31 Aralık 2012 Pazartesi

Bilgisayarlı Kur'anlı Üstü Dumanlı Gençlik


"Elimizde bilgisayarla blog açıp,  âlemi hackleyip risale kopyalayarak, baş amcamızın açtığı yolda, kurduğu ülküde, gösterdiği amaçta, önümüze geleni devirip dersini vererek her yerimizi türbanla örtüp bıyık bırakacağımıza zemin ederiz!"

Acayip lüks bir salonda,  başlarında lüks türbanları, ceplerinde baba parasıyla alınmış arabaların anahtarları, üstlerinde  memur maaşından pahalı takım elbiseleri...

Bir avuç zengin bebesi cümle âleme terbiye, din, diyanet dersi veriyordu o gün.

Kendisine sadakat yemini ettikleri liderleri "Bir  elinde bilgisayar, diğerinde Kur'an olan bir akça pakça gençlikten" bahsediyordu.

Akça pakça siyasetin oy tabanı ne hikmetse, bu dünyada çektiği açlığı öbür dünyada çekmemeyi uman  fakir Müslümanlardı oysa...

Akça pakça yeniyetmelerin liderinin bahsettiği gençlik,  cebindeki harçlıkla tablet alabilen bir gençlikti.
Ama   ahlâk ne tabletle verilen bir paket programdı ne de Kur'an cepte taşındığında insanı evliya eden bir muskaydı. Bunları öyle elde taşımakla insan  Müslüman falan olamıyordu.

Bir elinde taşıdığı bilgisayarla dünyaya bağlanıp " Hacım acaba Hz. Google ne diyor?" diye bile bakmadıktan  veya " Hacı bu kitabı taşıyıp duruyoruz ama insanları peşinen suçlamanın bu kitapta yeri  var mı?" diye merak edip kitabı kurcalamadıktan sonra insanın pek de yarayışlı bir şey olamayacağını  anlayan çıkıyor muydu, içlerinden?

Merak ediyorum bu çocuklar gerçekte babalarının neye taptığını hiç merak ediyor mu? Akça pakça amcalarının birbirini sırtını sıvazlamalarıyla kazanılmış paralarla giyinmekten hiç rahatsızlık duyuyorlar mı?

İktidar eliyle semirmiş ailelerin sonradan görme çocuklarından oluşmuş  bir avuç gençlik, görünen o ki dinci oligarşinin ideal gençlik modeli. Gönül isterdi ki kendilerinden ve ailelerinden oyları devşirilmiş  tamirci, çiftçi, işsiz gençler de bir gün bir ellerine bilgisayar değilse bile Kur'an alacak parayı kazanabilsinler.

28 Aralık 2012 Cuma

Herkesin Torbası


Bir bebek katilinin şahitliğinin normal olduğu kafamıza öyle güzel yerleşti ki…

Bu belki güncel bir konu değil gibi önemli bir   dal.

Şimdi düşünülmesi gereken şu: “ Şemdin Sakık ve paşalar aynı derin devletin, aynı pisliğin parçasıdır!” diyerek  bebek katillerinin  Türk askerine karşı şahitliğini meşrulaştıran zihniyetin sağlığını tartışmalıyız asıl.

Ergenekon denen şey,   var olması gerektiği kafamıza çakılan, dayatılan,  hayalî bir  örgüt. Bu örgütün var olduğu kabul etmenin adeta bir amentü maddesi sayılması yeni Müslümanlığın icaplarından.

İnsanların darbecilikle suçlanmalarına sebep olan, başka bir ülkede olsa davaların anında düşmesine sebep olacak uydurma delilleri sağlayan  “sehven” palyaçoluğun kimin işi olduğuna hiç kimse  dikkat çekmedi.

Eğer darbeci, gizli ve kanunsuz erişim imkânına sahip bir örgüt var idiyse bugün bu örgütün artık var olmaması, etkilerinin de giderilmesi gerekmez miydi?

