerçi bu adı üstünde bir genel kuruldu.  Neden böyleydi?

Türk Ocakları’nda dün iki zihniyet çarpıştı. Aslında bunların her ikisine de “zihniyet” demek yanlıştı. Dün Türk Ocakları’nda insan olmak zihniyetiyle sürüleşmek güdüsü yarıştı.

Elbette sürüleşmek güdüsü galip geldi, buna çok da şaşırmıyorum. Çünkü koyunlaşmak, yığışmak, sürüleşmek meşrulaştırılırsa elbette koyunlar, sürüler ortalığı rahatlıkla işgal eder.

Ağır ifadeler kullandığımı söyleyen pek çok insan olacaktır ama dün ne olup bittiğine şöyle bir bakarsak olaya daha rahat anlaşılacak aslında.

Türk Ocakları’nda bir tüzük değişikliği yapılmış. Sıradan bir işmiş gibi bir  büyük derneğin yönetim şekli kökten değiştirilmiş. Ne yapılmış? “Hanımlar İcra Heyeti” denen dinci geriliğin  üyelerine, “delege” sıfatı verilmiş. Yani? “Ben bilmem beyim bilir!” diyen, kendilerini beyleri tarafından ikinci sınıf olarak görülmeye layık bulan, Ziya Gökalp’i hayatlarına belki de hiç işitmemiş, hayatlarında denize girmemiş, beyleri tarafından götürülmedikçe Türk Ocakları’na adım atmamış, oraya da ancak kek/börek tarifi almaya gitmiş insanlar, dün Türk’ün asırlık çınarının kaderini belirledi.

Buna şaşmıyorum, çünkü şu anda iktidarda olanlar da bu heyetin birebir örneği.

Türkiye’de kadınların erkeklerle aynı akla ve vicdana sahip olduğuna inanan bir derneğin kaderi,  uydurma hadislerle ve akla ziyan tefsirlerle; “aklen ve dinen eksik olduklarına” inanılan ve inandırılan  “eksik insanların”, cehaletlerine terk edildi!

Dün “Hanımlar İcra Heyeti “ denen Taliban zevzekliğinin, pek kıymetli atanmış delegeleri, acaba neye niçin oy verdiklerini biliyorlar mıydı? Mustafa Kafalı’yı  tanıyorlar mıydı?  Tanımaları imkânsızdı, çünkü onu tanıyabilmeleri için evlerinde kadınlı erkekli oturmuş olmaları icap ederdi. Oysa “Hanımlar İcra Heyeti” denen zevzeklliği icat edenler, “Kızlı erkekli oturuyorlar!” diyerek halkı halka ihbar eden fesattan medet uman “beyler”di.
Evet matematik güzel şeydir. Dünkü seçimde “Ben bilmem beyim bilir!” cehaletini ve geriliğini oy toplamından çıkardığınızda; aslında Mustafa Kafalı hocamızın seçildiğini  rahatlıkla görebilirsiniz. Böyle mi olmuştur? Hayır!

“Ben bilmem beyim bilir!” cehaleti, onca ilke, akıl ve vicdan ile  kendini ortaya koyan yılların birikimini basit bir matematik  çarpıtma ile “yenmiştir”. Efendi Barutçu’nun tüzük değişikliğinin gayri meşruluğuyla ilgili çıkışı dahi o kalabalıkta anlaşıldığı kadarıyla boğulmuştur.

Delegeleri ikna etmeye çalışan, aklın ve vicdanın sesiyle hareket edeceklerini düşünerek çırpınanlar, beylerinin eksik aklı ve eksik vicdanlarıyla güdülen bir güruhun toplu bönlüğüne yenilmiştir.

Türk Ocakları aynen Türkiye gibi “Erkek koyunların, insan evlatlarının keşfi olan, akıl ve vicdana dayalı bir yönetim biçimini sömürerek sürüleriyle beraber milleti, felakete sürükledikleri” tam da Gerorge Orwell’in anlattığı bir tür  “hayvan çiftliği” haline gelmiştir.

Şimdi eminim “Beylerinin kazandığından övünçle bahseden” hanımlar evlerinde huzurla uyuyorlardır. “Beylerinin neyi bilip neyi bilmediğinden habersiz, hangi cehaleti ve ihaneti nereye getirip de ülkeyi nerelere sürüklediklerinde haberi olmayan  milyonlarca sürüdaşları gibi…


18 Nisan 2014 Cuma

Hangi Çoğunluk?

Ülke, bir çoğunluğun yönetiminde bir yerlere sürükleniyor.

Sorun bir çoğunluğun  mutlak egemenliği değil. Çünkü herhangi bir fikir etrafında kemikleşmiş bir grubun, sırf nispi bir çoğunluk elde etmesi, sadece bir matematik oyunudur.

Kendimize sormamız gereken soru şu: Bir hayvan sürüsüne oy vermek hakkı tanısak  ve bu sürüyü belli bir işareti seçmeye şartlasak; demokrasideki ot vermek şekil şartı yerine geldiği için rejimimizden demokrasi diye bahsetmek yerinde olur muydu?

Bu soru üzerinden daha sonra akıl yürütmeye devam edeceğiz.

