28 Şubat 2013 Perşembe

Bir Yanılgı, Bir İtiraf



Bundan beş yıl önce hükümete karşı eleştirilerin haksız olduğunu düşünüyordum. Beş yıl önce bir yazımda “Hükûmetin art niyeti" gibi spekülasyonlarla hükûmetin milletten aldığı hükûmet etmek yetkisi engellenemez. Millet, hükûmetler vasıtasıyla denem- yanılma hakkına sahipse, temel hakların dokunulmazlığına kayıtsız-şartsız bağlılıkla, istediği her politikayı da hayat geçirebilir. Milletin devleti idare etmesi anlamında demokrasiden bahsediyorsak meşru hükûmetlerin seçim dışında değiştirlimesinden başka bütün yolları gayrı meşru ilân etmekten başka bir yolumuz yoktur.” demişim…

Yazım hatalarına dokunmadan aktardım… Bu yazı hükümet yanlısı bir yazı mıdır? Yazıdaki “milletçe yetkilendirilmiş bir hükümeti” desteklemek anlamında evet…

Peki bu zaman zarfında fikirlerim değişti mi? Aslında benim fikirlerimde bir değişme yok. Değişen, hakkında hüsn-ü zan beslediğim  hükümet ve onun seçmen kitlesi.

Bir Türk hükûmeti hakkındaki yukarıdaki satırları yazdığımda, henüz bir hükümetin  milletleşmeyi inkâr edebileceğini, Türk adına alenen düşmanlık edebileceğini düşünemiyordum.  Bana göre Türk Milleti’nin seçtiği hiçbir hükûmet, onun egemenlik hakkını tartışmaya açmaz, varlık sebebi olan değerleri “ayaklar altına almazdı”.

Bundan dolayı onun “muhafazakâr” olmasında hiçbir sakınca yoktu. 

Sonuna kadar hükümetin “iyi niyetine” güvenilmesi gerektiğini düşünmüştüm ve  aslında her Türk hükümeti için  aynı şeyi düşünüyorum.

Sonra ne oldu? Birer dil sürçmesi gibi başlayan vatansızlık beyanları arttıkça arttı. 2007’de Van’da ancak küçük bir panelvanla cılız bir propaganda yürüten PKK yandaşları gitgide daha güçlü konuşmaya başladı, sonra 2011 seçimlerinde, parmaklarında gümüş yüzükler taşıyıp da dindar olduklarını belli eden ayyıldızlı kokart taşıyan polislerimizin önünden,  kocaman otobüslerle “Vur gerilla vur!” diye marş çalarak geçebilecek cürete ulaştılar.

 Ben liberal demokrat ilkeler gereği, kuvvetler ayrılığına saygıyla  hükümetin herhangi bir davaya ilgisiz olacağını düşünürken ellerine devlete karşı   silâh almamış insanlar, bizzat başbakanın savcılığında yargılanmaya başladı.

Ben  insan hakları insanlar içindir sanırken bebek katillerine anayasa  taslağı soruldu.

Ben liberal demokrasi gereği,  “Ordu göreve!” pankartı açanlara kızarken darbelerden  korunmasını istediğim Türk hükümeti, etnik ırkçılarla beraber Türk Ordu’sunu  “soykırımcı”, “işgalci” olarak itham etmeye başladı.

Ben AYM’nin hükûmete karşı önyargılı olduğunu düşünürken yargıdaki kadrolaşma “Allah’ım verdikçe veriyor!” sevinç nidalarıyla doruğa ulaştı.

Ben insanların dindarlıkları yüzünden siyasetten dışlanmaması gerektiğini düşünürken   meşruiyetini korumaya çalıştığım Türk hükümeti, insanların dinine imanına hakaret eden  bir kindarlık siyasetine girişti.

