31 Mart 2014 Pazartesi

Türk Seçmeninde Ahlâk Ve Bilinç Sorunu

Günlük yazılar eskimeye mahkûm.

Onları değerli kılacak şey, gerçekleri, mümkün olduğunca objektif ve evrensel bir takım ilkelere göre  değerlendirerek  birer ders haline getirebilmek.

Bu yüzden günün şartlarına bağlanarak hangi ilde kimin kazandığına dair  ilkokul aritmetiğine dayalı akıl yürütmeler belki televizyon ekranlarında reklâm alabiliyor ama çabuk da bayatlıyorlar.

2014 seçim haritasının 2009 seçim haritasıyla birebir örtüşmesi ne anlama geliyor? Bence önemli hususlardan belki de en önemlisi bu.

Bu harita, Türkiye’de ayrışmanın sertleştiği anlamına geliyor. Herkes “kendisinin” bildiği yere sıkı sıkıya sarılmak endişesini gösteriyor. İyi de bu ne demek?

Bu hükümet eliyle üç ayrı Türkiye’ni artık oluşturulduğu anlamına geliyor.

Ad konulmamış, hükümet eliyle yürütülen bir dehşet dengesi federasyonunda yaşıyoruz artık.

2009 seçimlerinden önce haritalar her seferinde değişirdi. Bu da  bireylere oy verdiğimiz gerçeğiyle açıklanırdı.

Oysa 2009 ve 2014 seçimlerinde insanlar sadece rögar kapaklarına, temizlik işlerine vs oy vermedi. 2014 seçimleri, seçmenlerin nasıl bir Türkiye istediklerinin referandumu oldu diyebiliriz.

Buna göre  doğu ve güney doğu, Türk’ten tam anlamıyla arındırılmış etnik ırkçı bir Kürt özerk bölgesi  olmak istediğini beyan etti.

Orta  Anadolu ve Karadeniz  halife bir başbakanın önderliğindeki ümmetçi bir şeriat devletini arzuladığını söyledi.
Kıyılar ve Kars’ta da  eninde sonunda Türk kalmak, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti yaşatmak istediğini  söylemiş oldu.

Eğer  bir önceki seçimden sonra yaşananlara rağmen aynı harita tekrarlamasaydı elbette  bu yorumumuz “uçuk” bulunabilirdi.

Ama seçime giren partilerin propagandalarının temalarına bakmak bile yeterlidir. CHP “Milli birlik bütünlük” söylemiyle MHP ile bir asgari müşterek kurarken AKP “Ben hizmete bakarım, keyfime bakarım!” menfaatçiliği ve etnik ırkçılık istismarı ile  seçime girmiştir.

Bu bağlamda BDP’yi zaten makul ve meşru  bir “parti” olarak kabul edemeyiz. O, özellikle kırsallarda köylüleri  açıkça tehdit ederek PKK’ya oy toplayan bir ihanet şebekesi. Türk düşmanı dinci siyasetin yardakçısı olarak onun artıklarından beslenen bir tür siyasî parazit. Dolayısıyla onun “ söyleminden” bahsetmek abesle iştigal etmek olur.

Peki ne gördük bu tabloda? Bu tabloda başbakanın çok korktuğu sosyal medyayla ilgilenenlerin “ulusal” bilinçli seçmenler olduğunu gördük. Bu tabloda AKP seçmeninin sosyal medya gibi iletişim araçlarından yararlanamayacak kadar cahil ve gözünün önüne açıkça konulan delilleri anlayamayacak  kadar kör inançlı olduğunu gördük. Anadolu’daki geleneksel yobazlık lâiklik şemsiyesiyle sistemi kirletmeksizin siyasete aktartılabiliyordu. Oya bugün rejimin lâiklik ayağı kırılmıştır.

Dolayısıyla şeriatçılığın önünde gerek ideolojik gerekse çıkarsal anlamda hiçbir engel kalmamıştır.
Şeriatçılık bir “bilinç” işi değil. O bir “iman” işi. Şeriatçılıkta inancınızın ne kadar farkında olduğunuza bakılmıyor. O inancın cemaat eylemlerine ne kadar uyum sağladığınız önemli. Dolayısıyla AKPlilerin “bilinçli şekilde”  oy verdiğini söylemek yanlış olur.

Onlar öncelikle tartışılmaz bir inancın taassubunu ölçüsüzce kullanabilmekle sonra da bundan sınırlanamaz bir menfaat elde edebilmenin heyecanıyla ağzı besmeleli hırsızları gönül rahatlığıyla desteklediler.

BDP seçmenine hiçbir şey söyleyemiyorum. Bir çoğu herhangi bir kâğıttaki yazıyı heceleyerek bile zor okuyan insanlar çünkü. Bunun Türkçe bilip bilmemek le ilgisi yok.
Dolayısıyla Türkiye  farkındalık anlamında da üç ayrı kesin bölgeye ayrıldı:
Seçimlerini ideolojisine ve ahlâkına göre  yapan lâik/ulusal kesim…
Seçimlerini kör inançları ve menfaatlerine göre yapan kimliksiz dinci kesim.
Seçimlerini etnik kökene göre yapan demokrasi bilinci  için gereken asgari okur yazarlıktan yoksun bir kabile kesimi.

Belki de bundan sonraki meselemiz,  kafasında fikir namına  tek kırıntı taşımayan Türk düşmanı iki kesimi nasıl ulusal bir bilince yaklaştırabileceğimiz olmalı. Kim bilir?



27 Mart 2014 Perşembe

Türkçü Ne Zaman İdealist Ne Zaman Realist Olmalıdır? II

Bu maskenin arkasında etten fazlası var. Bu maskenin arkasında bir fikir var Bay Creedy ve fikirlere kurşun işlemez.

Peki yeni nesil Türkçü’lerin, akılcılığın tek şekliymiş gibi sıkı sıkı sarıldığı gerçekçilik özellikle siyasal eylem alanında  nasıl bir iddia sahibidir?

Siyasal eylemin dayandığı “realizm” , bize, “var olan” ortamın şartlarına  “ en uygun” cevabın geliştirilmesi gerektiğini söyler. Buradaki “en uygun cevap ” realizme göre sadece şartlarla ilgilidir, bağlamlarla veya idealarla ilgili değildir. Bu durumda meselâ bir realist, herhangi bir hükümetin, benimsediği en iyi şartlar kapsamına karşı çıkan herkesi en zahmetsiz şekilde susturmasının, o ülkenin iyi ve huzurlu bir yer haline gelmesi için  gerçekçi bir çözüm olduğunu iddia edebilir. Çünkü ona göre idealar var olmadığından, bazı normlar geliştirmek ve hele bu hayali normlara bağlanmak da açıkça saçmadır.

Siyasette realizmin iki çaresizliği vardır. Bunlardan birincisi  “gerçeğin” anlaşılması için gerkn bağlamdan bağımsız olmadığını bilmemesidir ki bu bağlam da ancak idealar arası ilişkiyle oluşur.

Siyasî realizmin ikinci çaresizliği de tutarlılıktan mahrum olasıdır. Dikkat edilirse siyasî realistler siyasette ahlâkî kaygıları bu yüzden küçümser, bunları anlamsız, akıldışı sınırlamalar olarak ele alırlar.

Oysa “en uygunun” neye uygun , neye göre uygun olduğuna dair bütün cevapları, o anı sözde kurtarabilmekten ibarettir. Siyasî bir realist bugünden yarına tutarlı bir iş yapmak kabiliyetinden yoksundur, çünkü dünü, bugünü ve yarını bir anlam ve bağlam bütünlüğü içinde düşünmemizi sağlayan idealar dağarcığından mahrumdur.

“Türkçülerin realist olması gerektiğini buyuran”  büyük egolu genç arkadaşlar “siyasetin”  bağlamından da uzak kaldıklarından olsa gerek idealizmin ve realizmin yerini bir türlü tanımlayamıyor.

Bir devletin ahlâkî sorumluluğu öncelikle vatandaşlarına karşıdır, çünkü onu var eden, meşru kılan vatandaşlarının ortak rızasıdır. Bu rızanın meşru şekilde korunması ve sürdürülmesi devletin görevidir. Bu durumda iç siyasette etik tutarlılık için belli bir idealar dağarcığına bağlanmak elzemdir. Hukuk, toplumsal düzende bir ideal olarak vardır.

Uluslararası  ilişkilerde ise devletlerin birbirlerine karşı vatandaşlarına olduğu şekilde bir sorumlulukları yoktur. Aksine uluslararası ilişkiler tek yönlü fayda  algıları üzerinden şekillenir. Bu durumda da  bütün devletleri, milletleri bağlayacak ortak normlar bulmak son derece zordur.  Devletler vatandaşlarıyla  olan ilişkilerinden farklı olarak: birbirlerinin rızasıyla değil, birbirlerine rağmen varlıklarını sürdürürler. Burada  devletlerin anlık faydalarının  sağlanması düşünülür. Şüphesiz devletler  gelişmişlik seviyelerine göre mümkün olan en uzun vadeli faydayı tein etmeye çalışır ama bunu yaparken muhataplarının iyiliğini de düşünmek gibi bir zahmete girmezler yani realist davranırlar.

Bu durumda “Türkçüler realist olmalıdır!” gibi bir fetva vermeden önce argümanımızın kapsamını ve bağlamını,  iyi açıklamalıyız. Ne yazık ki felsefi donanımı henüz pek yeni olan Türkçülerin, bütün mantığının genellikle kısa vadeli siyasal faydadan öteye gidememesi, günümüzdeki en büyük sorunumuz.

Felsefede tutarlılık, kapsam ve bağlam sorunları olmazsa “hayatını bir ideal/ülkü” uğruna  sürdürmenin de ahlâkî anlamı ciddi şekilde silikleşir. Sorunumuz  Merhum Galip ERDEM’in dediği gibi “yeterince sevememekse” bunun en büyük sebebi, sevgiye dair bir tutarlılık geliştirebilecek felsefi yetkinliğimizin olmamasıdır.