17 Nisan 2014 Perşembe

Mustafa Kafalı İle Lider Dernek Olmaya Doğru


Türk Ocakları seksenlerin sonunda  “ANAP’ın güdümünde” olmakla itham edildi. O zamanlar yeni ocaklıydık ve söylenenlere bir anlama veremediğimiz gibi gençlik heyecanıyla bunu aklımıza bile getirmiyorduk

Aslında iş hangi partinin yörüngesine girildiği de değildi. Sorun, herhangi bir partinin ve bilhassa iktidar partilerinin  yörüngesine girilmesi fikrinin içimizde yerleşip yerleşememesiydi. Zamanla gördük ki “iktidara yamanmak” Türk Ocakları’nın genel tavrı haline gelmiş. Sayın Sadi SOMUNCUOĞLU’nun kısa süren Türkçü yönetim devresi dışında “ocak” daima merkez sağın “ılık ve bulanık dinci” söylemlerini destekledi. Bunu yaparken de kendi kurucularıyla hiç ilgileri olmayan Arvasi, Serdengeçti, Necip fazıl gibi insanların söylemlerini benimsedi.

Bu, ocak için iki anlamda köklü bir değişimdi. Birincisi, ocağın artık öncü/lider konumundan “takipçi nefer” konumuna geriletilmesi…
 ikincisi de “Türk için ve Türk’e göre” düşünmek itiyadının din endişesiyle ( aslında buna “anksiyete” demek daha doğru olur… Çünkü dincilik insanda ağır bir endişe hali yaratır…) terk edilmesi…

İkinci konu aynı zamanda, ilkeli bir duruşun, artık ahlâken de önemsenmemesi sonucunu doğurdu.

Kendi binalarını, hiçkimseye gebe kalmamak, Türklük için alnı ak bir vicdanla çarpışabilmek için yalnızca  kendi varlıklarıyla inşaa ettiren  büyük Türklerin “ülkücü” zihniyetinin yerini, iktidarların himmetlerine muhtaç, ilkesiz, mutlak uzlaşmacı “gecekondu muhafazakârları” zihniyeti aldı.

Sanırım bu bir  kuşak  sorunuydu. Atsız Dede’mizden sonra gelenlerin, siyasete yönelen çoğunluğu, entellektüelin lider kişiliği ve bireysel sorumluluğunu anlamak yerine, herhangi bir lidere biat ederek yığışmanın derdine düştü. Türk Ocakları’nda  doksanların başında yönetime gelen kuşak işte siyasetin yığışmacı biat kültüründen beslenmiş bir kuşaktı. Bunu bugün daha iyi anlıyoruz.

Peki bu ne anlama gelir?

Bu, Türk Ocakları’nın, entellektüelden ziyade cami  cemaati yetiştirmeye yönelmesine yol açtı. Cami cemaatinde imama tam riayet söz konusudur.  Dolayısıyla yöneticileri, hikmeti, hükümetten uman bir dernek  olarak yığışmacı siyaset içinde, entelektüel sorumluluğunu ve bilincini yitirip merkez sağın “hık deyicisi” haline geldi. Merkez sağ siyasetin, lâik bir milliyetçilikten ziyade dinci bir popülarizme yöneldiği de  gün gibi aşikârdı.  Dolayısıyla “kendi başına Türk Milleti için düşünen” ocaklılar yerine sürüye uyan, lidere biat eden “küçük Araplar” yetiştirilmeye çalışıldı.

Türk Ocakları’nın şansı şuydu: Siyasetin gençleri  kendine çeken kavga ortamına karşın ocağın entelektüel, seçkinci geçmişi, daha bilinci bir genç neslin burada yetişmesini sağladı.  Şunu da ifade etmemiz lâzım: Türk Ocakları “ayetli Cuma sohbetleri” ile bu genç nesle pek bir şey vermedi. Ama onlara bir entellektüelin ne yapması gerektiğini beraberce keşfedebilecekleri bir ortam sağladı.

İşte bugün Türk  Ocakları, “kendi yağıyla kavrularak” gerek ahlâken gerekse ilkesel anlamda siyasi çıkar odaklarıyla araya gerekli mesafeyi koyacak bir yönetime kavuşmak üzere. Mustafa Kafalı Hocamız, uzlaşmazlık ahlâkının anlamını bilen, Türk’ün değerlerini her şeyden üstün tutan, Türk Milleti’nin beka ve hürriyeti amaçları için kafa yoran, lider bir yönetim için Türk Ocakları’nda  başkanlığa aday oluyor.

“Her  ocaklıyı bir bayrak” olarak gören hocamız, her ferdin kendi başına bir değer olduğunu ısrarla vurgulayarak, ocağın yirmi yıldır içine yuvarlandığı dinci cemaatçilik çukurundan, cesur ve şerefli evlatlarının tek tek desteğiyle çıkarılacağını  göstermiş oluyor.

Hocamız, her Türk’ün başlı başına bir başbuğ sorumluluğu ve cesareti taşıdığını bize gösteriyor. Liderlerin, sürüye uyan koyunlardan değil de kendi işini kendi gören kurtlardan çıkacağını, bize gösteriyor. Bu açıdan o, camii cemaati zihniyetinin sıradanlaştırıcı, bayağılaştırıcı şekilciliğini, elinin tersiyle iterek içimizdeki seçkinlik duygusunu, bir kere daha ayağa kaldırıyor.

Emin olduğumuz bir şey varsa  o da Türk Ocakları’nın, Mustafa Kafalı yönetiminde, Türk fikir hayatında , öz Türkçü ve entelelktüel bir lider dernek olarak gene parlayacağıdır.

Ey Türk! Titre ve kendine dön!
Ne mutlu Türküm diyene!
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!