Ben başörtüsünün engellenmemesi gerektiğini düşünürken bir de baktım, çevremde  genç kızlar türban takmaları için maaşa bağlanır olmuş…

Ben liberal demokrasinin gereği olarak hükümetlerin, milletin vergi havuzunu çarçur etmesine karşı çıkarken bir de baktım, Cuma namazlarına helikopterle gidiliyor.

Vakit geçti, insanlar değişti.   Değişim normal olmadı. İnsanlar aşırılığa, kine  ve nefrete yöneldi. İnsanlar kuralsızlığı ve gücü benimsedi. Böyle bir toplumda görüyorum ki artık ilkenin de bir kıymeti kalmadı.

Bu ilkellik, midesinden düşünen cahil bir toplumun balık hafızasından beslendi, bugünlere geldi.

Ben değişmedim ama devran değişti.

27 Şubat 2013 Çarşamba

Türk Ordusu'nda Etnik Fitne Tehlikesi


Milleti Türk- Kürt diye ayrıştırmanın fayda getirmeyeceği askerler içinde bu gün yaşanan kavgayla belli oldu.

Toplumun her kesimini ırkçı aidiyetle belirlediğinizde Türk Ordusu da Türk'ün ordusu olmaktan çıkar ki bu memleketin fiilen düşmana açılması anlamına gelir.

Burada Kürt kökenlilere sorumluluk düşüyor. Eğer hem Türk olmadıklarını hem de egemen olmak istediklerini söylüyorlarsa bu Türk'ün ülkesinde Türk'ü reddetmek anlamına gelir. O zaman da hiç kimsenin "eşitlik " beklemeye hakkı olamaz . Türk'ün ülkesinde Türk olmamak, yabancı olmaktır ki yabancılar ancak misafir olabilirler, egemen değil.

Türk Ordusu'na sadakat göstermeyecekse hiç kimsenin bizim için saygınlığı olamaz ordumuz içinde Türk olmadığı iddiasıyla fitne yaratanlar varsa rütbesi ne olursa olsun derhal kovulmalı ve cezalandırılmalıdır.

Olay Türkler'in Kürt'leri ezmesi gibi gösterilmiş ama olayalım etnik kışkırtma ihtimaline değinilmemiş. Türk askerinin, kendi içinde etnik ırkçılığı barındıracağı düşünülmüşse bu yanlıştır. Türk Ordusu büyük bir ihanetin boy hedefidir. Çünkü o Türklüğün son kalesidir.

26 Şubat 2013 Salı

Kaygılarıma Baktım Ve...


Bir şey oluyor ve içimi kaygıyla dolduruyor bazen…

Ha deyince  bu kaygıyı aşamıyorum. Belki olgun insanlar, artık hiç kaygı hissetmeyenlerdir, onu da bilmiyorum.

Hiç kaygı hissetmemek mümkün mü? Mümkün olabilir,  neden olmasın? Belki şu an  benim için değil ama bunu düşünebildiğime göre bir gün neden olmasın?

Kaygı  kararsızlıktan ve ne yapacağını bilmemekten kaynaklanıyor gibi görünüyor. Belki bunun yanı sıra  onun asıl sebebi, geleceğin tamamen sorunsuz olması hayaline sıkı sıkıya bağlanmamızdır?

Şu an hâlâ midemde bir gerginlik var.

Peki ama kaygıyla nasıl baş edilir?

Belki baş etmemek lâzımdır. Onu kendimizden dışlamadan, onun bizim bir algılama biçimimiz olduğunu  düşünmeliyiz. Bu söylemesi kolay, aslında yapması da çok zor olmayan bir şey.

Öncelikle kaygı bizi olabilecek “kötü” şeylerin imajıyla yoruyor.  Bunların hayalimizde bir parazit gibi büyümesine genellikle engel olamıyoruz.

Öyleyse algılama biçimimizi değiştirmemiz gerekiyor. Bunun için bize korkutucu gelen şey için ne yapmamız gerektiğini düşünmekle işe başlamalıyız. Bunu her zaman kendimiz düşünemeyebiliriz. Ama kaygının zayıfladığı yer, bizim başladığımız yerdir.