Oysa sanıkların erişemediği, elde edilmeleriyle ve  özleri itibariyle uydurma ve gayri meşru deliller yaratan bir “sehven”   cemaatinin varlığı iyot gibi açığa çıktı. Başbakan dahi bütün hükûmet, kendi yetki ve sorumluluk alanında erişemedikleri bir dinleme faaliyeti olduğunu söylüyorsa o zaman bunun anlamı şudur: “Derin devlet “ diye bir şey varsa bunun en azından bir kısmı şu anki dinciliğin elindedir ve  bu kısım, eskisinden çok daha sert bir şekilde ve çok daha keyfî şekilde kullanılıyor.

 Hadi bir kestirmecilik  yapalım: Bundan öncesini bilmem  ama ABD istihbaratı dincilerden demokrasi kahramanları yarattı.  Ilımlı (!) dincileri kendisine  boyun eğdirerek bunları, Türk Milleti’nin üstüne yırtıcı bir kaplan gibi saldırtıyor.

Çok kolaycıyız gibi görünebilir ama eğer derin bir devlet arıyorsanız onu Şemdin Sakık denen itle bir genelkurmay başkanını aynı torbaya koyarak yaratmaya kalkmayın. Geldiğinde önünüzü iliklediğiniz ve karşılarında boyun eğdiğiniz çuvalcı Amerikan generallerine bakın.

27 Aralık 2012 Perşembe

Türkiye'de Tek Taraflı Tarih Algısı



Dün bir tartışma programında Fehmi KORU  ile Cengiz ÇANDAR ahkâm keserlerken  Fehmi KORU MTTB başkanı olduğu devirden bahsetti, Çengiz ÇANDAR da MTTBlilerin TMTF denen solcu örgütlenmeye saldırdığını söyledi. Fehmi KORU  " O bizim devrimizde olmadı..." diyerek geçiştirmeye çalıştı.

Basit bir it dalaşı gibi görünen bu "hoş" diyalogun ne önemi vardı? Çoğu için hiç bir önemi yoktur. Tarihi, ortaokul müsameresi benzeri  çıtırdak çerez dizilerden öğrenenler için bu  ÇANDAR'ın sözü doğrudur.

Mesele hakikatin öyle olup olmamasıdır.


Öncelikle şunu belirtmekte fayda vardır. Türkiye'de bir komünizm tehdidi yaşanmıştır. Türkiye'de Rus ve Çin güdümünde solcu militan örgütlerin ve siyasetin varlığının delilleri mevcuttur.  Sadece 1991'de KGB arşivlerinden çıkarılan Behice BORAN adına kesilmiş  maaş makbuzu bile bunun için yeterlidir. O makbuz STAR televizyonunda da vakti zamanında gösterilmiş idi. Kaldı ki Attila İLHAN'ın da bu durumu kabul ettiğine dair deliller var meselâ ondan alıntılanan şu söz önemli: Sovyetler birliği dağıldıktan sonra kgb'nin belgelerinden görüyoruz ki, Türkiye'deki sosyalistlerin pek çoğu maaşa bağlanmışlar orada. Bugün de alman vakıflarından, Amerikan vakıflarından maaş alarak, Avrupa fonlarından para alarak, onlar adına hareket eden pek çok basın yayın organlarında görevli isimler vardır ve bunlar artık ayıp olmaktan da çıkartılmıştır. Maalesef Türkiye bu noktaya gelmiştir.*
 
Cengiz ÇANDAR'ın bahsettiği MTTBliler  Fehmi KORU'nun eyyamcı dinci takımı değildir. Onlar,  solcularca işgal edilmiş okullara alınmayan, yalnız yakalandıkları her fırsatta dövülüp darp edilen, ilerleyen zamanlarda şehit edilmiş milliyetçi öğrencilerdir. O vakitler milliyetçilik, Nurculuk vs dinci safsata ile ifsat edilmemiş olduğundan bu ayrımı net şekilde yapabiliyoruz. Zaten MTTB'nin dincilerin kontrolüne geçtiği tarih de bellidir. Yanılmıyorsam 1966 kongresinde,  asgari müşterekleri olduğu kanaatiyle  birliğe kabul edilmiş dinci takımı birliği ele geçirmiş ve sonrasında birliğin  hüviyetini, ümmetçi, dinci ve gerici  bir hale getirmiştir.