24 Mart 2014 Pazartesi

Size Özel Bir Sigortacınız Olsun İster Miydiniz?

Generali Sigorta’nın reklamlarını bir süredir izliyordum. Önce eğlenceli olması dikkatimi çekti, sonra bir arkadaşım aracı için bildiğim iyi bir sigorta var mı diye sorunca aklıma geldi Generali Ali diye:) Reklamları aklımda kalmış demek ki… Üşenmedim gittim sizin için aradım.

Zorunlu Trafik Sigortası veya kasko için Generali’nin 7/24 Özel Sigorta Danışmanlığı hattı 0850 555 55 55’i veya generali.com.tr den 1 dakikada teklif alabiliyorsunuz. Generali Sigorta müşterisi olmasanız dahi bir kez teklif alırsanız size kişisel sigorta danışmanı atıyorlar. Bilgi alan kişi her aradığında, karşısında aynı danışmanı buluyor. Böylece müşteriler sorunlarını her defasında baştan anlatmak zorunda kalmıyor ve telefonda uzun uzun beklemeden işlerini kolayca halledebiliyor. Bildiğiniz size özel bir sigortacınız oluyor:)
Bu arada Generali 1831 yılında İtalya’da kurulmuş ve 150 yıldır Türkiye’de faaliyet gösteriyormuş. Tüm dünyada 65 milyonu aşkın müşterisi varmış. Bir sigorta şirketi için oldukça güvenilirler yani.

Bugünlerde Zorunlu Trafik Sigortasında %70’e varan indirimleri varmış. Eğer yakın zamanda zorunlu trafik veya kasko sigortası yaptıracaksanız Generali’den teklif almadan yaptırmayın derim. Teklifler kişiye ve arabaya özel yapıldığı için indirimler de kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Bu yüzden teklif alırken yaşınız, arabanızın yakıt türü gibi etmenler de önemli oluyor.
Hemen teklif alıp indirim kazanmak isterseniz, 31 Mart’a kadar generali.com.tr yi ziyaret edin.
1 Dakikada Teklif Almak için Tıklayın.

Bir boomads advertorial içeriğidir.
-->

Türkçü Ne Zaman İdealist Ne Zaman Realist Olmalıdır? I

Bu maskenin arkasında etten fazlası var. Bu maskenin arkasında bir fikir var Bay Creedy ve fikirlere kurşun işlemez.



Türk milliyetçileri içindeki az sayıda Türkçüler de sanırım ciddi bir felsefi boşluk içinde.

Şimdilerde  bazı genç Türkçü arkadaşları okuduğumda, liberal gençleri okuyor gibi hissediyorum.

Çünkü  egoları inanılmaz büyümüş ama tecrübeleri  ve felsefeleri yeterince olgunlaşmamış bu arkadaşların “idealizm düşmanlığı”, savunduklarını iddia ettikleri Türkçü tavrı tamamen etkisiz, anlamsız kılıyor.

Bu büyük egolu arkadaşlardan birine idealizmin “adanmışlıktan” daha büyük bir şey olduğunu isim vermeden anlatmaya çalışmıştık. Maalesef gerektiği gibi anlatamamışız.

Aslında bu yeni neslin, “Yeni Başlayanlar İçin Rasyonalizm”  türü kitaplardan elde ediverdikleri realizm modasını anlayabiliyorum.  Yeni neslin şişkin egosunun gerçekçiliğini/realizmini “ Gerçekler neyse ona göre davranırsın olur, biter!” şeklinde özetlemek mümkün.

Bu nesle  anlayabileceği tarzda açıklamak  gerekiyor:
İdealizm belki Aristo’da  “Gördükleriniz idealden sapmalardır!” şeklinde  tarif edilmiştir. Veya genellikle böyle olduğundan “bahsedilir”.

İdealizm düşmanlığı insanın anlama biçimi üzerinde düşünülmemesi yüzünden pek kolay  kabul edilir.

Böylece idealizm, “ideanın gerçek olandan uzak ve hayali olduğu”  anlayışına indirgenir. Hiçbir şeyin ideası yoksa idealizm bize niye gereksin ki?

Şunu öncelikle ve önemle belirtmeliyiz ki konu salt steril bir akademik tartışmadan ayrı olarak öncelikle entelektüel bir etik eylem plânında  önem arz ediyor. Daha özel olarak “Türkçü’nün ahlâkı ve eylemleri nasıl olmalıdır?”  gibi…

İdealizmin insan algılayış/anlayış ve düşünüş biçiminden bağımsız şekilde var olduğu söylenebilir mi? Bunu söylediğinizde aslında, insan dışında var olan ve devşirilmesi gereken  bir şeyler evreninden bahsediyorsunuz demektir. Ve ironik şekilde aslında bal gibi metafizik evrenden bahsediyorsunuz demektir.

O halde şu soruyla başlamak belki yerinde olacaktır: Var olan var mıdır?
Bu soruya üç şekilde cevap vermek mümkündür:
Var olan vardır.(İdealist cevap)
Var olandan bahsedemeyiz.( Nihilist gerçekçi cevap)
Bazen vardır, bazen yoktur.( Moda quantum safsatası ile beslenen yaygın gerçekçilik)

Öncelikle “var olan” diye bir şey yoksa; korumamız gereken hiçbir şey de yok demektir. Bu durumda birbirimizi yok etmemiz sorun teşkil etmemelidir. “Hayat” diye bahsettiğim şey aslında yoksa ve sadece idealist bir safsatadan ibaretse birilerini yok etmemiz, “aslında yok olanı, olmayanı” ortadan kaldırmaktır ki bu durumda zaten cinayetten de bahsetmek gereksizdir.

 Var olan bazen var olup bazen yok oluyorsa: “Yokluk” kavramının var olması, var olmanın mutlak ve aşılamaz olduğunu gösterir. “Yok olabilmek” için önce var olabilmek gerekmesi “bazen” ile belirtilen zaman şartının “var olanın var olduğu” gerçeğini ortadan kaldıramayacağı anlamına gelir.

Peki o zaman var olanın var olduğu ne zaman anlaşılır?

Burada “var olanın anlaşılması” elzemdir. Yani? Her şeyden önce “varlık” bilgisinin, zihninde anlamlandırıldığı bir varlığın olması gerekir. Bu da sadece insandır. Hayvanlar için “varlık” tasası veya kavramı söz konusu değildir. “Kavram” dediğimiz şey bizatihi “var olanın anlaşılması için oluşturulmuş anlam” demektir.

Bu da şu demektir ki insan varoluşu, kendisini, içinde yaşanan dünyayı anlamak gayretiyle belli eder. Bizi hayvanlardan ayıran budur.

Bu durumda idealar nelerdir? Dillerin ayrı oluşu, ayrı ayrı anlamlandırma süreçlerinin geliştiğinin kanıtıdır. O halde ideaların ortaya çıkışı anlamlandırmadan ibarettir. Anlamlandıramadığımız şeyin gerçeklik alanında yeri yoktur, Tanrı dışında. Ki onu bile belirli anlam parçalarıyla, gerçekliğin çeşitli tezahürleri ile ilişkilendirmeye çalışırız. Aristo insanın anlamlandırma kapasitesini atlamıştır, onun idealizminin zayıf yönü budur. Peki ama felsefesi tesadüfen mi başarılı olmuştur?
O aslında bizim bugün anladığımız şeyleri baştan söylemiş…

Neden böyle düşünüyoruz? Çünkü insan dil vasıtasıyla anlamlandırma ve kategorizasyon yapar. Şeylerin  varlığı ve biricikliği olmaksızın dili  meydana getirmek, bağlam oluşturabilmek mümkün değildir. Muhakeme, mukayese kategorizasyon sayesinde mümkündür. Buna diyalektiğin temeli olan mantık da dahildir. Şeylerin varlığının mutlaklığı kabul edilmeksizin bağlamlar oluşturulamayacağı içindir ki “zıtların beraberliğinden” bahsedebiliyoruz.

Kimlik kanunu olmaksızın zıtlık bağlantısını iddia edemezdik. A hem A hem de B olamadığı içindir ki “tezat” vardır.


(Devam edecek…)

23 Mart 2014 Pazar

DUAM GELDİ:

Kanayan onca yarama bir yeni yara ekleme Yarab,
Kırım'da yükselen bayrağımı bir daha indirme Yarab...
Türkmeneli'nde, Bayır-bucak yerinde,
Doğu Türkistan'da, Güney Azerbaycan'da,
şimdi de Kırım'da
Son iki asırdır kanım dökülmekte, canım alınmak da...
NE BİTMEZ ZULÜMDÜR,
NE BİTMEZ BİR İMTİANDIR,
BİTİR YARABBİ!
TÜRK'E TÜRK OLDUĞUN HATIRLAT YARABBİ...

TESPİTİM GELDİ: KURBAN OLMAK


Kırım Mitinginde "Türklüğünüz sizin olsun!" diyen Prof. ünvanlı vatandaşı gördükten sonra, dünyanın en çaresiz sevdalılarının Türklük sevdalıları olduğuna bir kez daha iman ettim...
O mitingde başlarına bir şey gelse savunacak bir Allahın kulunun bulunmayacağını adım gibi bildiğim, ver dediklerinde canlarından başka verecek daha kıymetli bir şeylerinin olma ihtimali olmayan, Türklükleri tek sermayeleri olan bu gençler, kendilerinden öncekiler gibi, belli ki kendilerinden sonra aynı sevdaya düşecekler gibi sahipsizliğe kurban olup gidecekler...
Yüreğimde anlaşılmaz derin bir sızı, alıp başımı gidesim var!