Bozkurtlar Mankurtlara Karşı


Türk Ocakları Genel Kurulu aslında  genel seçimlerin  bir provası olacak bana göre.

Çünkü bu “kurultay”, tarihte Çinlileşen, Araplaşan, mankurtlaşan  boyların ihanetlerinin bir benzerinin yaşandığı, yozlaşma ortamında yapılacak.

Türkiye’de ciddi bir toplumsal yozlaşmayla karşı karşıyayız. Siyaset cephesindeki gelişmeler bunun sadece sonuçları.

Bu yozlaşma milletin bilincini oluşturan doğal mirasın reddedilip yerine Arap/Emevi taassubunun din diye  konmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Ve ne yazık ki son yirmi yıldır Türk Ocakları bu yozlaşmanın, entelektüel taşıyıcısı gibi çalışıyor.

Türk Ocakları yönetimi, Türk terbiyesinin gereği olan hüsn-ü zan ve affediciliği bu güne kadar alabildiğine sömürerek ocak ülküsünün tam aksine İslâmcı enternasyonalizmin sözcülüğünü yaptı. Bu kesin ve tavizsiz olarak anlaşılmalıdır. Hiçbir Türk Ocakları yöneticisi, artık hüsn-ü zannımızı hak etmiyor.

Bir yandan Türk insanının dinen ve ırken ayrıştırılması projesi bütün hızıyla sürerken diğer yandan bu projenin müteahhitlerinin ağzıyla konuşmuş ocak yöneticilerinin, artık  vicdanlarımızda mahkûm edilmesi, yaptıklarının daha fazla hoşgörü şalıyla örtülmemesi insanlığımızın gereği.

Çünkü her sonuç bir sebepten gelir. Ve insanların eylemlerinde, onların iradesinden bağımsız bir sonuç yoktur. Son on iki yılda  millî bütünlüğümüzün yaşadığı tehlikeler karşısında ocağın akıl almaz tutumu da yöneticilerinin bilinçli seçimlerinden kaynaklandı.

Bu kurultay bu açıdan, “İbadeti açık yaparken günahı gizli işleyebileceğini “sanan, sapkın Vahhabi  taassubuna bağlanmış insanlarla  Türkler arasında geçecek, bu kesin!

Bu kurultay, din sandıkları hurafelerle vicdanlarını uyuşturarak ihanete payanda olanların, gerçekten Türk’ü   ne hale getirdiklerinin bir göstergesi olacak. Delegeler “istikrar”, “ hükümetle iyi ilişkiler” veya sadece menfaat saikleriyle oylarını kullanabilirler. Şurası var ki içlerinde gerçek bir vicdan kırıntısı taşıyacak olanlar, sahte bir  “akılcılık” ile milletin bekası arasında seçim yapmakta fazla zorlanmayacaklar.

Çünkü orada bir ulu Bozkurt, Mustafa Kafalı hocamız, eminim hepsinin, dincilikle uyuşturulmuş kalplerini titretecek ve onlara kim olduklarını bir kere daha hatırlatacak!

Ey Türk! Titre ve kendine dön!
Ne mutlu Türküm diyene!
TANRI TÜRKÜ KORUSUN!


15 Nisan 2014 Salı

Sıfır Maliyetli Ağabeyliğin Ocağı Götürdüğü Nokta


Türk Ocakları Genel Kurulu yaklaşırken  yönetime  aday olan  Mustafa KAFALI hocamız ve destekçileri, galiba alaya alınır olmuş.  Muhtemel ve muhtelif hakaretlerin bir önemi yok.

Ama   mevcut yönetimin, siyasal İslâmcılıktan devraldığı bir “hikmet-i hükümet”  anlayışı var ki işte o kayda ve tahlile değer bir garabet!

Ocak’ta bir “ağabeylik” kurumu vardır. Kişiliklerinin, birikimlerinin bizden daha olgun ve büyük olduğunu düşündüğümüz insanların her hareketinde bir hikmet olduğunu düşünürüz. Onlar bizim henüz geçmediğimiz yolları geçip ulaşamadığımız hedeflere ulaşmış insanlardır çünkü… Meselâ Mustafa KAFALI hocamız, bizim ağabey dediğimiz insanların ağabeyi olmuş, büyük bir ocaklıdır.

Yirmi yıldır ocağa hakim olan genel zihniyet, ocağı bir tür siyasi merkez gibi düşünmekten ibaret. Bu aslında garipsenecek bir şey de değil.  Yirmi yıldan bu yana ocak yönetiminde  ağabeylik kurumunun üstüne hoyratça basıp yükselen bir takım insanların ocağı  nereye götürdüğünü görüyoruz.  Bugün ocakta “ağabey” sayılmak için çok da birikimli falan olmanız gerekmiyor.

Türk Ocakları herhangi bir dinci merkez sağ siyasi partisi gibi demeçler veriyor, politika üretiyor, politikada taraf oluyor, hükümetlerle doğrudan ilişkiler kuruyor vs vs vs…

Meselâ Kürt ayrılıkçılığıyla ilgili olarak ocağın “rezalet”(skandal) sayılabilecek bir takım açıklamalarının ve hükümet yanlısı tutumunun altında  yatan sebeplerden biri de sanırım bu “ sıfır maliyetli ağabeylik” kurumu…

Yönetimdeki insanların liyakatleriyle tek tek uğraşmak, onların, “rakipleri” hakkındaki ilkesiz  ve oldukça saygısız tutumlarına rağmen bizim işimiz değil. Kaldı ki içlerinde muhakkak belli bir liyakate ulaşmış olanları da vardır.