Bu yüzeysel ve çarpık sohbette Fehmi KORU ve şürekasının, ülkenin iç savaş ortamında, hiç bir yerinin ve etkisinin olmadığını gördük. Filistin'de  Rus ajanlarından adam öldürmeyi öğrenip  memlekette  kalaşnikoflu  bir "demokrasi" kurmak için uğraşan "profesyonel devrimcilerin" ( ki bunun adı aslında paralı askerdir...) bugün tarihi kendilerine gör yazıp bize dayatmasına maalesef adına milliyetçi denen camiadan hiç bir tepki gelmemektedir.

Çünkü milliyetçi camia, kafası dinci hurafelerle uyuşturulmuş ve geçmişin omurgasız dincilerine benzetilmiş, onlara dönüştürülmüş haldedir.

Bunun önemi nedir? Türki'yenin Suriye'den sonra bir iç savaşa  sürükleneceği, sırada bekletildiği bizzat dinci iktidarın patronlarınca  açıklanmışken, Türkiye'nin değişen zihin haritasında  bölücü Kürtçülerle beraber olmayı seçen solculara (CHP) ve Türk adını yok etmeyi dinlerinin gereği sayan eyyamcı ümmetçi sürüsüne karşı koyması gereken insanlar, milliyetçilerdi.

Maalesef Türkiye'de "vatansever/devrimci solcu- katil/işbirlikçi milliyetçi"  tasavvuru artık kafalara yerleşmiştir.

Şu saatten sonra kanınızın akmasının İslâm'ı zafere ulaştırıp ulaştırmamasının bir önemi yoktur. Zaten İslâm adına Türklüğü yok etmeye çalışanlar bunu başarmışlardır.

Türkiye gerileşen, ilkelleşen ve yobazlaşan, yabancılaşmış bir milliyetçiliğin umursamazlığı yüzünden, çarpıtılmış tarihinin seçtiği yanlış bir yolda, bölünmeye doğru hızla gitmektedir.





25 Aralık 2012 Salı

Türkiye İran Olabilir Mi?



"Türkiye İranlaşıyor mu?" Bu aslında şu an için açıkçası saçma bir soru. Türkiye görünen o ki  özellikle 2007'den bu yana fiilen İrandır.  "Görünen o ki" dememin sebebi görünenin ötesini düşünmeden öncesini belirtmek içindir.

İran'da kadınlar, resmî şeriat baskısına rağmen saçlarını gösterecek şekilde giyiniyorlar. Bugün Türkiye'de artık rahibe taassubunun şeklen de ruhen de aynısı bir  örtünme biçimi toplumda bir kanser gibi yayılmış vaziyette.

İran şeriatın ancak resmi bir rejim olarak egemen olabildiği  ve kanuni  uygulamaları hafifletildiği andan itibaren toplumsal hayattan çekilebileceği bir ülke.

Oysa Türkiye şeriatın, cennet hevesi ve cenehhem korkusunun Allah adına cemaatler ve tarikatler vasıtasıyla zihinlere tasallut ettiği bir ilkel memlekettir.

Bunun yanı sıra Türkiye sözde muhafazakâr, özde mutaassıp bir iktidarın, hepimizin hayatlarına  mevzuat yoluyla kendi anlayışını dayatmaya başladığı bir ilan edilmemiş şeriat rejimini yaşıyor.

Bu, iktidar değişikliğiyle halledilebilecek basit bir sorun da değil maalesef.  Bütün zorba rejimler kendi haklılıklarını peşinen kabul ettirir ve adalet mekanizmasının eksenine kendi hakikatlerini yerleştirir. Bu yüzdendir ki zorba rejimlerde hukukun evrensel ilkelerine göre değil, iktidarların kendi kabullerine göre yargılama yapılır.

Türkiye'de "millî irade" denen, zorbalığa teşne ve zorbalığa teslim olmuş bir büyük kitle egemenlikten, içki içenlere, başı açıklara ve eleştirerek kendi  mutlaklarını tartışan herkese karşı resmî her türlü baskıyı "hakikat" olarak kabul ediyor.