TESPİTİM GELDİ: ÜMRANİYE SENDROMU

Türk Silahlı Kuvvetleri, 12 Eylül öncesinde Muğlalı Paşa sendromu yüzünden uzun yıllar zaaf yaşadı. O günlerde sorumluluk üstlenen olmayınca ülkücüler canları pahasına devreye girmek zorunda kaldı...
O günkü komuta kademesi şartların müdahale edenler (kendileri) için risk oluşturmayacak hale gelmesini bekledi yani olgunlaşıncaya kadar insiyatif almadı.
Sonunda... müdahale etti ama züccaciye dükkanına giren fil gibi herşeyi darmandağın etti. Bir nesli tarumar etti. Ardında derin acılar, travmalar bıraktı...
Oysa seçilmişler ile birlikte hukuk içinde insiyatif kullanılmasında rol alsalardı, sonuç bu kadar vahim olmazdı...
Şimdi çok daha büyük bir zaafın tam göbeğindeyiz.
Ümraniye (Ergenekon) davası sendromu, TSK'nin komuta kademesinden en küçük rütbeli askerine kadar her komutanda bırakınız insiyatif kullanma, verilen emirleri uygulamada bile tereddüt, geri durma, risk almama gibi neticeler doğuran ağır bir hasar oluşturmuştur...
Ayrılıkçı güçler hiç olmadıkları kadar güçlenmiş durumda...
Ülke bölünmenin eşiğinde...
Belirtileri görülen bu zaafların acil tedavi edilmeleri gerekmektedir...
HUKUK ÇERÇEVESİNDE BU KUMPASI KURANLAR VE HAKSIZ SALDIRILARI YAPANLAR CEZALANDIRILMALI, MASUM İNSANLAR KİM OLDUĞUNA BAKILMAKSIZIN SERBEST BIRAKILMALIDIR...
30 yıl öncesinin kan davasını güderek TSK kuvvetlerine hala düşmanlık besleyenler, Türk düşmanlarının ekmeğine yağ sürdüklerini bilmelidirler...

DEVLET GÜCÜNÜ KULLANMAK

Bunu anlamak bu kadar mı zor, anlaşılması için sıralayalım:
1. Devlet kutsal değildir.
2. Devlet millet için vardır.
3. Devlet iradesi ancak hukuki bir çerçevede kullanıldığında meşrudur.
4. Devlet vatandaşın mal ve can güvenliğinin teminatıdır.
5. Devlet vatandaşlarının ideolojik veya siyasi tercihlerine karışamaz
6. Devletin, dini/mezhebi olmaz, vatandaşlarının seçtiği dinlere/mezheplere eşit mesafede olmak zorundadır.
BU YÜZDEN DEVLET ADINA AYRIMCILIK YAPANLAR, BÖLÜCÜLÜĞE YOL VERENLER, ÖTEKİLEŞTİRİCİ POLİTİKALARI YÜRÜTENLER VE ÖLDÜRÜCÜ GÜÇ KULLANANLAR SUÇLUDURLAR VE DEVLETİ TEMSİL EDEMEZLER…
HELE ÇOCUKLARI ÖLDÜRENLER BİR AN ÖNCE CEZALANDIRILMASI GEREKEN SUÇLULARDIR….

TESPİTİM GELDİ: VAZİFEMİZ BİRLİK

 Gezi olayları süreci hayat tarzlarını tehdit altında gören apolitik kitlenin Gezi Parkında yaşananlara tepkisiyle başladı. Olayların, bütün mutedil kesimleri içinde barındıran karakterinin, marjinal taşeron sol örgütlerin ve PKK'nın eline geçmesiyle sonuçlanmasında, hükümetin bu örgütlere göz yuman yaklaşımı etkili olmuş ve böylece, bu örgütlerden ürken halkın sahneden çekilmesiyle olaylar neticelenmişti...
Başlangıçta apolitik kitlenin sahip olduğu hislerle harekete geçen milliyetçi kitle merkezi talimatla geriye çekilince saha tamamen bu marjinal grupların elinde kalmıştı... İtaat etmeyen çok sınırlı sayıdaki milliyetçi oluşumlar ise kitleleri yönlendirme kabiliyetinden sayıca azlıkları nedeniyle yoksundular...
2000'li yılların milliyetçilik anlayışının ne olduğu sorusunun net bir cevabı vardır. PASİFİST MİLLİYETÇİLİK diye tanımlanabilecek olan bu yaklaşım emekli olmuş yaşlı bir generalin ruh halini andırmaktadır. Gençliğin dinamik yapısını ve heyecanlarını tatmin etmekten çok uzaktır. Aşırı tecrübe ve itidalin etkisi ile reaksiyon verme hızının düşmüş ve reflekslerinin zayıflamış olduğunu da görmek lazımdır.
Son zamanlarda köşe yazarlığından akademik hayata kadar geniş bir yelpazede Türk milliyetçiliğinin entelijansiyası denilebilecek alanlarda peşpeşe ürünler verilmeye başlanılmış olması sevindiricidir. İnternet ortamının sağladığı imkanları da kullanma kabiliyeti olan milliyetçi bir neslin ayak sesleri ciddi ciddi duyulmaya başlanmıştır...
MİLLİ BÜTÜNLÜĞÜMÜZÜN HİÇ OLMADIĞI KADAR TEHDİT ALTINDA OLDUĞU, VATAN KAYBETME TEHLİKEMİZİN YAKIN VE GÖRÜNÜR OLDUĞU BU DÖNEMDE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKRİNİN TOPLUMUN BÜTÜN KATMANLARINA HAKİM HALE GELMESİ, BAŞIMIZDAKİ KARABULUTLARIN DAĞILMASI İÇİN GEREKLİLİKTEN DE ÖTE BİR ZARURETTİR!!
Bu yüzden yolbaşçı olma konumunda olanlarla milliyetçiliğin akil adamlarının toparlayıcı, kucaklayıcı ve motive edici hedefe odaklı bir yaklaşım içinde olmaları gereklidir...

AKIN VAR AKIN, GÜNEŞE AKIN...


Az önce çay almak için gittiğim mutfakta yoldan sesler geldiğini duyunca, pencereden baktım. Birden yüreğimi saran sevinci, gözlerimin dolması izledi...
Ne mi gördüm?
Çocukluğumdan beri köylerde kasabalarda, mahallelerde, terminallerde gördüğüm, sonra açılım süreci ile bıçak gibi kesilen, sessizliğe gömülen ya da artık benim rastlamadığım; o askere gönderme manzarasını gördüm ve gençlerin gür sesleriyle "EN BÜYÜK ASKER BİZİM ASKER!" diye bağıran seslerini duydum...
AKIN VAR AKIN GÜNEŞE AKIN, GÜNEŞİN FETHİ YAKIN! diye bağırasım var....

GAFLETTEYİZ...

Bugün derste birinci sınıf öğrencilerinin "devam" konusundaki sorularını cevaplıyordum. Ön sıradaki öğrencilerden birisi "Hocam, ben bir seçimlerde memlekete (Bingöl) gideceğim o hafta devamsızlık yapacağım, sorun olur mu?" diye sordu. "Olmaz, hayırdır, bir yakının mı aday, onu desteklemek için mi gidiyorsun?" diye sordum. " Yok hocam, tanıdık kimse aday değil, bu seçimler bizim için çok önemli o ...yüzden gidiyorum" dedi...
Anladım, saflığa vurdum. " Belediye seçimlerinde aday önemlidir, halkımız parti ya da ideoloji ayrımı yapmaz... Niye önemli olsun ki?" diye sordum. "Cevap vermek istemiyorum, sebebi özel..." dedi.. Üstüne gitmedim. Sınıfa sordum; "Kaç kişi seçimler için gidecek? El kaldırsın..." Sınıfın Doğu ve Güneydoğulu öğrencilerinin tamamı el kaldırdı...
Gülümseyerek; "Bu memnuniyet verici bir gelişme, oyuna sahip çıkan bir yeni nesil geliyor, galiba..." dedim.
İçimde bir fırtına koptu ama bir hoca olarak hislerimi belli etmemem gerekiyordu.. Bende belli etmedim...
Bir ders önce 12 TL değerindeki ders kitabı için paralarının olmadığını söyleyen öğrencilerim, seçim için belliki örgüt görevi olarak evlerine oy kullanmaya gidecekler...
TEHLİKE BURNUMUZUN DİBİNDE GÜLE OYNAYA GELİYOR, EY HALKIM SEN HALA İŞTE OYNAŞTASIN! NE DİYEYİM BEN SANA...

HAYALİM GELDİ: KEŞKE OLSA...


 MHP'den üç beş milletvekilinin bir uçağa atlayıp Tayland'a gitiklerini, büyükelçiliği proveke edip, oldu bittiye getirip harekete geçmesini sağladıklarını,Tayland Dışişleri Bakanlığı nezdinde girişimde bulunduklarını, o 220 can Türkiye'ye yollanıncaya kadar birer aktivist gibi çalıştıklarını, bütün bunlar olurken Türkiyenin büyük şehirlerinde konuyla ilgili mitingler düzenlendiğini, CHP'li ulusalcıların gönüllü olarak bu organizasyonda rol aldıklarını, TGB'nin ülkücüleri bu konuda yeterince etkin olmadıkları için protesto ettiklerini, bunun üzerine ülkücülerin işbirliği içinde ortak hareket etme çağrısı yaptıklarını falan hayal ettim...
Sonra bana bile çok iyimser geldi, kendimi hayalperest olmakla suçlayarak öz eleştri yaptım....

SORULARIM GELDİ: ASKERİ VESAYET


 Az önce Twiter'da Nazlı Ilıcak'ın twitlerini gördüm. "Geçmişte destekledim, ama sorun niye destekledim" kıvamında mesajlar atıyordu... Destekleme mazeretlerinden birisinin "askeri vesayeti kaldırması" olduğunu gördüm...
"Askeri vesayet" kavramının "Demokrasi" kavramı gibi bir totem olduğunu düşünüyorum.
ŞİMDİ SORUYORUM:
-ASKERİ VESAYET NEDİR?
-ASKER SİVİL İRADENİN HANGİ UYGULAM...ALARINA "HAYIR" DERSE VESAYET OLUR?
-GÜNCEL OLARAK KULLANILAN ASKERİ VESAYET TERİMİ HANGİ GİZLİ OPERASYONLARA KORUYUCU ÖRTÜ GÖREVİ GÖRÜYOR?
-ASKERİ VESAYETİN KALKMASIYLA ELDE EDİLEN FAYDALAR GERÇEKTEN TÜRK MİLLETİNİN BEKASINA HİZMET EDİYOR MU?
-BİZİM ASKERİ VESAYET DİYEREK RED ETMEYE YÖNELTİLDİĞİMİZ HUSUSLARA İLİŞKİN UYGULAMALAR GELİŞMİŞ OLARAK KABUL ETTİĞİMİZ BATILI DEMOKRASİLERDE VAR MIDIR? VARSA NASIL UYGULANMAKTADIR?
-ANAYASANIN İLK DÖRT MADDESİ VE GİRİŞ MADDESİNE BAĞLILIK ASKERİ VESAYET GÖSTERGESİ MİDİR?