Amma en nihayetinde, ocağın, etnik Kürt ırkçılığı ve terörü, şeriatçılık fitnesi ve belası karşısında  getirildiği nokta, hiç de iç açıcı değil. Dolayısıyla kişilerin tek tek iyilikleri, yetkinlikleri ne olursa olsun; artık ocak yönetimindeki “ağabeylerin”, genel anlamda herhangi bir hikmetinden, basiretinden veya ferasetinden bahsetmemiz mümkün değil. Bu aynı zamanda, felsefesiz, kitapsız, ilkesiz bir vatanseverliğin hiç kimsenin işine yaramadığını   ispatlıyor. 

Şimdiye kadar herkese,  hiç kimsenin sahip olmadığı hakikatlere, sırlara ve hikmetlere sahip oldukları izlenimini vererek; yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışan "sıfır maliyetli ağabeyler", Türk Ocakları’nın itibarının korkunç derecede zedelenmesine sebep oldular.

İşte tam da bu sebepten, ocakta başkanlığı ,ağabeyliğin, yaş geçirmekten ziyade, o yaşların nasıl geçirilmesi gerektiğini gösteren bir ağabey olarak Mustafa KAFALI hocamızın, devralmaları gerekiyor.

Ne mutlu Türküm diyene!
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!


14 Nisan 2014 Pazartesi

Türkçülük Şeriatçı Milliyetçiliğe Karşı


Türk Ocakları  Genel Kurulunda Zihniyetler Mücadelesi

Evet Mustafa Kafalı  hocamızı destekliyorum. Yazdıklarımın bir takım yarım akıllılar tarafından, ona karşı yorumlanması riskinin de farkındayım.

Çünkü biz artık akla güvenilerek yaşanabilecek bir ülkede yaşamıyoruz.

Biz çoğunlukların gel geç heveslerinin ve içgüdülerinin yönettiği, bir "sürüler egemenliğinde" yaşıyoruz.

Mustafa Kafalı  hocamızı destekliyorum, çünkü onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” diyen kurucu aklın bir mirasçısı olduğunu biliyorum.

Şimdiye kadar ortaya çıkmaması için uğraşılmış  bir anlayış farkının, artık içine hapsedildiği ilkesizlik kozasını yırtarak ortaya çıktığını da Türk Ocakları Genel Kurulu arifesinde görüyorum.

Nedir o anlayış farkı? O fark, Türk İslâm Ülkücülüğü/sentezciliği ile Türk milliyetçiliğinin hayat sebebi ve çekirdeği olan Türkçülük arasındaki fark.

Bu o kadar  büyük bir fark ki “delege sayıları” ile hatır gönülle, “Partiye bir şey olmasın!
” endişesiyle vs saklanamıyor.

Peki ama iki “taraf” arasındaki fark niye bu kadar büyük olmalı?

Şundan dolayı:

Yerleşik siyasal İslamcı tasavvura yakın duran siyasal milliyetçilik ve Türk Ocakları mevcut yönetimi, dinin kollektif bir değer olmasını,  onunaynı zamanda ortak yaşanan, yaşanması gereken bir “doktrin” olduğu şeklinde anlıyor. “Madem aynı dine sahibiz, o dinin her dediğini, herkes aynı şekilde yapmalı!” anlayışı, şu anda Türkiye’de siyasetin, dine bakışını özetliyor. Bu, siyasetin, din denen şeyden anladığı…

“Türk İslâm Ülküsü” denen şey de siyasal mlliyetçiliğin doktrini, yani ülkücü siyasal eylemin,  “emredici ideolojik temeli”.  Bu ne  anlama geliyor? Şu anlama geliyor.

Milliyetçiler milli değerlere sahip çıkmalı. Din milletimizin paylaştığı bir milli değerdir. Öyleyse dine  sahip çıkılmalıdır. Din toplumsal ilişkileri her ayrıntısıyla düzenler. Öyleyse  toplumsal hayatımızın her ayrıntısının  dine göre düzenlenmesine sahip çıkmak dine sahip çıkmaktır. O halde milliyetçiler, toplumsal hayatın dine dayalı olarak düzenlenmesine sahip çıkmalıdır!”

Ümmetçilerin aynı dine mensup insanlara “millet” demesinin yarattığı bulanıklıktan başlayalım. Üstüne bir de  yukarıda açıkladığımız  anlamda “ müşterek değer olarak dine sahip çıkmak”  görevini eklediğimizde; ortaya  “şeriatçılık” çıkıyor.

Bu da eğer bir “ulul emr” olmazsa dine sahip çıkılmayacağı, dinin istendiği gibi yaşanılamayacağı anlamına geliyor. Şeriatçılığın basit ve çarpık mantığının Türk İslâm Ülküsü adıyla milliyetçiliğe girişi de bu şekilde oluyor.

O halde neden Mustafa Kafalı hocamızı destekliyorum?

Şundan dolayı: Hocamız dini son derece iyi bilen bir insan. Bunun yanında, dinin Müslümanların vicdanlarında da gayet güzel yaşanabileceğini, bir devlet zorlaması olmadan da Müslüman kalınabileceğini bilen bir insan. O, akılcılık olmadan dinin de normal şekilde yaşanamayacağını bilen bir insan. Türk Milleti’nin kendince anladığı ve uyguladığı Müslümanlığın, Arap Vahhabi şeriatçı/siyasal İslâm’ından farkını da sürekli ifade eden bir büyüğümüz.