Dünyada resmi şeriat rejimleri, halkın sağduyusu, normalleşme eğilimi ve eleştirel vicdanlarıyla törpülenirken Türkiye'de, sınırlı devleti meydana getirecek liberal demokrasi normları, tam da halkın taassubu ve  zorbalık açlığıyla ortadan kaldırılıyor.

Türkiye'de siyaset artık halka  hizmet etmek değil, her türlü devlet gücüyle şeriatı destekleyen bir kitle yaratarak demokrasicilik oynamak haline gelmiştir.

İran "dürüst ve açık" bir şeriat zorlayıcılığını yaşarken Türkiye örtük, ikiyüzlü ve korkak bir  şeriat özlemiyle   ilkelleştirilmekte....

Hayır! Türkiye İran olamaz ve olamayacaktır. Çünkü Türkiye'nin  zihniyet haritasında  bütünlük, tutarlılık ve dürüstlük artık yoktur.

Şeriatın ilkellik olduğunu düşünenler varsa şunu söyleyelim ki  Türkiye bunun da gerisinde bir ikiyüzlülüğe bulgur, kömür açlığı çekip  ikbal ve cennet şehvetiyle tutuşan büyük bir kitle yüzünden hızla yuvarlanmaktadır.

Hayır! Türkiye maalesef İran olmayacaktır.


24 Aralık 2012 Pazartesi

18 Aralık 2012 Salı

Dinci Fitnenin Beyaz Taşı: Türk İslâm Ülküsü Hurafesi


Türk  İslâm Ülküsü nedir?

Bu konuda yazılmış bir kitap olmasına rağmen hiç kimsenin konuyu aydınlatıcı bir özetine bu güne kadar rastlayamadım. Merhum Türkeş'in " Sizi Allah yoluna çağırıyorum!"  sözü ne anlama gelmektedir?
Türk İslâm Ülküsü denen düşünce milliyetçiliğin  ne toplumsal özünde ne de fikri mücadelesinin başında vardır.

Türk İslâm Ülküsü denen bir ülkü var ise bunun ulaşmak istediği hedef nedir?
Bu sözde ülkünün anlamı, Türk toplumunu, "İslâm ahlak ve faziletine göre  şekillendirmektir".  Bir ileri aşaması bir "Türk-İslam Birliği" meydana getirmektir.

Her şeyden evvel  toplumu harekete geçirmek imkânına sahip bir siyasi figürün her sözü toplum hafızasında ve bilincinde ciddi tesirler yaratır.  Dolayısıyla toplumu yönetmeye aday insanların sözleri, sıradan insanların sözlerinden çok daha fazla tetkik edilmelidir. Oysa bizde, durum tam tersidir. Bizde yetki sahiplerinin yetkileri, onları adeta tanrılaştırmak  için kullanılır  ve sözlerine ayet kudretinde bir tartışılmazlık  izafe edilir.

MHP'nin popülerleşme ucuzluğu içinde, dinci seçmene yaklaşmak gayretiyle uydurduğu sloganik söylem, maalesef hedeflediği hiç bir ahlâkî gayeye ulaşamadığı gibi toplumdaki milletleşme bilincinin,  tam aksi istikametteki siyasal dinciliğin ümmetçilik fikrine doğru kaymasına sebep olmuştur.

 Bir Müslüman memleketinde dinini kendi bildiği gibi yaşayan insanlara "Sizi Allah yoluna çağırıyorum!" demek "Yaşadığınız şey Allah yolu değildir!" demektir ki bu söylem zaten dincilerin, kendilerinden gayrisini tekfir eden aşırılıklarıyla aynı mantığı kullanmaktır. Bu sözün hangi ahlâkî idealizmle söylendiğinin hiç bir önemi yoktur. Din, maksatların son derece dikkatli belirlenmesi ve hadde riayette son derece dikkatli davranılması gereken bir sahadır. Dolayısıyla din adına slogan üretmek, ahlâka fayda getirmez ancak dini ucuzlaştırır.