MECBURİYET


İtiraf etmeliyim ki, son dört yıldır bir umut gayret gösterip, Kürt kökenli öğrencilerimde var olan ya da yurt ve okul ortamlarındaki PKKlı öğrencilerin tesiriyle kabaran etnik ırkçılığa karşı, karınca kararınca bir tesir oluşturmaya, Köy Sosyolojisi gibi bazı derslerimin bana sağladığı avantajı da kullanarak adeta çırpınırcasına gayret gösteriyorum.
Sözlerimin öğrencilerim üzerindeki tesirinin hükümetin açılım politikası çerçevesindeki oluşturduğu iklim yüzünden uçup gitmesi bende yeni bir yol arayışına soktu.
Şimdilerde Kürtleşmiş Türkler olgusunun üzerine gidilmesinin daha akılcı bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum.
Diğerleri olaganüstü bir heyecanla kendilerini ait hissettikleri, baskılanmış ve zulm görmüş olduğunu varsaydıkları, tarihini antik çağlara kadar indirdikleri bir halka mensup olma şuuru ile bizim bir şey yapmış olmamamıza gerek kalmadan kendilerini öteki olarak görüyorlar...
Açıkcası hükümet hoyratça ortasından sıktığı için macun tüpünden çıkmış durumda... Kürtleşmiş olanlar ise, başta fizyolojik görünüm, sonra mezhep farkından dolayı bu durumu çokta içselleştirememiş durumdalar...
Ben bu kapıdan Ali Rıza Özdemir, Macit Gürbüz, Mehmet ERÖZ vb yazarların kitaplarından faydalanarak giriyorum. Hem anlatıyor, hem de kitapları okumaları için veriyorum... Buralarda kitap bulmak zor olduğu için okutabildiğim öğrenci sayısı az olmakla birlikte dediğim gibi ben elimden geleni yapıyorum...
Bir öğrencimi vatana kazandırsam kardır diye bakıyorum...
BDP'nin ve PKK'nın Diyarbakır mitingini görünce, gidişata DUR demek için ne kadar geç olduğunu idrak etmekle birlikte, bir şeyler yapmadım dememek adına emekleyerek de olsa çabalamaya devam etme kararlılığındayım...
Son yıllarda Cumhuriyet toprakları içinde olmasa bile, Misaki milli sınırları içinde olduğu, ya da Türk varlığı nedeniyle bizim dediğimiz eski Musul Vilayetimizi, Suriye Bayır Bucak Türkmenelini, en sonda kabul etmek zor gelse de Kırım'da vatan kaybettik.
Bir de insansız bile olsa Türk coğrafyasında yer alan Egedeki 16 adamızı kaybettik...
Görünen o ki, silkinip ayağa kalkamazsak, Cumhuriyetimizin oldukça büyük bir parçasını kaybedeceğiz...
Balkanlarda kaybettiğimiz anavatanımızdan sonra yaşama ihtimalinin yakın ve görünür hale geldiği böyle bir faciayı göremeyen gözlere göstermek, anlayamayanlara anlatmak, duymak istemeyenlere duyurmak üzere vaziyet almak bir vazifeden öte adeta TÜRKÜM diyen herkes için bir MECBURİYETTİR!

TESPİTİM GELDİ: ÖFKELİ YANDAŞLAR

Facebook'ta karşılaştığım AKP'liler yaptıkları yorumlarda inanılmaz derecede öfkeliler...
Tayyip'in Erzurum Mitinginde alanı terk edenlere ve bu konuda sorular soran basın mensuplarına da saldıracak kadar hırçınlar...
Devlet erkini ele geçirenleri anlıyorum da, bizden beter çulsuz oldukları her hallerinden anlaşılan bu insanlar hangi menfaatlerini kaybettilerde bu denli öfkeli ve saldırganlar diye düşünmeden edemiyor insan...
Aslında bunun cevabını gene AKP'li olan bir akademisyen özel sohbetimiz sırasında şöyle vermişti... "AKP gene yüksek oy alacak, kardeşim, ideoloji, Türkçülük, idealistlik gibi şeyler senin gibiler içindir... Halkın büyük kesimi menfaatine bakar... İster kabul edin ister etmeyin, AKP döneminde halkın büyük kesimi emme büyük emme küçük AKP iktidarından nasiplendi... Geçen benim teyze oğlu telefonda söyledi. Kayseri'de anamdan babamdan 30 bin TL miras kaldı, bir raylı sistem yaptılar. Benim 35 bin TLlik ev 90 bin TL oldu. Bana anamdan babamdan fazla katkı sağladılar. Oyum tabiki AKP'ye... Benimde Van'da bir evim vardı. Depremden sonra fiyatı katlandı katlandı 190 bin TL oldu... Birde deprem konutu verdiler... Yolları görüyorsunuz, perişan oluyorduk, şimdi rahatız. Arkadaş AKP geldiğinde her yüz tanıdığımdan 30'unun arabası vardı, şimdi 80-85'inin arabası var... Benim Sarıoğlandaki köyüme Cumhuriyetin başından belli doktor gelmemişti. Şİmdi her ay hemde bir kaç kez geliyor... Ben bu halkı tanıyorum, menfaatini sever, menfaatini sağla, hırsızlığı da yolsuzluğu da haklı çıkaracak bir bahane bulur..."
NE DİYELİM BİLEMEDİM ŞİMDİ, "BAL TUTAN PARMAĞINI YALAR" ATALAR SÖZÜNÜN MUCİDİ BU MİLLETE ALLAH AKIL FİKİR KADAR İZANDA VERSİN...
BORÇ BATAĞINA GÖMÜLMÜŞÜZ, NESİLLERİMİZ, BAĞIMSIZLIĞIMIZ, VATAN TOPRAĞIMIZ İPOTEK ALTINDA, BENİ İLGİLENDİRMEZ, BEN MENFAATİME BAKARIM DİYENE NE DENİR? HAKİKATEN BİLEMEDİM...

LİSE MÜDÜRÜ VE DEĞERLER

YGS sınavında bir lisede Bina Sınav Sorumlusu olarak görevli olduğum için, görevli olduğum liseye sınavdan öce gittim. Lise müdüründen sınav ile ilgili görevlerin yapılıp yapılmadığı hakkında bilgi aldıktan sonra sohbet etmeye başladık.
Kendisini Türk Eğitim Sendikası Iğdır Şubesinin İstişare Toplantısında gördüğümü söyleyince şaşırdı. "Üniversite hocalarının neredeyse tamamının Eğitim Bir Sen üyesi olduğunu" söyleyince gülerek, "bana da Rektörün selamının yanı sıra bir istifa mektubu, bir de başvuru formu yollamışlardı" dedim. Gelen memurlara birer çay ikram ettikten sonra, sert bir ifadeyle yapacak önemli işlerim olduğunu söyleyerek odadan kovduğumu anlattım.
Yüzünde acı bir tebessüm ile "Hocam, şimdide bizi tehdit ediyorlar" dedi. "Nasıl?" diye sordum. Kanunla görevden alındıklarını hatırlatarak, "Bizim sendikaya üye olun yeniden atayalım diyorlar" dedi...
Ve sözlerini "hocam, ben kendimi bildim bileli ÜLKÜCÜYÜM, bir koltuk için hiç bir değerimi satamam" diyerek tamamladı...
Bir dombracının sırtıma sapladığı, üç gündür çıkaramadığım hançeri bu sözleriyle kolayca çıkardığını fark etmedi bile...
Müsaade istedim ve yüreğimde bir tazelenme ile okuldan ayrıldım...

22 Mart 2014 Cumartesi

Türban Fitnesi Ve İntihar Özgürlüğü Sapkınlığı


Nevruzu yazmak isterdim ama bugün  televizyonda haber seyretmeye yüreğim el vermedi.  Bir milletin kabile ırkçılığı ve terörü karşısındaki aczini seyretmek istemedim. Ama aklıma başka bir konu geldi: Türban.

Gerçi bu konuda çok konuşuldu ama en nihayetinde liberal haklar kuramının haklılığını savunan bir insan olarak türbanın dini emir olmak iddiasıyla temel haklarla ilişkilendirilmesinin yanlışlığını düşündüm.

Peki ama bunun bugünle ne ilgisi var? Bu popüler bir yazı konusu olabilir mi? Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Bugün bizi etnik ırkçılık önünde aciz duruma düşüren şey, ülkede kendini Müslüman sayanların, dinlerinin, türban fitnesiyle sömürülmesine gösterdikleri rızadır.

Nur Suresi 31. Ayeti dışında başörtüsü veya türban denen eşya ile ilgili  hiçbir delil yok. Görünen bu. O delilin bile zayıflığı ortada. Kaldı ki  bir kadının saçlarının neden bir cinsel çekim unsuru olması gerektiğini hiç kimse bilmiyor. Hadis denen rivayet torbasından nass uydurmak  yobazlığı ile iş kotarılmaya çalışılıyor. Demek ki baş örtmenin Müslümanlığın gereği ile ilgisi ya yok ya da yok denecek kadar az!

İş dönüyor dolaşıyor “temel haklar” konusunda düğümleniyor. Neymiş efendim: “Biz böyle olduğuna inanıyoruz!” denerek, inancın akıl dışı ve tartışılmaz bir şey olduğu iddia ediliyor. “İnandığı gibi yaşamak” diye bir şey yok mu? Elbette var! Sorun şu: İnandığınız şekilde yaşarken aklı yok saydığınızda, davranışlarınızdaki aklî sorumluluktan kurtulmuyorsunuz! İnandığınız gibi yaşamak, sizi yapıp ettiklerinizin, akla dayanan hesabını vermek sorumluluğundan kurtarmıyor!