Türk Ocakları’nın mevcut yönetimi ise ucu, mutlaka totaliter bir şeriat devletine varacak olan Türk İslâm sentezinin  savunucusu.  Bundan dolayı mevcut ocak yönetimi, zaten sürekli olarak “Türkiye’de istikrarın, şeriatçı bir partinin hükümetine bağlı olduğunu” söyleyip duruyor.

Bu halin çok ciddi ahlâkî vebali de var ama şimdilik işin akılcı tahlilini yapıp bırakalım.

Mustafa Kafalı ve kırk yiğit Türk çerisi hak ve doğru bildiklerini savunmak için yola çıktı. Onların ahlâkî müşevviği işte bu “Hak ve doğru bildiğini savunmak” sorumluluğu. Onlar ne kadar yığınlaşabildiklerine, sürüleşebildiklerine bakmıyorlar, buna hiç aldırmıyorlar.  Nereden mi biliyorum?






13 Nisan 2014 Pazar

Uçları Kuranlı Mızraklarla Bekleyen Milliyetçiler Miyiz?

 Bir Dehşet Ve Tedirginlik Yazısı

Türk milliyetçiliği ne? Şahsen ben artık onun ne olduğundan emin olamıyorum.

Türk Ocakları genel Kurulu’na günler kala havada savrulan yorumları, yaygın taassubu gördükçe fikrin ve eylemin neresinde durduğumuzu bilemez oldum.

Türk milliyetçiliği bir tür siyasi taktik işinden mi ibaret?  O, siyasi iktidar için bir tür manivela mı? İktidara gelmek için savunulan basit bir kullanım kılavuzu mu?

Türk Ocakları Genel Kurulu’na dair  yaygın yaklaşıma baktığımda; artık Türk milliyetçiliği tasavvurunun bunlardan ibaret kaldığını üzülerek görüyorum. Türk milliyetçiliği, artık genel olarak iktidara eklemlenerek veya herhangi bir şekilde iktidar olarak  var olmağa çalışan, basit bir kabile duruşu gibi görünüyor.

Bu basit bir endişe mi? Hayır! Maalesef hayır!

Bu yaklaşım, hayatla felsefe ilişkisini koparıp hayatı biyolojik ihtiyaçlar ölçüsüne indirgeyen Ortadoğu Arap siyasetinin  içselleştirilmesi adeta. Öyle olsa ne olur ki? Sonuçta insanlar yemek yiyip hayatta kalmaya çalışmıyorlar mı? Hayatta kalmak için iktidar odaklarının suyuna gitmek de  meşru bir hayatta kalmak çabası değil midir?

Türk milliyetçilerinin kendileri otoriter mi? MHP’nin her şeye hakim olduğu günden beri maalesef öyleler. Gene de Türk töresinin kalıntıları ile hakkı telaffuz etme cesareti Atsız gibi insanların değerinin bilinmesini sağlıyordu.

Oysa bugün “Türk milliyetçiliği” dendiğinde anlaşılan şey, genel olarak “iktidar mevkiine”  biatı içselleştirmekten ibaret. Bu sadece siyasal iktidardan ibaret değil. İşte bu yüzden bugün çok değer verdiğim bir ağabeyimin, “tipolojik/İslâmcı” milliyetçilerin yapabilecekleri hakkındaki uyarısından sonra dehşete düştüm.

Çünkü benim aklımda, hatası için göğsünden oklanmayı ahlâkın gereği sayan şerefli Türk çerileri vardı. Oysa devran değişmişti ve “ulul emre itaat”  anlayışıyla “Müslüman” etiketi taşıyan herhangi bir iktidar odağına karşı herhangi bir eleştiriyi, hiçbir ölçü   tanımadan susturabilecek bir  Vahhabi Arap biat kültürü “milliyetçi” denen camiaya egemen olmuştu. Bu kültürün en aşırı hali Suriye’de kelle kesiyor bugün… Bu kültür, içten içe iktidara insan kurban etmeyi dinin gereği sayan insanların,  tedirgin riyakârlığı ile toplumsal düzenimiz içinde ufak adımlarla ilerliyor ve adına “Türk İslâm Ülküsü” denen anlayışla milliyetçilerin Türklük bilincini aşındırıyor.

Ve bu hal beni cidden dehşete düşürüyor. Çünkü artık şunu yavaş yavaş görüyorum ki söylemlerinin içinde Türk ismi geçtiği için kafalarımızda yarattıkları bulanıklıkta kendilerine yer bulabilen bir takım insanların, benim anladığım manada demokrasiyle, medeniyetle, temel haklarla uzaktan yakından ilgileri yok! Üstelik bu basit bir ilgisizlik değil galiba… Bu ilgisizlik aslında, nakilci İslâm için kelle kesen tutucuların içten içe tasdikiyle beslenen, baskı arzusunun tezahürü. Bu baskının nasıl olabileceğini hiç bilmiyoruz.

Çünkü bu baskı zihniyeti, “Hakkı ve doğruyu her ne pahasına olursa olsun savunan Türk çerisinin ahlâkından” kaynaklanmıyor.