Sorunlar genellikle bir çırpıda hallolmaz ve kaygılı bir bakış zamanın kendi akışını ve olayların bu akış içinde beraberce yürüdüklerini bize unutturur.

Harekete geçmek, akışı değiştirmek için ilk taşı koymaktır. İlk taşı koymak insanın yaratcı özüyle buluşmasının adımıdır. İnsan bir kere elinin emeğini gördükten sonra  artık kaygı algısı değişecek ve başına gelecek hiç br şeyin düşündüğü kadar korkulu olmadığını görecektir. Ben bunları kendime yazarım. Kendim başkasının aynasıdır. Kim görürse kendine baksın…

25 Şubat 2013 Pazartesi

Bu gece yayınımız...


Saçımdan pul pul kepek dökülüyor. Kepekleri birleştirip  acaba kâğıt elde edebilir miyim? Ama o kâğıt beyaz olur. Beyaz kâğıt da gözümü yoruyor, ne yapsak ki?

Gün gelecek bu blog işinden twitter’a mı döneceğim? Öyle bir hal ki bu tembelliğin dik âlâsı! Bir de üşengeçliğin yan âlâsı  var… Stres stres oluyor nicedir atletlerim, hep bir tarafa kayıyor, göbeğimden midir nedir?

Blogculuğun modası geçti mi?

Bu gece de ciddiyetten alamıyorum kendimi. Usandırıcı, bıktırıcı, karamsar, neşesiz, kıl  bir adam mı oldum ne?

İçimden acayip cin tonik içmek geliyor. Dolapta başka bir şey olmadığından elbette…

Bu gece benden bu kadar hacılar…

24 Şubat 2013 Pazar

Namusunuz Nerededir?

Memleketin ahvali, maneviyatımızı günden güne eritiyor. Mesele iktidarın hırçınlığından ibaret değil....



Mesele milletin bu hırçınlığı idrak edecek aklının kalmaması... Akıl kalmayınca vicdanı uyandırmak da mümkün olamıyor...


Millet aklını, izanını hepten terk ettiğinden, doğrusu, yanlışı falan da kalmamış.


Onun içindir ki millet namusuna tasallut eden, baş düşman, bebek katilini muteber ve âkil adam kabul eden soysuzlara ses çıkarmıyor.


Türbanla saçınızı örttüğünüzü düşünüyorsunuz ama asıl örttüğünüz aklınız ve vicdanınız...


Namusunuzu katil, tecavüzcü bir alçağa emanet etmekte beis görmüyorsanız, nerenizi örttüğünüzle kendinizi kandırmayın. O artık ikinci kocanızdır...




23 Şubat 2013 Cumartesi

İşte Yeni Volvo V40'lar Hangisi Sensin?

Volvo’nun yeni yıldızları ile tanış. Yaratıcılığın en özgür hali olan bu otomobilleri keşfetmelisin çünkü onların ilham kaynağı sensin.

YENİ VOLVO V40

Yeni Volvo V40, lüksün ve zekanın kusursuz bileşimi. Sınıfının en düşük yakıt tüketimi ve CO2 atığı seviyesi ile de kusursuz bir çevreci. Dünyada bir ilk olan ve Yeni Volvo V40’ta opsiyonel olarak sunulan Yaya Hava Yastığı ise yayaların yaralanma riskini önemli ölçüde azaltıyor.






YENİ VOLVO V40 CROSS COUNTRY

Üstün performansı ve göz alıcı tasarımı ile keşfedeceğin yerler kadar heyecan verici. Şehirden uzaklaşmak istediğinde seni, sevdiklerini ve eşyalarını en sevdiğin maceraya ulaştırma yeteneğine sahip.