Bundan dolayıdır ki milliyetçiliğin dinî bir hassasiyetle sloganlar üretmesi millette hiç bir olumlu yankı bulmamış, milliyetçilerin günden güne siyaset sahnesinde erimesine sebep olmuştur. Bugün en keskin cemaatçi, tarikatçi aşırıların içinde çok sayıda ülkücü olmasının sebebi budur.
Türk İslâm Ülküsü denen fikrin "İslâm ahlak ve faziletinden" bahsetmesi kuramsal  olarak iki açıdan son derece yanlıştır.

Bunlardan biricisi  "ahlâk" denen kurumun İslâm dışında var olmadığını kabul etmesidir.
İkincisi, standart, kimliksiz, milliyetsiz bir İslâm ahlâkının var olduğunu sanmasıdır.
Birinci  anlayışa göre Türk'ler İslâmiyet'ten önce ahlâksız, vahşi ve insanlık dışı bir  yığınken İslâm'dan sonra "adam olmuş" bir kabile olarak kabul edilmektedir.

İkincisi daha kötü ve zorbalık sebebi olan  anlayıştır. Milletlerin kendi ahlâkî anlayışlarını İslâm dışı ve batıl bularak onlara "evrensel bir ahlâk"  manifestosu sunmaya çalışırlar.  Ahlâkın temelinde zarar vermemek iradesi  vardır ve bu irade her toplumun kendi normlarına ve değerlerine göre şekillenir. Âleme nizam vermek isteyen Türk İslâmcılar için âlemi Arap yeşiline boyamak insanlığı mesut etmeye yetecektir.
İslâm, milliyetleri yok ederek standart ve kimliksiz bir Müslüman toplumu yaratmak için gelmemiştir. Onun evrenselliği, insanlığın ortak davranış kuraları hakkında bir paradigma değişikliği önermesinden gelir. İnsanın temelde doğru davranış alışkanlıklarını edinmesi ve böylece toplumda olumlu bir ilişkiler ağının örülmesi onun temel hedefidir. Dolayısıyla İslâmiyet'in sanıldığı gibi tek bir dili yoktur; onun dili Arapça değildir.
İslâmiyet'in önerdiği toplumsal düzen Tevratvâri tanımlanmış bir düzen değildir.

Türk İslâmcı'ların âleme nizam vermek "ülkülerinin"  fiiliyattaki hedefi şeriat devletidir. Zira onlar  "hataya açık"  beşeri hukuku, kötülüğün yegâne kaynağı olarak görür ve "mükemmel olan" bir "ilâhî manifestoyla" topluma hükmetmek isterler. Çünkü bir toplumu "İslâm ahlâkına döndürmenin" yolu ancak şeriat devletidir.
Onlar "İslâm ahlâkından", ulemanın icazet verdiği davranışları anlarlar. Oysa ahlâk "yapılması gerekenlerle" değil "yapılmaması gerekenlerle" ilgilidir.

Hayatın her ânını devletin/ otoritenin emri altında  yaşayarak ahlâklı olunamayacağını anlayamazlar.  Sözde ülküleri, milletin fertlerinin hür iradeleriyle yanlışı seçerek sorumluluk alabilecekleri bir hürriyet ortamı yaratmak değildir. Onların "ülkü" dedikleri şey, fertlere kendi akıllarınca İslâm'ı zorla yaşatarak  ahlâklı olmalarını sağlamaktır. Onlar dinin bunun için geldiğine inanırlar. Belli bir giyim şeklinin "ahlâkî" diğerlerinin "ahlâksız" olduğunu söylemek, bunu dayatmak, kadını ahlâksızlık ve fitne kaynağı olarak görerek ortadan kaldırmaya çalışmak Türk İslâmcı'ların yegâne ahlâkî standardıdır.

Bu gerçekten sapkın ve zorba din anlayışı ile Türk İslâmcılar , doğrudan doğruya Arap taklitçisi dincilerle aynı aklı ve tavrı benimser. Bu yüzden "Türk İslâm" anlayışı, milletin genel düzeni ve dirliği için pirinç içindeki beyaz taştan farksızdır. "Türk İslâm Ülküsü" denen şey, dinciliğin, içine Türk adı karıştırılmış halinden başka bir şey değildir.