Bu baskı zihniyeti, “ Ne pahasına olursa olsun iktidar mevkiini ele geçirip orada tutunmak isteyen  Arap riyakârlığının, Kura’n’ı mızrak ucuna takmak gaddarlığından” besleniyor. Ve içindeki Arapça’dan dolayı kendisini haklı ve meşru gören bu baskı zihniyeti beni çok ciddi şekilde tedirgin ediyor. Böyle bir  zihniyeti taşıyan insanların milliyetçi olup olmamaları önemsizdir.

Bu baskı zihniyeti öyle şekilsiz, öyle belirsiz ki kendi kendini rahatlıkla inkâr edebiliyor.

Bu baskı zihniyetinin tek elle tutulur yanı, taassubu/ tutuculuğu.

Türk milliyetçiliğinin siyasi cenahı için artık yapılabilecek bir şey yok.

Ama Türk Ocakları  Genel Kurulu, Türkçülerin zihnine sızmaya çalışan dinci ilkesizliğin idrak edilip ayıklanması için tarihi bir fırsat. Bu yapılmazsa Kur’an kutsiyetini istismar edip de  Müslümanlık iddiasını güden Emevi riyakârlığına teslim olmuş olacağız. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Türk Ocakları delegelerinin göz önünde bulundurmaları gereken şey, kimin iktidarla daha iyi anlaşacağı değildir.

Türk Ocaklı delegeler, Türk ahlâkını, Türk örfünü,  çeşitli baskı ve iktidar odaklarına karşı kimin cesurca savunacağına bakmalıdır.  Türk varlığı ılımlı siyasal mülahazalar, ilkesiz mutabakat arayışlarıyla savunulamayacak bir haldedir.

Türk varlığı bir ucunda Nusracı,  Kaideci katillerin şiddetinin, katliamlarının  durduğu siyasal islâmcılıkla etnik ırkçılığın çapraz ateşi altındadır.

Mevcut durumda, Türk varlığına düşman olanların geri adım atmayacağı artık idrak edilmeli ve  milletin bekasının her türlü siyasi endişenin ötesinde olduğu fikriyle hareket edilmelidir.

Ve öyle görünüyor ki bu fikir de sadece Mustafa Kafalı  Hocamız tarafından savunulmaktadır.  Türk’ün tarafında olan herkesi bunu düşünmeye davet ediyorum.

Ne mutlu Türküm diyene!
TANRI TÜRK’ü KORUSUN!


12 Nisan 2014 Cumartesi

Türk Ocakları İçin Bir Bildirge


Bu köşe ne bir kamuoyu yaratabilir ne de muteber bir yazarın köşesidir. Âcizane bir uğraştan ibarettir.

Amma velâkin doğru bildiği şey için başını bir türlü dertten kurtaramamış bir  fakirin köşesidir.

Bunu neden belirtiyorum?

Çünkü biliyorum ki siz değerli okurlar “Türk Ocakları Genel Kurulu” ile ilgili profesyonel kafaların görüşlerini öğrenmek isteyeceksiniz. Öyle ya bir gazetede “yazdırılan” adamla kıytırık bir blog yazarı bir olabilir mi?

Gene de bu fakirin de bloğunda  belki işe yarar şeyle bulunabilir.

Şöyle ki: Yirmi beş yıl önce  kapısından içeri adım attığım bu kutlu kurumda bulduğum dostluk ve samimiyet, entelektüel ilgi ve merak ömrüm boyunca  bana ışık oldu. Bugün dönüp baktığımda, samimiyetlerine güvendiğimiz bazı “büyüklerimizin” aslında ne kadar yanlış yolların ayrımına bizi bir şekilde güdülediğini görüyorum. Söz gelimi Türk merkez sağ siyasetine hâkim olan “Türk/İslâmcı”  şeriat hedefli düşüncesinin bize, yer yer samimi  endişelerle nasıl telkin edilmeye çalışıldığını artık açık şekilde fark edebiliyorum.

Türk Ocakları,  Balkanlar’dan, soykırımlarla, hilelerle fitne ittifaklarıyla  sürülmüş büyük Türk Milleti’ne varoluş bilinci aşılayan,  dönemimin sayılı entelektüellerince kurulmuş, belki de en eski derneklerimizden biri. Kurulduğu dönemde, toplumsal  kimliklenmenin sosyolojisi üzerine bugünkü “ağabeylerin” havsalalarının bile almayacağı derinlikte düşünmüş Türk  entelektüellerinin bir büyük eseri olarak tarihe mal olmuş.

Türk Ocakları,  geçici siyasî mülahazalara kapılmayan, şerefli insanların saf millet sevgisiyle tutuşturdukları bir ocak. Ki o ocakta yemek pişirdik, tuvalet temizledik, erzak da taşıdık, iftar ettik, buz gibi gecelerde geceledik. Akranlarımız kahvelerde  kâğıt oynarken şiir üzerine konuştuk, yazdık, çizdik, konuştuk, kavga ettik, üzüldük, sevindik. Bütün bunları yaparken samimi bir gönülle kendimizi bu işlere verdik.

Şu bilinmelidir, ocaklılık gönüllülüktür. Hiçbir iş, menfaat saikiyle uzun müddet sürdürülemez. Geldiğimiz çağda görüyoruz ki kendimize “ağabey” bildiğimiz insanlar, partilerde, akademiyada, bürokraside kendilerine ocak vasıtasıyla güzel yerler edinip o yerlere  birer “şeyh”, “ hocaefendi” edasıyla kurulmuşlardır. Kimsenin mevkiinde, makamında gözümüz yoktur, zaten oralara gözümüz düşse ar eder, geceler uyuyamaz, hastalık ediniriz.