YENİ VOLVO V40 R-DESIGN

Benzersiz iç ve dış tasarımı, opsiyonel spor şasisi ve güçlü motor ailesi ile Yeni Volvo V40 R-Design farklı doğanların otomobili. Kişisel zevklerine göre özelleştirebileceğin ayrıntıları ile elde edeceğin aidiyet hissi, bu otomobilin sunduğu en değerli duygu.






Bir bumads advertorial içeriğidir.

21 Şubat 2013 Perşembe

Anlamın Kadar Konuş

Merhaba, gece yarısı insanın aklından neler geçmiyor ki? Az evvel bir tv programında, Türkiye'de eşitliğin olup olmadığı tartışıldı .

Televizyonda Türkçe konuşarak herkese kafa tutan, Türkiye'yi tehdit eden utanmazlar, hepimize barışı öğretmeye kalkıyor. Barışın bedeli bu mu? O zaman niye savaştık?

Peki bu kadar değersizsek ve herşey bu kadar anlamsızsa barışın bir anlamı olduğunu nereden biliyoruz?

Türk Ordusu Ve Türk Yurdu Can Derdinde İken…


Astsubay eylemleri beni bir hayli endişelendirdi, ne yalan söyleyeyim…

Bir ordu içinde nifakın yeşermesi hayra alamet değildir. Hele  böyle bir dönemde, kurmayları  hapsedilmiş şerefli bir  ordu, böylesine zayıf düşürülmüşken subay-astsubay davası gütmek hiç doğru değil.

Bu kavganın zamanı son derece yanlış. İnsanın sorası geliyor: “Özlük haklarınızı istemek, memleket fiilen bölünürken mi aklınıza geldi?” diye…

Zor çalışma şartları, subaylarla kimi yerde paylaşılan komutanlık sorumluluğu gibi konular, gerçekten dikkat çekici sıkıntılar…

Astsubay eyleminin bir diğer handikapı, ordu içine sızmış dinci ve etnik ırkçı  unsurların bu bölünme  psikolojisini istismar etmeye kalkması riski. Çünkü hepimiz biliyoruz ki ordunun yumuşak karnı astsubaylardır. Ordunun politizasyona en açık bölümü astsubaylardır.

Astsubay eylemi, herkesin etnik kökeniyle, dini inancıyla vs kendini Türklükten ayırmaya çalıştığı bir dönemde yapıldığı için astsubayların da bu bölünme ortamından yararlanmaya çalıştığı gibi kötü bir izlenim yaratmıştır.

Dağlıca Karakolu komutanı astsubay kardeşimizi greve çağırıp özlük hakları için PKK’ya sessiz kalmasını isteyebilir miyiz? Peki hayatları dağların başında namlunun ucunda, pamuk ipliğine bağlı geçen insanların akıllarını karıştırıp vatana ve millete bağlılıklarını zedelemek acaba Türk Milleti’ne hayır getirir mi?

Bu eylem   bana, artık üzerinde hiçbir ortak manevi değerin kalmadığı bir memlekette, insanların  cepleri ve mideleri üzerinden anlaşmaya başladığını düşündürdü.  “Madem memleketi artık Türk’ler yönetmeyecek, Türk Ordusu da  göstermelik bir zabıta birimi haline getirilecek ne koparsak kârdır…” diye düşünenler mi kışkırtmıştır meselâ bu eylemi?

Bana kalırsa astsubaylar her şeyden önce içlerindeki Türk düşmanı etnik ırkçı ve dinci sızıntıları gidermeli, bunların memleketin savunmasını zaafa uğratmasına engel olmalıdır. Kendilerini Türk Ordusu içinde “yabancılaşmış” bir grupmuş  gibi tanıtmaları etnik ırkçı Kürtçülerin “Biz ayrı bir milletiz!” demeleriyle çok benzemektedir. 