Temel haklar üzerinden “inancı yaşamayı” savunanlar, işte bu akıldan ve sorumluluktan bağımsızlığı arzuluyorlar. “Biz akılsızca inansak da kimse bunu tartışmamalı!” diyorlar aslında.

Peki  davranışların diğer insanları etkileyen sonuçlarını ne yapacağız? “İnandığı gibi yaşamak isteyenlerin” akıl dışı inançlarıyla bir iktidar mevkiinde, ülkeyi yönetmelerinin sonuçlarını nasıl yargılayacağız?

İnancı tamamen akıl dışı, tartışma dışı bir sahaya çektiğinizde; yaptıklarınızın akıl ve tartışma dışı kalacağını mı sanıyorsunuz? Eylemleri akıl ve tartışma dışı olan tek bir varlık vardır: Tanrı!

Biz inandığımız gibi yaşamak istiyoruz, şeriata inanıyoruz ve onu yaşamak istiyoruz!” dediğinizde, şeriat rejiminin, sizin inanç hürriyetiniz altında korunarak tartışmadan uzak kalabileceğini mi sanıyorsunuz?
Türban, akıl dışılığın, yobazlığın, aklı ve akla dayanan haklar kuramının ilkelerini sömürerek kendi iktidarını kurmasının bir sembolüdür.

Türban, “haklar” söylemiyle şeriatın haklarımızı, aklımızı, özgürlüğümüzü yok etmesinin bir istismar aracıdır.
Türban veya başörtüsü dinin açık emri olmadığı, yoruma dayanan bir uydurma farz olduğu için açıkça bid’attir.
Ayrıca beşeri hukukun akla dayanan ilkelerini kullanarak akıl dışı bir inanç iktidarı yaratmanın vasıtası olduğu için de yalan ve fitneden başka bir şey değildir.

Türban, insan beynine, akıl yürütmenin araçları olan dilin ve mantığın girmesine engel olan bir   yobazlık miğferidir. Bu yüzdendir ki kendilerini modern Müslümanlar olarak gören türbanlı kadınların hiçbirine, neye niçin inandıklarını soramazsınız.
Peki hayat, mülkiyet ve hürriyet haklarını istismar ederek iktidarı elde edip  daha sonra kendilerini tartışılmaz inançlarının sözde temel haklar dokunulmazlığı ile koruyarak şeriat düzenini getirenlere karşı mesela “temel haklar” kuramının  en baştaki savunucuları olan liberal camia ne söylemiştir? Hiçbir şey!

Bugün gelinen nokta şudur: Geçmişte henüz tarafların eylemlerinin sonuçları ortaya çıkmadığından hüsn-ü zan ile oluşturulan “ başörtüsüne özgürlük” kanaati bugün anlamını yitirmiştir. Çünkü başörtüsünün veya türbanın, ona özgürlük sağlayan ulusal hukuk birliğine, ulusal egemenliğe, beşeri hukuka karşı düşmanlığın bir  aracı olduğu ortaya çıkmıştır.

Şurası kesindir ki türban artık özgürlük kapsamında ele alınamaz. O, iktidarın kendi yandaşlarına gösterdiği kayırmacılığın, muarızlarına karşı sınırsız öfkesinin ve vahşetinin, ulusa ve beşeri hukuka düşmanlığının sembolü ve işaretidir.

Bu yüzdendir ki artık  dini müşevvikli siyaset, Türkiye’de  ebediyen yasaklanmalıdır.  Türban, nasıl kendisini tartışmadan, akıldan münezzeh görebiliyorsa; biz de onun aklı, mantığı yok etmesini artık kesin şekilde engellemeliyiz.  Bir fitneye özgürlük tanımak, hayatımızı inkâr etmek demektir. Hayatı inkâr ise intihardır ve “intihar özgürlüğü” diye bir şey yoktur.


17 Mart 2014 Pazartesi

Bir Banka Bunları Yapar mı?


Mesela 1 haftalığına size 5.000 TL verip, faizsiz olarak geri ödemenizi sağlar mı? 

HSBC’nin attığı büyük adımla, evet!  HSBC’de  “Parasız kaldım, ödememin günü geçti, n’apıcam ben şimdi!” gibi dertleriniz yok çünkü Bedava Kredili Mevduat Hesabı ile her ayın ilk haftası 5.000 TL’ye kadar tanımlanan Kredili Mevduat Hesabı'nızdan ihtiyacınız olan miktarı çeker, ödemenizi yapar, tam 7 gün tepe tepe kullanır, hiçbir faiz olmadan da geri ödeyebilirsiniz. Büyük adım, işte böyle bir şey. “Arkadaşımdan isteyeyim, birinden borç alayım…” stresine girmenizi istemiyoruz. Bedava Kredili Mevduat Hesabı, Büyük Adım’ın avantajlarından sadece biri!

“MASRAF ÇIKARMA ŞİMDİ” diyenlere gelsin!

Büyük Adım ile HSBC masrafları da sıfırladı! Artık EFT ve havale işlemleri her yerden ücretsiz! Tekrar ediyoruz, sadece internetten değil, her yerden! İsterseniz şubeden veya telefondan yapın, isterseniz de internetten! Ayrıca, Büyük Adım’la hesap işletim ücreti de tarihe karışıyor. Özetle, HSBC’den Büyük Adım ile artık masraf yok!

1 aylığına değil, devamlı yüksek faiz! 

İlk ay yüksek faiz aldıktan sonra, normal faizle mi yetiniyorsunuz? Büyük Adım’da sadece ilk ay değil, sürekli hoş geldin faizi var!

Üstelik HSBC ne olur ne olmaz, dünya hali bu ihmale gelmez diyerek Büyük Adım’a dahil olan herkesin otomatik ödemelerinin 1,000 TL'ye kadar olan kısmını 3 ay boyunca güvence altına alan Ferdi Kaza Sigortası’nı ücretsiz yapıyor.

Büyük Adım’a nasıl dahil olacaksınız? Çok kolay, küçük bir adım atarak: HSBC’den 1’i fatura ödeme talimatı olmak üzere ayda en az 3 ödeme talimatı veriyorsunuz, bunların toplamı da en az 500 TL oluyor. Haydi şimdi bir düşünün: Kira, aidat, okul ödemeleri, başka bir bankaya kredi ödemeleri derken, 500 TL’yi buluyorsanız, hiç durmayın hemen siz de HSBC’nin Büyük Adımı’na dahil olmak için burayı tıklayın!

Bankanızdan ayda 500 TL ve üzerinde ödeme yapıyorsanız, bu haberi okuyun!
Bir boomads advertorial içeriğidir.
-->

16 Mart 2014 Pazar

Egemenlik Devlet Hizmetleri Ve Kimlik

Sözde Kürt sorununda “Kürt kimliğinin inkâr edildiği” söylemine sarılanlar, sanki memlekette devlet hizmetlerinde “ırk ayrımcılığı” yapılıyormuş gibi bir kanaati  oturtmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu açık bir  yalan!

Geçmişteki Kürt etnik  isyanları ve teröründen dolayı devletin geçici bir süre Kürtçe ifade özgürlüğünü kısıtladığı doğrudur. Ama  hayat ve mülkiyet haklarının kullanımında hiçbir kısıtlama getirilmemiştir. Ülkede en zengin insanlar arasında Kürt ırkından olanlar mevcuttur.  Burada onların ırklarına, kökenlerine bakılmaksızın mülkiyet hakkının kullanımının sağlanması inkâr değil, ayrımsızlıktır.

Peki bu insanlar neden ayrıca bu haklarını “Kürt olarak” kullanmamışlardır?

Bunun sebebi, temel hakların kullanımını koruyan ve denetleyen devlet mekanizmasını kuran  toplumun Türk Ulusu olmasıdır.

Devleti kim kurmuşsa, emniyet ve adaleti kim ayrımsız şekilde temin ediyorsa  vatandaşlar onun “vatandaşı” sayılır.

Ermeni kökenli “Türk vatandaşları” vardır. Çünkü vatanı vatan yapıp burada emniyet ve adalet sağşayıcı bir tekel kuran toplum  Türklerdir. Vatan, ona bir anlam kazandıran toplumun adıyla ve sahipliği ile anılır.
Dolayısıyla sırf ırksal kökeni ayrı diye ırksal kökenden çok daha bağlayıcı ve kapsayıcı bir birlik gerçekleştirebilmiş, bu sosyolojik yapıdaki benzeşmeye dayanan bir hukuk birliği kurarak ayrımsız bir kanun önünde eşitlik sağlamış bir ulusa hele silâh çekmek kabul edilemez.

Türk devletinde memurlar vatandaşlara bu yüzden, ırksal köken sorarak hizmet etmez. Çünkü meşru bir “devlet yapısı” ırksal bağlılıkları aşan bir kanun uygulayıcılığını elzem kılar. Nasıl her sorumlu insanın, onu tanımamızı sağlayan bir ismi ve kimliği varsa, bir devlet  aygıtı kullanarak sorumluluk taşıyan  toplumsal yapının da bir kimliği olmalıdır.

Sorun şudur: Toplumsal adların temsil ettiği kimlikler salt etiketler değildir. O adlar, toplumsal gelişmişlik düzeyini ve bu düzeyin ortaya çıkardığı bütün zararları ve sorumlulukları da taşırlar. Bu ne demektir?

Bu, ulsulaşamamış Kürt kimliğinin egemenliğindeki  topaklarda uygulanan kanunsuz ve hukuksuz işlemlerin meşru devlet  penceresinden görülemeyeceği anlamına gelir.

Türk devleti , devlet olmanın  getirdiği kanun önünde eşitlik  idealini sağlamış mıdır? Şüphesiz evet.