Ama şu artık aşikârdır: Türk Ocakları, içinde yanan Türklük ateşini besleyen gönüllerin, menfaat  uğruna kırıldığı bir menfaat dökümhanesi haline gelmiştir. Bu menfaat dökümhanesinde, Türk merkez sağ siyasetinin  zehirli gıdası sayabileceğimiz “Türk-İslâm” sentetik fikri, Türk demirine katıştırılmıştır.  Türk cevherinin asil özü, Arap hurafeleriyle, Emevici iktidar hırsıyla ve nakilci/ ayrıntıcı Vahhabi taassubuyla kirletilmiş, bozulmuştur.  Türk Ocakları, bir müddet yöneticilik veya  üyelik edilip sonra siyasete dalınan bir atlama tahtası haline getirilmiş, yozlaştırılmıştır.

 Bundan dolayı bu günkü Türk Ocakları’nın, kurucu babaları Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura  vs ile ne Türklük bilinci ne de entelektüel dağarcık açılarından en ufak bir ilgisi kalmıştır.  Mevcut yönetimin hiçbir entelektüel faaliyeti, edinimi, bilinci yoktur! Bu, Türk Ocakları yönetimlerinin geçici bir zaafı değildir. Bu, doksanların ikinci yarısından sonra taşra siyasetçisi kafasındaki ilkel insanların, içi boş itibarlarıyla ocağın yönetimini ve tarihini, alabildiğine sömürmelerinin itiyat haline getirilmesidir; yapısal, yayılmacı ve birikimli bir fitnenin ta kendisidir!

Şimdi ocaklı milliyetçilerin önüne bir fırsat gelmiştir. Bu da eşine ender rastlanır bir fırsattır. Bu, milliyetçiliği, sosyoloji, tarih, hukuk ile savunan  ocak kurucularının  entelektüel ve ahlâkî mirasına sahip çıkmak fırsatıdır.

Bu fırsat, Türk varlığını, Arapça öğrenmeye bağlayıp bedevi ilkelliğine ortak eden, şeriatçı özentisi siyasî menfaat odaklarına “Dur!” demek fırsatıdır!

O halde kırk çerisiyle ölümü kalbinden vuran Kürşat’ın, Anadolu’nun kalbine Türk adını kazıyan Alparslan’ın, Konstantiniye’yi Türk İstanbul yapan Fatih’in ve “Ya istiklâl ya ölüm!” diyerek  bize millet olmak azmini yeniden kazandıran Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün çocukları olarak yabancılaşmış, yozlaşmış, işbirlikçi pislikleri kutlu ocağımızdan el birliğiyle temizleyelim!

Ne mutlu Türküm diyene!
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!



9 Nisan 2014 Çarşamba

Türkleşmiş Bir Sol İhtiyacı

Haziran eylemlerinin, Türkiye’de, şimdiye kadara alışılmamış bir bütünleşmenin işareti olduğunda, hemen herkes müttefik.

Ellerinde Türk Bayrağı ile  farklı görüşteki gençlerin aynı ceberrut  yönetimi protesto etmeleri sanırım kuşak farkını yaratan kemikleşmiş önyargılar yüzünden bir türlü doğru anlaşılamadı.

Gerçi solda yavaş yavaş “milliyetçilik” terimine duyulan antipatinin eridiğini görebiliyoruz. Gene de açıkça milliyetçi olmanın hâlâ  bir tür ayıp sayılması ilginç.

Solun Sinan Meydan gibi araştırmacı yazarları bir yandan lâik bir “ulusal devlet” olmak gerekliliğinden, Kürtçülüğün ve İslâmcılığın ta en başından beri ulusal devlete karşı olduğundan bahsediyor bir yandan da “Türklüğü”  aynen İslâmcılar gibi  bir tür etnik kimlik gibi görmek, onun değerlerine sahip çıkmayı da ırkçılık gibi sunmak yanlışına düşüyorlar.

Evet bir “ulusal bütünlük” sorunu söz konusudur. Dinci iktidarın, etnik ırkçılıkla meydana getirdiği ihanet koalisyonu bu bütünlük sorununun aciliyetini gösterdi fakat meydana getirilecek “ulusal bütünlüğün” adının konması noktasında sol hâlâ kararsız, kafası da  hâlâ  karışık.

İlerici, aydınlanmacı olmak iddiasında sol maalesef en azından dünyanın diğer ulusal sollarının çizgilerine bakmak yerine  ideolojiyle çelişip çelişmediği, faşizme kayıp kaymadığı endişelerini taşıyor. Bu açmaz CHP’de açık PKKlı, Tarıkulu ve Aygün gibi vekillerle Tarhan, Genç, İnce, Ayman  gibi vekillerin aynı anda barınmasında ortaya çıkıyor.

Bu da solun “Türk’ün” kim olduğunu anlayamamasından doğuyor.

Sol için ulusal bütünleşme sorunu, ortak değerler, hedefler ve tarih ile bütünleşme noktasında artık kabul ediliyor ama   “Kimin tarihi?”, “Kimin değerleri ve hedefleri?” sorularına  “Türk’ün!” cevabı bir türlü verilemiyor. Sol hâlâ “alt yapı” sorunu sandığı ekonomi, işsizlik konularıyla havanda su döverken ekonomik sorunların öznesini görmekte isteksiz duruyor.