Türk Ordusu’nun itibarının, ilkel bir Arapçı dincilkle “ayaklar altına “ alınmak istendiği bir devirde tazminat, OYAK ortaklığı gibi konularla bağırıp çağırmak Türk askerine yakışmamıştır. Eğer birkaç kalem  tazminat alamadıkları için yurt savunması görevlerinden vazgeçeceklerse bilmelidirler ki bu Türk Milleti, doğuştan asker bir millettir ve gerektiğinde vatan müdafaasını bedava da yapar. 

13 Şubat 2013 Çarşamba

Astsubay Eyleminin Düşündürdükleri


Astsubaylar eylem kararı almış.

Toplumda bölünmeyen tek kurum orduydu, onu da böldüler nihayet, “hamd olsun!”

Astsubayların ordudaki konumları hususunda yıllardır bir memnuniyetsizlik vardı. Ama bugün ifade edilen memnuniyetsizlik kendisini bir “eşitlik” kaygısıyla gösteriyor.

Peki ama orduda astsubaylarla subaylar arasında ne tür bir eşitlik sağlanabilir? Astsubaylar, maaşlarını ordudaki ve bürokrasideki çeşitli kesimlerle kıyaslamışlar.

Her şeyden önce maaşlar arasında böyle bir mukayese yanlıştır. Sadece emeğin niteliği açısından bile astsubay maaşlarının ordu içinde diğerleriyle eşitlenmesi gibi bir şey düşünülemez. Temelde başlayan seçim titizliği, harcanan emek ve para açısından bile subay-astsubay eşitliği söz konusu edilemez. Belki  zaman içinde astsubaylıktan subaylığa geçiş konusunda  kurallar yumuşatılabilir ama o da her ordunun kendi yapısı ile ilgili kararlarına bağlıdır.

Astsubaylar, kendileri için eşitlik talep ederken aslında ordunun varoluş şekline, mantığına ve ruhuna aykırı davrandıklarını göremiyorlar. Bu da astsubaylar arasında askerlik ruhundan ziyade, bir tür memur zihniyetinin yaygınlaştığını gösteriyor.

Ordu, hiyerarşinin mükemmel halidir. Hiyerarşide eşitlik olmaz, demokrasi olmaz. Ordunun millet varlığını  koruyabilmesi, tehditleri ortadan kaldırabilmesi için  hiyerarşisinin aksaksız işlemesi gerekir. Bu yüzdendir ki ordu belli  bazı bilinçsel özelliklere,  millî değerlere kesin bağlılığa ve adanmışlığa bakarak mensuplarını seçer. Bir savaşa girildiğinde  astsubayların generallerinin kararlarını tartışması düşünülemez. Oysa demokraside “yöneticiler” tam aksine  seçmenlerin  ve  kuvvetler ayrılığında diğer kuvvetlerin denetimi altındadır.

Demokrasiler, kanun altında eşitliğin mutlaklığı üzerinde yürür ve bu yüzden sıradan vatandaşın kendisini yönetenlerden  hiçbir farkı yoktur.  Yani  genel hükümler dışında yasama ve yürütme sıradan bir vatandaşa keyfî hiçbir emir veremez. Hükûmetlerin bu açıdan vatandaşa hiçbir kategorik üstünlükleri yoktur.

Ama orduda kıdem ve rütbe her şeydir.

Astsubayların eylemleri ordunun hiyerarşisine açık bir başkaldırıdır. Girerlerken kabul ettikleri her şeyin açıkça reddidir.

Ordu, herhangi bir bakanlık veya müdürlük vs değildir. Dolayısıyla  “sivil hak arama” şekilleriyle bir müracaat, ordu için düşünülemez.   Mevcut eylem ordunun millet hayatını korumak görevinde ciddi bir aksamadır ve kabul edilemez bir davranıştır.