O halde  birilerinin, uluslaşmanın siyasi, tarihi ve hukuksal sorumluluğuna akıl erdiremeyip uluslaşmayla şekillenen devlet yapısını  kabile mensubiyetine göre değiştirmeye çalışması sadece cehalet değildir; aynı zamanda düşmanlık ve ihanettir.

İşte Kürt kabileciliğinin yaşadığı  ırka dayalı bağlılığını asırlar önce terk ederek bir millet adıyla kendi topraklarında  adalet ve emniyet sağlamak hakkını yani egemenliği kanıyla kazanmış Türk Ulusu’nun devleti, bu yüzden kesinlikle meşrudur.

Bu meşruiyeti tartışmaya kalkmak da vatana ihanet ve savaş ilânıdır. Kürt enik ırkçılığının  ilkel beyninin idrak edemediği üstün ve medeni durum, budur.



15 Mart 2014 Cumartesi

Etnik Irkçılığın Geri Çocuk Psikolojisi

Kürtler sizi parmağında oynatır” S. DEMİRTAŞ

Bu ifade beni çok düşündürdü.
Birileri büyük bir Kürt ulusundan, bağımsızlık mücadelesinden, “onurlu beraberlikten” bahsediyor… Sonra da tutup “birilerini parmağında oynatmaktan” bahsediyor

Birilerini parmağında oynatmak bir yetişkin davranışı değildir. Bir yetişkinde rastlandığında da onaylanabilecek bir tarz değildir.

Aynı haddini bilmez “ Biz Kürtler boş testiyi dolu testiye vurur, kırarız! Kaybedecek bir şeyimiz yok!” demişti vaktiyle…

Bu ruh halinin Kürt topluluğunu temsil etmediğini umuyorum ama ediyorsa önümüzde çok ciddi, kalıcı bir yapısal sorun var demektir.
 Birilerini kim, nasıl parmağında oynatır?
Bunu genellikle çocuklar yapar.
Büyüklerin merhamet ve empati duygularını sömürerek istediklerini elde etmeye çalışırlar. Çünkü yetişkinlerle eşit güçte olmadıklarını bilirler.

Ne zaman ki  toplumda diğerleriyle eşit muamele göreceklerine dair güven duyguları gelişir artık birilerini parmaklarının ucunda oynatmak yerine, değere karşı değer sunarak ilişki kurmağa çalışırlar.
Aslına bakılırsa bu gelişimle toplumların gelişimi hemen hemen benzer.

Bir topluluk hayatı sadece kendi benzerlerinden ibaret sandığında genellikle hayatı sadece kendi gözlerinden gören empatisi gelişmemiş bir çocuk gibi davranır. Kürt etnik ırkçılığının neşet ettiği toplumsal psikoloji  tam olarak böyle bir şey.

Etnik ırkçılar, “ Kendilerine benzemeyenlerle bir benzeşme iradesi ve aracı bulmak” ihtiyacı hissetmeden; hayatı, hep elde etmek, emmek, sömürmek ve dışkılamak üzerine kurulu insan yavrularının psikolojisini sahipleniyorlar.

Onlar bir yandan onuru elde etmek istiyor ama bunu başkalarından edinmek istiyorlar. Kendilerine saygı duyulmasını istiyorlar ama saygının temeli olan empati duygusunu ve duyarlılığı göstermeyi bilmiyor daha da kötüsü bunu gereksiz buluyorlar.

Etnik ırkçılığın toplumsal tabanında, kendine saygı, kendine güven, kendinden bir değer üretmek bilinci yok. Bu açıdan etnik ırkçılık asla kendisini kendi değerleriyle, kendi anlayışıyla, kendi bakışıyla tanımlayamıyor. O ancak “bir rakibe karşı olmakla”  ona nefret duymakla var olabiliyor.


Bu yüzden de  Kürt etnik ırkçılığı için ilişkiler ancak istediğini her ne şekilde olursa olsun elde etmekten ibaret kalıyor. Etnik ırkçılığın, empatisi olmadığı gibi ölçüsü, sınırı da yok. O, insan ilişkilerinde özen, dikkat geliştiremeyen insanlığın bebek hali,mağara adamının örneği. Bir farkla: O mağara adamı artık kendisine iş, aş, öğrenim sağlayan gelişmiş toplumsal yapıları biliyor ve onları sömürebileceğinin farkında.  İşte “Kürtler sizi parmağında oynatır!” bilgiçliğinin aslı, esası bundan ibaret.

14 Mart 2014 Cuma

Dinci İdealizmin Yararsızlığı

Dinci İdealizmin Yararsızlığı
Şeriat rejimleri hakkında konuşurken kullanılan en yaygın metot, dinin özüne değinmek ve sonra dinin güzelliğini ispat etmek.

Ülkemizde hayatını dine göre düzenleyen ve ülkeyi de buna göre düzenlemek isteyen her   fikirden vatandaş bu akıl yürütmeye göre  sürüleştiriliyor.

Dinin özüne değinerek dinin güzelliğini ispat etmeye çalışmak acaba gerçekten şeriat rejimlerinin “özünde” iyi olabileceğini kanıtlar mı?

Bir kısım milliyetçilerin de kullandığı bu akıl yürütmenin yanlışı şudur:
Dinin güzelliği ve mükemmelliği, onun, herkes için ve her zaman güzel olduğunu anlatır. “Herkes için ve her zaman” derken kastımız, her bir ferdin, kendi  aklı ve vicdanı için güzel olması demektir. Yani bir dinin mükemmel olduğunu söylüyorsanız  bundan çıkarılacak sonuç, onu kabul eden her bir ferdin, kendi aklı ve vicdanınca o dinden  mutlaka yararlanacağını söylüyorsunuz demektir.

Burada iki anahtar kelime var: “Fert /birey” ve “kabul”…

Ne demek istiyoruz?
Dini kabul eden varlık veya birim, ferttir/bireydir. Bu da bir dinin değerinin onu kabul eden fertler/bireylerin  kendi akıl ve vicdanlarında saklı tutulduğu anlamına gelir. İslâmiyet’in mükemmel olduğu kanaati sadece İslâm’ı kabul etmiş fertlerin kafasında  var olan bir telâkkidir. Aynı şeyi diğer bütün dinler için de söyleyebiliriz.
Dincilik ne yapar?
Dincilik, dinin, bizden bağımsız, bizden ayrı şekilde değerli olduğu kanaatini bize kabul ettirmeye çalışır.
Peki ama “değerli olmak” ne demektir?
Değerli veya değer olmak demek, “Elde edilmek istenen ve elde edildiğinde de korunmak istenen bir varlık olmak” demektir.
Dünyada bütün insanlar için ayrımsız şekilde “değerli olan” şeyler var mıdır? Evet vardır. Bunlar üç tanedir: Hayat, mülkiyet ve hürriyet hakları. Bu üç şey neden “evrensel” değeri  haizdir? Çünkü bu üçü olmazsa, insan nesli sürdürülemez.
İnsanın hayatının korunması aklını ve vicdanı çarpıtılmamış, tehdit edilmeyen her insan için tartışılmaz bir zarurettir.
İnsanoğlunun, kendi aklına göre ve menfaati kullanacağı araçlara sahip olması hayatını ve neslinin devamını koruyabilmesi için elzemdir.  
İnsanın kendi aklına göre ve menfaati için kullanacağı araçlara sahip olup bunları kullanabilmesi için bağımsız olması da  bu araçlar üzerindeki  “tasarrufunu” sağlayabilmek için elzemdir.
Peki dinci ne yapar?
Dinci, dinin sizden ayı şekilde değerli olduğunu, size zorla kabul ettirmeye çalışır. Böylece dini, sizin ferdî/bireysel kabul alanınızın dışına çıkarır. Size din hakkında düşünmeyi men eder. Bunu neden yapar? Çünkü dini bir politik rejim haline getirip de sizi ona uydurmaya çalıştığında eleştirilmekten korunmak ister.

Çünkü dincilerin savunduğu şeriat rejimlerinde ne kadar aklınızın olduğuna bakılmaz; ne kadar itaat ettiğinize bakılır.

İşte bu noktada dinin özüyle şeriat rejimlerinin özü arasındaki farka geliyoruz.
Şeriat rejimleri, dinin özüyle ilgilenmez. Onlar bir yandan savundukları düzen için dinin tartışılmaz mükemmelliğini kullanır öte yandan onun özünün anlaşılmaması için ellerinden geleni yaparlar. Şeriatçıların Kur’an’ın tercümesine bu kadar şiddetle karşı olmalarının sebebi budur. Hiçbir şeriat rejimini, dinin özüne göre eleştirmezsiniz. Şeriatçılar dinin özünün, onların kurduğu din rejimi olduğunu söyleyerek aklınızı ve vicdanınızı susturur. Bugün Türkiye’de Ak parti denen “dinci odağın” (AYM hükmü) iktidarının anahtarı budur.

Dinin özü, dine dayandığı iddia edilen, iyi bir şeriat rejimi kurulabileceği için iyi değildir.
Dinin özünü iyi yapan şey, onun özündeki  evrensel  akılcılık ve vicdanîliktir.

Dinin aslında iyi olduğunu söyleyerek şeriatçı rejimleri eleştirmeye kalktığınızda ; “ Aslında, dinin özüne dayanan iyi bir şeriat rejimi kurulabilir!” demiş olursunuz. İşte burada öldürücü bir hata yaparsınız. Çünkü şeriat rejimleri zaten kendilerinin, dinin özü olduğunu insanlara kabul ettirerek ayakta kalmaktadır.

İşte dine dayalı siyasetin “katil argümanı” budur. “İyi bir şeriat rejimi” diye bir şey kurmak mümkün değildir. Çünkü insanları,   bireysel inanışlarına saygı duyarak onların dinlerini kendilerine göre yaşamasına izin vererek kabul eden bir şeriat rejimi yoktur ve olamaz da. Şeriat zaten dini, insanüstü, akıl ve vicdan dışı bir değer kabul etmenin siyasi sonucudur.
Akılcı olan, şeriat özlemlerini, dinin özüne göre eleştirmeye veya  tadil etmeye kalmak değildir.
Akılcı olan, şeriat rejimlerinin dinle bağdaşmadığını göstermektir.