Türk Milleti ahlâkı, dinci zorbalığa  itaat ederek yaşamak şeklinde anlamaktan vazgeçtiğinde, bu tip "din davası"  hurafelerinin saçmalığını da idrak edecektir. Türk milliyetçilerinin varsa bir görevleri o da dini bir dava, bir ideoloji, bir rejim olarak anlayan dinciliğe payanda olmaktan vazgeçmek ve  milleti de din istismarının  sarhoşluğundan uyandırmaktır. Yoksa Arap taassubunu "İslâm ahlâkı" diye pazarlayarak oy devşirmek değil...

13 Aralık 2012 Perşembe

Helâl Ev Safsatası

"Helal ev"  diye bir şey uydurmuşlar. Kadınlarla erkekleri birbirlerinden uzak tutabilecek bir yapısı olacakmış. Ayrıca abdest almak için daha alçak muslukları olacakmış.


Bunun "Müslüman talebi" olduğu söyleniyor.

Müslüman'ların  helâl ve haram konusundaki bu taassupları bir tür mani gibi sür'atle yayılıyor.

Helâl bir ev, İslâm'ın mantığında var mı?

Veya haram edilmiş bir ev var mı?

Bir evin "helâlliğinden" bahsetmek onun Kur'an'dan gelen bir icazetle, izinle tanımlandığı anlamına gelir.

Kur'an bir mimarî yönerge değil; bir giyim kuşam kılavuzu olmadığı gibi...

Bir şeyi helâl veya haram olarak tespit etmek sadece Allah'ın işidir ki onu da zaten Kur'an'da yapmıştır.

Kur'an'dan sonra hiçkimsenin hayatı helâl/haram alanlarına bölmeye hakkı yoktur.

İşin bu boyutu bir tarafa, insanların İslâm'ı kaç-göçten, açık namazdan ve din gösterisinden ibaret sanmaları ciddi bir psikolojik sorun haline geliyor.

Kadını erkekten uzak tutmak paranoyasını din olarak kabul ettirmek, din simsarlarının en büyük sermayesi.

Bir yandan ailenin öneminden bahsedip diğer yandan erkek ile kadını belli zamanlarda yatak odasında buluşmaları dışında bir araya getirmemek kendilerine Müslüman diyenlerin anlayabildlkleri tek ahlâkî davranış biçimi...

Öbür yandan, erkeğin ve kadının aslında yaratılıştan günaha eğilimli oldukları ve bir arada kesinlikle günah içinde bulunacakları korkusuna "ahlâk" demek dincilerin evanjelizmden kopyaladıkları bir dinler arası diyalog kalıbı.

Bir evi "helâlleştirmekten" bahsetmek aslında Musevîliğin "koşer"geleneğinin mantığını taklit etmekten başka bir şey değil. Helâlleştirmek, hayatın geri kalanını İslâm dışı ve mundar kabul etmek demek. Bu mantıkla yaşamak mümkün değil. Bu mantık aşırılığı normalleştiriyor.

Bu aşırılık, aslında bizatihi dinin, kendisiyle savaştığı yegâne düşman. Aşırılık hayatı yaşanmaz hale getiren bir tutkudan başka bir şey değil. 

Helâl ev denen şeyin saçmalığı, dincilerin kaprislerine boyun eğilerek ortaya konmazsa, din Müslüman'ların köleleştirilmesinden başka bir hale gelmeyecek...


5 Aralık 2012 Çarşamba

İdeoloji Yollarında Milliyetçi Siyaset


Fikirden bahsetmekle fikrin içini doldurmak, çok farklı şeyler.
Türk milliyetçiliğinden bahsederken de yaptığımız bu.
Milliyetçi olmanın belli bir şekli olduğunu düşünüyoruz. Buna ideoloji diyoruz ama öyle olup olmadığını aslında bilmiyoruz.

"Dokuz Işık'a" bir tür ayet kudreti vererek onu milliyetçiliğin amentüsü gibi kabul ediyoruz.
Dokuz Işık gerçekte nedir, ne değildir bunu hiç düşünmüyoruz. Dokuz Işık, düşünülüp düşünülebilecek yegâne ideolojiymiş, varılabilecek son noktaymış gibi düşünüyor çoğumuz.