Bugün meydanlarda, kendilerini, sorumlulukları ve etkileri kendileriyle kıyaslanmayacak memurların veya işçilerin yerine koyarak canları pahasına uymaya yemin ettikleri görev hiyerarşisine  başkaldıranların, ülke bütünlüğü tehlikeye girdiğinde,  üstlerine itaat edeceklerine güvenilebilir mi? Veya vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü üstüne yemin ederek silâh altına alınan bu insanların, bugün maaş bahanesiyle başlattıkları bölünmenin ve başkaldırının, yarın cemaat mensubiyeti veya etnik ırkçılık ile  tekrar baş vererek orduyu zehirlemeyeceğinin bir garantisi var mıdır? Nitekim dinciliğin orduya astsubaylar arasından sızdığı bilinen bir gerçek değil miydi?  Son seçimlerde  etnik ırkçı katillerin yandaşlarına, İstanbul’daki bir askeri  lojmandan yirmi altı oyun çıkmasının Türk Ordusu için kabul edilebilmesi mümkün müydü?

Ordu,  işlevi gereği, kendisine has kuralları olan, olması da gereken kesinlikle hayatî bir kurum. Orduyu kendisinden başka bir hale getirmeye çalışmak onu ortadan kaldırmaktır. Ordu geçici hükûmetlerin kendi kısıtlı anlayışlarına göre tasarlayabilecekleri, üzerinde oyun oynayabilecekleri bir oyuncak değil.  Siyasiler Türk'e yabancılaşmış, Türk’ün değerlerinden yoksun insanlar olabilir ama  bu yabancılıklarını ve değersizliklerini Türk Ordusu’na telkin edemezler, etmemelidirler. Türk  ordusundaki disiplinsizlik ve yabancılaşma mutlaka önlenmelidir.

  Türk Milleti, mecbur kalırsa şüphesiz kendi varlığını korumak için  kendi  iradesini kullanır ve topyekûn bir mücadeleye girer   çünkü  her Türk asker doğar!

11 Şubat 2013 Pazartesi

Mesuliyet Ciddiyet Maliyet


Bir halı reklâmı seyrettim, hayatım değişti.

Dolgun yanakları ve balina kıvrımlarıyla muhteşem bir şarkıcı,  tam bir Broadway müzkali mizanseni ile vıcık vıcık bir alaturkalığı sentezleyerek tam da markasına yakışır bir reklama imza atmıştı.

Bence imza gününe gitmek lâzımdı.  Daha dün,  çakır gözlü bir şarkıcı,  bir alışveriş merkezinde imza günü düzenlemişti. Albümünü imzalayacaktı herhalde? Gene gıcık bir ciddiyete düştüm abi! Klavyeyi ne zaman elime alsam böyle oluyor. İnadına cıvıtasım geliyor.  İş eninde sonunda geliyor bir dramaya dayanıyor.

Bu bloğu çok ciddi fikirler içintasarlamıştım.

Sonra çevreme bakıyorum, hiç kimse o kadar ciddi falan değil. Ciddiyet bir lüks mü? Dayanılmaz bir ahlâkî yükümlülük mü? Hep beraber  “yavşarsak” sorumluluk falan kalmıyor mu ortada?  Herhangi birşeye  bakmazsak, herhangi bir şeyi işitmezsek herhangi bir şey söylemezsek her şey tamam oluyor mu? Olabiliyor mu?Hem hiçbir şey olmak hem de her şeyi isteyebilmek mümkün mü?

Bu, adı konulmadık bir nihilizmve biz onun bile sonucuna katlanabilecek kadar yetişkin değiliz.

Çünkü hiçbir şey olmak sözsüz,ifadesiz ve etkisiz olmaktır. Oysa biz hırsızlıklara göz yumup  sahip olabilmeyi istiyoruz. Biz zorbalığateslim olup  huzurlu yaşamayı istiyoruz.Biz kasaplara teslim olup hayatta kalabilmeyi istiyoruz. Biz çakalların önüneölü gibi  yatıp yenmemeyi umabiliyoruz.