13 Mart 2014 Perşembe

Kurtuluş Savaşı Ve Türk Uluslaşması

Anıt bir fotoğraftır!
Etnik ırkçı Kürt  sözde siyasetçiler, Kurtuluş Savaşı’nı beraber verdiğimizi dolayısıyla Türkiye’yi Kürtlerle paylaşmamız gerektiğini söylüyor.

Bu iddia tarihî ve sosyolojik bir iddia dolayısıyla aynı şekilde cevaplandırılması gerekiyor. Gerçi etnik ırkçılığın hırçınlığı, olaylara mutlaka onun penceresinden bakmamız için bizi tehdit edip duruyor.

Kürt etnik ırkçılığı 19 yy’dan itibaren aynen Arap kabileciliği gibi imparatorluk kurucusu Türk Ulusluna karşı isyan etmeye başlıyor. Erdal Sarızeybek, “Kürt isyanları” olarak bilinen isyanların aslında Kürtlerle ilgisinin olmadığını ispatlıyor. Buna karşılık bütün bu isyanlar, Kürt  etnik ırkçılarca sahipleniliyor. Dolayısıyla bunları “Kürt isyanları” olarak görmemiz doğal.

Bu isyanlar Kurtuluş Savaşı’nda da durmak bilmiyor ve Koçgiri gibi ihanetlerle sürüyor. Diyab Ağa gibi  müstesna vatanseverler dışında, Kürt  feodalitesinin pek de olumlu davrandığını göremiyoruz.

Bir de bu hareketleri dine dayandırarak ülkedeki mevcut dinci-etnik ırkçı koalisyonunun tarihi temellerini atıyorlar.

Peki Kurtuluş  Savaşı’nın doğasına nasıl bakmalıyız?

 Etnik ırkçı Kürtçülere göre Kurtuluş Savaşı, Türklerin,  başta Kürtler olmak üzere diğer etnik unsurları birer lejyoner gibi kullanıp sonra  onlara kanlarının bedelini vermediği bir savaş.

Acaba böyle mi?

Elbette hayır. Kurtuluş Savaşı daha başlamadan işgal güçlerine karşı Türk ulusal direnişi başlıyor.

Bunu nereden biliyoruz? Bunu işgal güçlerinin, başta İngilizler olmak üzere “Türkleri Orta Asya’ya sürmek” olarak açıkladıkları amaçlarından biliyoruz.

Demek ki işgal güçlerinin Anadolu’da çarpıştıkları güçler “Türk güçleridir.”
İşgal edilen yurt Türk yurdudur.  İçinde yaşanan ev, “Türk evidir”.

Düzenli ordumuz mücadeleye başladığında sancaktarların elinde yükselen de Türk Bayrağıdır.

Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Kurtuluş Savaşı Türk uluslaşmasının  menzil taşlarından biridir. Kurtuluş Savaşı, o zamana kadar varoluşu hiç bu derece tahdit altında olmayan Türk Ulusu’nun Anadolu’da giriştiği en büyük mücadeledir.

O zaman kadar ancak  bir devletin ihmal edilmiş kurucu unsuru olarak yaşayan Türk Ulusu’nun, vatanının sahibi olduğuna dair en önemli  ihtardır.

Dolayısıyla Türk Ulusu Anadolu’yu,  bir takım kabilelerle paylaşılacak kiralık bir ev olarak görmemiştir. Onu, üzerindeki elma ağacından anlatılan masalına kadar Türkçe bir varlık olarak kabul etmiştir. Bu görüşünün haklılığını da Kurtuluş Savaşı ile ispat etmiştir.

Türk Ulusu, Kürt kabilelerini birer lejyoner gibi kullanmamıştır. Onları kendinden dışlamamış ve savaştan sonra da  “Kanun önünde eşitlik” içinde bu yurda, “Türk” damgasını basmıştır.

Türk vatanı üzerinde Türk Ulusu dışında hiç kimsenin, hiçbir hakkı yoktur. Türk uluslaşması, kabilelerin, aşiretlerin vs. çok üstünde belirleyici  bir egemen süreç olarak gelişmiştir. Kurtuluş Savaşı bu sürecin bir kanıtı ve örneğidir.

Bu da şu anlama gelmektedir: Türk Uluslaşmasını “faşist” bir  süreç olarak görenler ya Kurtuluş Savaşı’nın sosyolojik cephesini anlayamıyor ya da Türk Ulusu’na düşmanlık besliyorlardır.

Kurtuluş Savaşı dış  düşmanlarını işgaline karşı yapılmıştı. Bu demek değildir ki Türk Uluslaşması, içten gelecek ihanete karşı savaşmak iradesinden yoksundur. Türk Ulusu, uluslaşmasını, nasıl “düvel-i muazzamaya” kabul ettirmişse;  kendi içinden çıkabilecek hain işgalcilere de kabul ettirebilecek kudrete ve iradeye sahiptir.


12 Mart 2014 Çarşamba

Fethiye Benim Babamın Malıdır! İtirazı Olan?



BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Fehtiye’de HDP seçim bürosuna yönelik saldırıya ilişkin “Başbakan’ın Fethiye’deki o kaymakamı, o emniyet müdürünü derhal görevden alması lazım. Bu ülkenin her karış toprağı ortak vatandır. Fethiye kimsenin babasının malı değil” dedi.”*

Bunları söyleyen ortanın solunda demokrat bir politikacı falan değil.

“Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek!”, “İşgalci TC Kürdistan’dan defol!” diyen bir bebek katilleri yardakçıları sürüsünün “eş başkanlarından” biri…

Aslında bizim memleketimizde  binlerce sivil, asker, öğretmen şehit olmadı.

Biz bu memlekette  sırf  renk körü olduğumuzdan kırmızı  beyaz bir bayrak dalgalandırıyoruz!

Bir türlü göremiyoruz  şu PKK renklerini. Bir görebilsek pek güzel olacak da…

Kendi  ırkçılıklarını silâh zoruyla bize öğretmeye kalkıyorlar.

Eh biz milât daha dünyada bile yokken devlet kurmuş bir millet olduğumuzdan bu ırkçı hırçınlığı bir türlü anlayamıyoruz.

Şöyle bir bakıyoruz, kravat takıp saçını taramış, kelli ferli adamların, ağızlarından çıkanı kulaklarının duyup duymadığına hayret ediyoruz.

Bakıyoruz, kız alıp verirken -ki kız vermek babanın canının bir parçasını bir başka aileye emanet etmesidir-  Kürt olup olmadığına aldırmadığımız insanlar, gün gelip suratımıza bir silâh doğrultup “ Güneydoğu’da Türkmen azınlık çok rahat edecek!” deyivermiş! Kendi memleketimizde densizin biri bizi azınlık ilân etmiş, iyi mi?

Bu abiler değil miydi “Kurtlar Vadisi’nin” senaristini Diyarbakır’a gelmemesi için tehdit eden? Aynı tehditleri her gün savurmuyorlar mı?

Evvelâ şunu ırkçı eş başkanın acilen öğrenmesi lâzım: Fethiye benim babamın malıdır! Babam onu  İstiklâl  Harbi gazisi dedelerimden miras  almıştır, bana da miras bırakıp ebediyete intikal etmiştir!

Fethiye al bayrağın altında  yuva kurmuş bütün babaların malıdır!
Fethiye ahalisi HDP denen katil artıklarının binasına Türk bayrağı dikerken “ Ya bu bayrağı kabul edip siyaset yaparsın, memlekette beraber yaşarız ya da bayraktan rahatsız olanlar kendi babalarının malı neresiyse oraya çekip gider!” demiştir.

Olayı büyütmenin anlamı yoktur. Çünkü şimdiye kadar HDP, BDP gibi  köpek yallarının artığıyla  beslenen sözde partileri, Türk Milleti gerçek partiler sanıyordu.

Artık  Türk Milleti’nin  babasının malı olan bu memlekette Kürt adıyla şiddete, tehdide, fitneye tahammülü kalmamıştır.

Fethiye, aslında PKK blöfüne bir cevaptır.

Aklı olan Kürt kardeşlerimiz artık şunu anlamalıdır:

PKK dinci Türk düşmanlığının geçici iktidarında şımarmıştır. Bu devren gelir geçer, elbet gerçekten Türk olan bir idare başa gelir, bugünlerin hesabı sorulur.

O zamana kadar Kürt  adı terörle, tehditle, ihanetle özdeşleştirilirse belki biz Diyarbakır’a ayak basamayız ama Kürtler artık kendilerine komşu olacak kimseyi bulamaz, iş bulamaz, dostluk ve sevgi bulamaz. O zaman da şehirlerde  kendi gettolarında  dışlanmış olarak yaşarlar.

Ha  Diyarbakır’a ne olur? Otobüs firmaları vs iflas eder. Çünkü Diyarbakır’dan batıya gelecek herhangi bir otobüs kalmayabilir.

Dinci şımarıklığın bürokrat kıyımından medet ummayın sevgili kekolar. Türk devleti de Türk Milleti de bürokratlar vs yokken hep vardı hep var olacak.

Fethiye benim Türk oğlu Türk  babamın malıdır! İnanmayanlara memnuniyetle ispat edebilirim!
*http://www.hurriyet.com.tr/gundem/25981410.asp



10 Mart 2014 Pazartesi

WEB Sitesi Açmaya Kalkan Salak: Ben!




Bir blog açmak on dakika. Hiç bir şey bilmeseniz bile on dakikada işlemleri izleyerek blogunuzu yazmaya başlayabiliyorsunuz.

Ya bir web sitesi açmak?

Yemin ederim bin pişman oldum!

Kardeşim, bu ancak "bilenlerin" yapabileceği bir işse ne demeye "alan adı" bilmem ne satıyorsunuz?

Gerçekten Allah'ın belâsı, ayrıntılı, akıl dışı ve  zor bir iş bir web sitesi açmak.