Türkiye’de sol, “Kürt” adının gerçekliğine inandığı kadar maalesef Türk adına inanmıyor. Dolayısıyla ana problemin ülkenin gerçek sahibi büyük toplum, Türk Ulusu’nun  bağımsızlık sorunu olduğunu  da anlayamıyor. Sol Türk adını, Atatürk’ün  geçici bir tür siyasi manevrası gibi görmeye devam edebilir ama bağımsızlığın ancak adı ve tarihi belli bir ulusla korunabileceğini anladığında;  ülkemiz  bölünmüş ve işgal edilmiş olabilir. Solun Türkleşmesi bu açıdan aciliyet taşıyor.



3 Nisan 2014 Perşembe

1. Kişisel Not

1.       
Tavrımı ve kişiliğimi karıştırma.
 Kişiliğim, kim olduğuma bağlıyken; tavrım, senin kim olduğuna bağlıdır.
Canım hiçbir şey yazmak istemiyor. Bitirmem gereken bir kitap dosyası var, elim varmıyor. Çevrem  cehaletle kuşatılmış…

Artık ancak   kibir son sığınak gibi görünüyor, zorbalığın fütursuzluğuna karşı. İşin kötüsü samimiyet de okur yazarlar için anlam ifade etmiyor.

Beni çözülmesi gereken bir hasta hayvan gibi gören zihin okuyucu literariler…

Beni anlaşılması gereken bir düşman gibi gören bağnazlar.

Kendimle dalga geçmemdeki ciddiyeti anlayamayan ikircikli uzmanlar…



Yoruluyorum… Sadece Attila İlhan okuyabiliyorum. Başka da br şey yapmak istemiyorum. Ders ve ukalalık daha sonra , anlayacağınız … J

2 Nisan 2014 Çarşamba

Yarım Yamalak Bir Okumayla "Hangi Sol?"

Daha bitmedi ama… “Bitirmeden nereden anladın?” derseniz; “Sorun yöntemi anlamak !” derim ben de…

Yani?

Yani bir adam elinde ne varsa ona göre çalışır. Hiçbir aşçı marangoz  gibi çalışmaz. Alet edevatı farklıdır, çalışma bilgisi farklıdır vs vs vs…

Atiilâ İlhan Merhum’un “Hangi Sol’undan” bahsediyorum. Herşeyden evvel, kitabı kırkımdan sonra okumaya başladığım için pek memnunum. Neden memnunum? Çünkü hayatın  çeşitli unsurlarını bir araya getirip düşünmek alışkanlığında epey mesafe kat etmiş oluyor insan. Bazılarına göre bu “kemikleşmedir” belki.

Merhum çok romantik. Bu inkâr edilemez.  Kendilerini duygulardan arındırmış, saf akılcı ideoloji öğretmenleri olarak gören veya öyle görünmeye çalışan sosyalistlerin, komünistlerin  bohemliklerinden bir tür ahlâkî tutarlılık ve estetik çıkarma gayreti çok hoş.

Peki “Hangi Sol” bundan mı  ibaret? Elbet değil.

“Hangi Sol” adam akıllı idealist bir kitap. Bazıları ( ki “bazıları derken” yazıları büyük kitlelerde  tepkiler doğuran büyük bir yazarmışım gibi yazdığımın da farkındayım.)

Bir sosyalist, hele o sosyalist soğuk savaşın en soğuk devirlerinde  Avrupa’nın göbeğinde beş parasız entelektüel tartışmaların içinde  kalmışken, kafasını yurt için sosyalizm  taşlarına vur ha vur yazarken nasıl “idealist” olabilir, değil mi? Sanırım bir sosyaliste edilebilecek en büyük küfür ona” idealist” demektir.

İyi de o zaman neden kitap durmadan ve durmadan “  O değil, bu değil, o halde hangisi?” sorusu ekseninde  dönüyor?

“ O olamaz, bu da olamaz… Aslı budur!” gibi bir lâf ettiğinizde ki Attilâ İLHAN bunu lâfı pek sık ediyor, idealizmin urganına tutundunuz demektir.  Bir şeyleri açıklarken sık sık “ Diyalektik gereklilik!” gibi koca koca konuşmak değil mesele. İş insanın insanlığını sağlamaya geldiğinde tek bir doğru, “ideal” olanı bulmak gayretine bağlanacaksın arkadaş! Dünyadaki bütün  kollektivist örgütlerin dünya  ile birbirleriyle kanlı bıçaklı olmalarının tek sebebi, idealist olduklarını fark edememek.

Sovyet Komünist Partisi burada aslında ideolojinin gereğini yapıyor. İLHAN onu “Moskova kilisesi” olarak eleştirirken diyalektikle falan uğraşmıyor, açıkça onun meşruiyetini sorguluyor, onu yanlışlıyor. Bunu o kadar açıkça ve cesurca yaparken yönteminin idealizm olduğunu ne yazık ki fark edemiyor. “Doğrusu nedir?” sorusunun cevabının aranmasının, bizatihi idealizm olduğunu görebilseymiş her şey  belki ne kadar farklı olabilirmiş?

Gene de zamanının dinleştirilmiş komünizmini cesurca sorgulamasıyla, işlek dili ve  kanlı bir yanlışa hasredilmiş olsa da fikir namusuyla “Türk” olduğu için sevdiğim, gurur duyduğum bir şair Attilâ İLHAN…

Çok yaşa kaptan!