Biz  yavşayabiliriz… Maalesef “maliyet” kesinlikleve hiçbir diyalektik şaşılıkla ortadan kaldırılamayacak kadar ciddi bir gerçek…   Maliyetvicdansızların sorumsuzluklarının son durağı ve ekonomistlerin dediği gibi “Herkesöder…”




5 Şubat 2013 Salı

Zamanın Bambaşka Geçtiği Dizi


“Öyle Bir Geçer Zaman Ki” kimi baskın ve yanlı ideolojik  tonlarına rağmen  nitelikli bir dizi.

Memleketin içine yuvarlandığı medeniyetsizlik uçurumunda, az sayıda rastlanır derinlikli dizilerden biri. Bizi geçmişte  daha insan insana, can cana olduğumuz günlere götürüyor. Teknolojinin  sanal ilişkilerle bizi aslında çok çok ötelere itelediği bir devirde sesin ve sözün yegâne eğlence olduğu zamanları hatırlatıyor.

İçindeki   bazı komik ideolojik tiplemeler dışında, Türk toplumunun içindeki dönüşümü, farklılaşmayı   duyarlılıkla işliyor.

Kahramanları belli bir ideolojinin kahramanları olmasına rağmen  “Öyle Bir geçer Zaman Ki”,   cumhuriyetle ortaya konan Türk modernleşmesinin ailesini esas alarak  toplumda yaratılmak istenen sahte “normallik” algısına inatla karşı çıkıyor.

Kameraları, fotoğrafları ve kurgusuyla devrin soluk izlerini hatırlatıyor. Bugün artık  cumhuriyete ve Atatürk’e  yabancılaştırmanın resmî uygulamalarına karşı toplumda ciddi bir mutabakatın fikirsel zeminini hazırlıyor.

 Oyunculuğuyla görselliğiyle, doğal diyaloglarıyla “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”  hayata gülebilmenin, ümidin ve sevginin  kaydını tutuyor.

Güzel dizi velhasıl-ı kelâm…

4 Şubat 2013 Pazartesi

Zamana Karşı Blog


Sanalağ iletişiminde ileti  sıklığı ne olmalı?
Twitter denen ( ki şu anda reklâm yaptık…)  yaz boz tahtasında saniyelerle ölçülüyor ama istenen veya ideal zamanlama bu mu?

İş dönüp dolaşıp bir felsefî sorun haline geliyor.

Çünkü anlık küçük ileti yollamak alışkanlığının yerleşmesi, daha uzun iletilerin göz arıd edilmesine sebep oluyor. Zaten az okuyan bir toplumuz; bu hal okuma alışkanlığımızı yüz kırk karaktere kadar  indirecek gibi görünüyor. Acaba sanalağ da okumak “mrb”, “nbr” gibi kısaltmalara düzeyine inip orada kalacak mı?

Okumama alışkanlığımızın genel tembellik güdüsü aslında sanalağda da kendini bu mazeretle gösteriyor. Hakikaten o kadar meşgul müyüz? Bir yandan anlık ileti tahtamızdan sağa sola “mrb”ler, “nrb”ler yağdıracağız, diğer yandan herhangi bir  fikir inşaasına bakmaya vakit bulamayacağız…

Yani zamanlamanın okur ve yazar ayakları arasında ciddi bir kopukluk var gibime geliyor. Burada herhalde  blogcunun ki hem bir blog yazarı olmamdan hem de blogu, diğer web oluşumlarına göre  daha samimi bulduğumdan,  sanalağ  yazımında esas alıyorum, samimi ve sürekli bir ilgiyle  takip edilmesinde “kafadar” bir okur kitlesine sahip olması gerektiğini düşünüyorum,belki de yanlış düşünüyorum.

Zamanlama da bir yandan   bilhassa bir blog yazarı olarak beni düşündürüyor. Kısıtlı  okur kitlesi  blog içeriğinin ne kadarını merak ediyor? Blogda sevdiği nedir?  Okur kitlesinin ilgisini kaybetmemek için  ne sıklıkta yazmak gerekiyor?