Hayır anlayamadığım şu:

Bir blog açmak için  bir alan adı alıp içine resim dahil her şeyin rahatlıkla eklenip yazıların paylaşılabileceği bir iletişim ortamı hazırlayabiliyorsanız filezilla mıdır ne  halttır, onun gibi programlarda insanın kendini kaybetmesine sebep olacak kadar ilkel bir "arayüzü" neden tasarlıyorsunuz?

Blogun kolaylığı, güler yüzü varken insanlar neden blog kadar bile tasarım imkânı olmayan aptalca bir "site" kurmak ister ki?

fikirkzani.org adın alıp bir blog gibi rahatlıkla  yazıp paylaşabileceğimi sanarak bir ton da para verdim! Aklıma yanayım! Bir de internette " Dosyaları  yükleyiverin!" demiyorlar mı? İnsan katil olur, yemin ederim!  O dosyayı yüklemek için gereken arayüz progamı zaten Allah'ın belâsı bir zorluk!

Blogspotta sayısız şablon var! İstediğim resmi arka plan olarak kullanabiliyorum; hem de iki tıkla!

Resim bile yüklemesini anlayamadığım aptal bir arayüze neden onca para döktüm ben?!

Blogda bir günde istediğim kadar yazı yayınlayabiliyorum!

Aaaaah! Ah! nerede blogun rahatlığı, nerede web sitesinin bürokrasisi ve ayrıntısı?!


Çok ciddi söylüyorum, ben salağın  tekiyim.








6 Mart 2014 Perşembe

“Kamu Yararı” Teriminin Belirsizliğine Karşı Negatif Bir İçtihat Karinesi Olarak “Kamu Zararsızlığı”




"Kamu yararına" kim karar verecek? Rüşvetçi siyasiler mi mesela?
Dinde aklın yerine dair Maliki fakihi Necmüddin et Tufi’nin şu  ifadesi sanırım  hukuk felsefesinin en temel ilkesini de aynı zamanda  özetliyor: “ Muamelâtta hükümler, Maslahata( kamu yararına) göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz.”(1)

Burada iki önemli husus var.

Bunlardan birincisi “muamelât” denen, dinin dünyaya dair uygulamalarında aklın esas alınması…

Diğeri de  akıl  yürütmede gözetilecek norm.

Dinde akıl yürütme, başka bir tartışma konusudur.

Burada dikkatimizi çeken “kamu yararı” normudur. Esasen bu, hukukta içtihatta temel alınan normdur.  Bunu anlamak da kolaydır, çünkü insanları gerektiğinde kendilerine   uymakta zorlayacağınız kuralların herkes için ve her zaman makul ve makbul olmasını sağlamanız gerekir.

Bu da ancak bütün bir toplumun “yararına” hitap eden kurallar keşfetmekle mümkündür. Burada “keşfetmekten” kastımız şudur:

Toplumda insanlar henüz otoritelerce yazılı hale getirilmemiş bazı kurallara da uyarlar. Montesqieu bunu “ İnsanlar kendi yaptıkları kanunlar kadar yapmadıkları kanunlara da uyarlar..” diye ifade etmiş. Burada tabiat kanunlarından bahsettiği düşünülebilir ama öte yandan davranışlarımıza yön veren henüz farkında varılmamış örflerden de bahsettiğini düşünmemiz son derece mantıklıdır.

Burada yasama organını ve müçtehid hâkimleri zora sokabilecek  temel sorun “yarar” teriminden kaynaklanmaktadır.

Neden böyledir?

Buradaki açmazın sebebi “yararın”/faydanın tamamen bireysel bir değer olmasıdır. Değerin, “ Elde edilmek istenen ve elde edildiğinde korunmaya çalışılan varlık” olduğunu düşünecek olursak  faydanın  neden bireysel olduğu daha rahat anlaşılabilir.  Bireylerin faydaları pek çeşitli ve çoğu zaman ilişkisizdir. Bireylerin fayda telâkkileri bir noktada çakıştığında iki şey meydana gelir: Mübadele/alışveriş veya savaş (dava).

Bu durumda toplum için ortak bir fayda belirlemek imkânsızdır. Toplumsal değerlerin varlığı dahi toplumsal faydayı tespit etmemizi mümkün kılamaz.

Vatan, bayrak, dili, egemenlik de birer değerdir ancak bunlar doğrudan doğruya bireye yçnelik fayda sağlayan değerler değildir. Bu değerlerin  varlığı, eğer olmak özelliği, birey için sağladığı doğrudan ve acil faydalardan kaynaklanmaz.

Oysa kanunların değer olmak özellikleri, her bir bireyin fayda algısını, toplumda davranış şeklini, sözleşmelerin şeklini doğrudan doğruya ve her an etkilediği için bireysel faydayla yakın ilgilidir.

Bireyde fayda telâkkisi sadece zarardan kaçınmakla teşekkül etmez. Birey elde etmekten zevk alacağı her şeyi de kendisi için bir fayda olarak telâkki eder. Sigara tüketiminin engellenememesinin en büyük sebebi budur. Normal olarak bireyin zarardan kaçınmak için sigaradan uzak durması gerekirken onun fayda telâkkisi, bundan elde edeceği zevkin daha üstün olduğu kanaatine dayanır.

Oysa bir başkası bunun aksini düşünebilir.

Veya  içki tüketimi aynı şekilde düşünülebilir. İçkinin muhtemel zararlı etkilerine rağmen “kamu yararına” olarak içkinin toptan yasaklanması düşünülemez. Böyle bir yasaklamanın hiç kimsenin fayda telâkkisini değiştirmediği tecrübe edilmiştir.

O halde “kamu yararı” asla objektif olarak tespit edilemez. Kamunun yararını düşünmeye çalışmak iktidarlar için  keyfiliğin bir mazereti olmaktan öteye gidememiştir. “Kamu yararı” terimi özellikle şeriatçı rejimlerin, yobazlıklarını topluma dayatmasının ilk gerekçesidir.

Bu  aynı zamanda iktidarın kendisi için faydalı bulduğu hareketlerin yapılması için toplumu zorlamasının da gerekçesidir.

Peki ama toplumu herhangi bir eylemin etkisinden korumak nasıl mümkün olacaktır?

Eğer  herhangi bir eylem türünün  toplumun tamamı için faydalı olup olmadığı tespit edilemiyorsa; o eylem türünün zararlı olup olmadığına bakılması gerekir.

Buradaki temel mantık da şu olmalıdır: “ Bu eylem toplumun genelince gerçekleştirildiğinde, emniyet ve adaletin teminine, temel haklara zarar verir mi vermez mi?”

Meselâ hırsızlık, hakkında hiçbir kanun  olmasa dahi toplumda yasaklanmış bir eylemdir. Neden? Çünkü herkes bir diğerinin malını, onun arzusu hilâfına almaya kalkarsa toplum ayakta kalamaz.

Burada akıl yürütmenin anahtar kelimesi “zarar”dır.

Çünkü faydaların bireyselliğine karşın zararın yaygın ve objektif etkilerini sezmek ve keşfetmek mümkündür. Faydanın genelliğine itiraz etmek mümkündür ama zararın genelliği su götürmez şekilde kanıtlanabilir.

Bunun sebebi de “faydanın” temel haklardan farklı şekilde bireylerce geliştirilmesi iken “zararın”,  herkesin asgari müştereği olan tartışılmaz, vazgeçilmez, dokunulmaz ve devredilmez temel hakları ihlal anlamına gelmesindendir.

Birisi “Dondurmak yemek kamu yararıdır!” dese buna rahatlıkla itiraz edebilirsiniz ama “ Birinin malını çalmak suçtur!” dediğinde buna itiraz edemezsiniz.

O halde ne yiyip ne içeceğimize de hazır siz karar verin? Bu nasıl olur?
Demek ki “kamu yararı” ila amaçlanan şey “kamu yararı” terimi ile sağlanamaz. Eğer amaç kamunun yani bütün bir toplumun  tartışmasız şekilde yararlanacağı kurallar koymak ise bunun yolu  toplumun fayda algısını ortaklaştırmaya çalışmak veya bunu keşfetmeye çalışmak değildir. Bu açıdan “kamu yararı” terimi maalesef basit bir  amaç yönelimi belirtmenin ötesinde yanlış şekilde bağlayıcı kabul edilmiştir.

Eğer daha doğru bir akıl yürütme yapılmak isteniyorsa terim “kamu zararsızlığı” olarak değiştirilmelidir.

Kamu yararı, birilerinin, elindeki iktidar gücüyle insanlara belli  eylem türlerini  keyfice dayatması veya yasaklaması dışında bir sonuç doğurmadığından veya doğuramaz. Bu yüzden “kamu yararı” terimi, yerini, herkesin, üzerinde mutabık kaldığı temel hakların ihlal edilip edilmediğinin denetimi veya muhakemesini sağlayabilecek “kamu zararsızlığı” terimine terk etmelidir.

Eğer bir eylem toplumun genelince uygulandığında  temel hakların genel yıkımına yol açacak bir zarar potansiyeli taşımıyorsa  onun serbestliği iktidarın fayda algısına /telâkkisine göre  ortadan kaldırılmamalıdır.

“Kamu zararsızlığı”,  bu açıdan  kanun yapıcının ve müçtehid hâkimlerin toplumdaki “pozitif/etkin”  veya âmir vesayetine karşın negatif/edilgen bir akıl yürütme anlamına gelir.

Kamu zararsızlığı, devletin, toplumsal düzendeki yerinin, bireyi temel haklarına göre belirlenmesi anlamına gelir. Bu açıdan, adaletin ve toplumsal mutabakatın temininde “kamu zararsızlığı” terimi “kamu yararı” terimine göre çok daha akılcı ve kesinlikle daha doğrudur.

Kamu yararı hele bizimki gibi dinci iktidarların hüküm sürdükleri memleketlerde toplumsal hayatın kısıtlanmasında kullanılan en büyük ahlâkî ve hukukî suiistimal aracıdır.

Bu suiistimalin engellenmesi da ancak “kamu  zararsızlığı” anlayışının yerleşmesiyle mümkün olabilecektir.




Cazim GÜRBÜZ : “Kartal Gözüyle Lâiklik”: Berfin: 2010: Shf:37