Bu konu okunurluğun artmasıyla , reklâm alıp alamamakla ilgili olduğu kadar  yazarın yazar egosunu tatmin etmekle de ilgili.

Blog  azmanın cazibesi ortadan kalkacak mı.  Bazı yazarlar çok sık yazmamakla beraber ciddi bir okur kitlesine, takipçi sayısına sahip oluyor. Bu iletişim yeteneklerinden midir, eş, dost, akraba ilişkilerinden midir, bilemiyorum.
Sanırım sanalağ iletişiminde, en önemli öğe insanî sermaye ama bu başka bir konu. Bakalım neler olacak?

Mazhar Fuat Özkan abilerden enfes bir parça daha... hayır kollarından, bacaklarından değil, yüreklerinden bir parça...

3 Şubat 2013 Pazar

Gerçekliğin Sosyal Medya Sancısı

Twitterdaki insanlar,  gerçekten senin bu gün kaç defa tuvalete gittiğine aldırıyorlar  mı sence?

Sosyal medya gerçekte ne kadar yararlı?  “Yararlı” mı dedim?

 Sosyal medya sihirli bir kelime… İnsanlarda bir “medya oluşturabilmek”  duygusu uyandırıyor. Beğeni istatistikleri, izleyici sayıları vs . sanalağ yaratıcılarında bir şöhret algısı  oluşturuyor.

Böylece daha çok izlenmek amatör sanalağ yaratıcılarının öncelikli hedefi oluyor.

Ama sosyal medya denen şeyin asıl işlevi, dayanışmacı topluluk bireyleri arasında  iletişimi arttırmanın yanı sıra hızla  büyük bir reklâm kitlesi oluşturabilmesi.

 Bakıyorum,  belli bir okuyucu kitlesine hitap ede yazıları derleyen siteler, reklâm almak konusunda çok atak oluyorlar.  Alıntıyla sayfa doldurmak ve  kitleyi kazanmak işin en kolay yolu gibi görünüyor. Alıntılı haber siteleri veya  topluluk sayfalarında, içeriğin hızlı güncellenebilmesi en büyük avantaj. Bir de topluluğun iç dayanışma enerjisi ile yeni medya  kahramanları yaratmak mümkün olabiliyor.

Facebook ki adını her andığımızda aslında reklâm yapmış oluyoruz, iletişimi hızlandıran buna karşılık toplulukların birbirinden daha hızlı ayrışmasına sebep olan,  farklılıkların uzlaşma imkânını azaltan ve onların daha fazla kemikleşmesine  sebep olan bir  şirket. Belki fark etmiyorsunuz ama arkadaşlarınızın belki de dörtte biri belki daha fazlası sizi sadece bir isim olarak listesinde tutarken içerik paylaşımlarınızı engelleyebiliyor. Böylece  sizin sessiz  halinizi  daha çok sevdiklerini söylemiş oluyorlar.

Ve siz aslında bir sağır odada bağırıp çağırdığınızı anlayamadan  dünyayı değiştirdiğinizi sanıyorsunuz.
Twitter ki o da aslında ticari bir şirketmiş,  ne yaptığını hiç anlayamadığım araçlardan biri belki de birincisi… Bütün anladığım, kör satıcının kör alıcısı olur, hesabı, üç-beş kelimelik dağarcığı olanların yığıştığı ve reklâm  yüklediği bedava görünümlü bir arsa gibi hizmet verdiği…

Bana öyle geliyor ki aslında sosyal medya denen oluşum, sanalağda bir tıklama refleksi   yönlendirme sanatından başka bir  şey değil. Edebî, bilimsel dehanızı paylaşmanızdan ziyade beğenileri güdüleyebilmek işi… Shakespeare bugün yaşasaydı belki de şöyle diyecekti: “Tıklamak ya da tıklamamak… İşte bütün mesele bu!

Sosyal medya gerçekte var mı?

Mazhar Fuat Özkan Abilerden çok baba bir şarkı...