Dokuz Işık'ın madde madde  tahlilinin yapılıp yapılamayacağını bile düşünmüyoruz, düşünmek de istemiyoruz.
Sorun milliyetçiliğin gerçekte bir ideoloji olup olamayacağıdır.
İdeolojiler, toplumsal düzenle ilgili paradigmalardır, kapsayıcı ve açıklayıcı bütünlükte fikir paketleridir. Toplumsal düzenleri onlara göre anlamaya çalışır ve de tadil ederiz. Sosyalizm, tadilat yerine devrimle bütüncül bir değişim önerir meselâ.

Toplumsal düzenle ilgili kapsayıcılıkları açısından, ideoloji olarak adlandırabileceğimiz iki paradigma var: Sosyalizm ve liberalizm.
Toplumsal düzenle, yani  ferdin toplumla ve devletle karşılıklı ilişkiler ağıyla ilgili bütün düşünceler, bu iki kutup paradigma arasında bir yere yerleşir. Bazıları sosyalizme bazıları liberalizme daha yakındır.
Peki ama bu iki ideolojiyi birbirinden bu derece ayıran farkla nelerdir?
Bu farklar bu ideolojinin yol ayrımlarında kendini belli eder.
Liberalizm, toplumsal düzenin gerçek bireylere dayandığını ve gerçek bireylerin varoluşlarının, onların farklılıklarını aşan genel kurallarca  teminat altına alınmadıkça toplumsal düzenin  barışçı ve  âdil olamayacağını söyler.

Sosyalizm ise bireyin, toplumun eseri olduğunu, dolayısıyla bireyin toplumdan ayrı gerçek ve yetkili bir varlık olarak düşünülmesinin insancıl olmadığını düşünür. Bireyciliğin, katıksız ve yalıtılmış bir bencillik olarak düşünülmesinin sebebi, sosyalizmin  "toplum için birey" fikrinin, çoğu insana daha romantik gelmesidir.
O halde bir parti olarak ferdin toplumla ve devletle karşılıklı ilişkileri hakkında başlangıç kabulünüz neyse sunduğunuz politikalar da bu kabule göre şekillenecektir.
Bu noktada, milliyetçiliğin siyasî yöneliminin de ideolojik kutuplar arasında, sosyalizme daha yakınlaştığını düşünmemiz sanırım yanlış olmayacaktır.
Peki ama neden?

Dokuz Işık'ta her ne kadar "Hürriyetçilik Ve Şahsiyetçilik" diye bir madde varsa da maalesef milliyetçiliğin siyasal yönelimi, milliyetçilerin "Benlerinden" feragat etmesine dayandırılmıştır. Dokuz Işık'ta "Toplumculuk" ve "Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik" ilkeleri bu açıdan birbirleriyle çelişen ilkelerdir.
"Her çeşit faaliyetin toplum yararına yürütülmesi..." dediğinizde, insanlara kendi bildikleri gibi hareket edemeyeceklerini, kendi menfaatlerini gözetmenin kötü olduğunu söylemiş olursunuz. Bu, temel hakların ( hayat, mülkiyet, ifade hürriyeti) toplum adına ilgası anlamına  gelir ki açıkça sosyalizmdir.
Burada şunu görüyoruz ki ideolojileri reddederek bir ideoloji olmaya gayret eden siyasal milliyetçiliğin  "doktrini",  özünde  hiç bir  açıklayıcılık ve cevaplayıcılık  taşmamaktadır.
Milliyetçiliği bu doktrinle özdeşleştirmek, bir tavır ve tutum olarak onu belli bir kalıba sokmak gayretidir.
Maalesef MHP, bir partinin ideoloji gibi büyük fikir paketi üretemeyeceğini görmek yerine, ideolojileri reddederek kendince bir ideoloji geliştirmeye çalışmıştır.
Böylece  milliyetçiliği kendince bir yere yerleştirmiş ama bu yerin ideolojilerden hangisine yakın durduğunu  fark edememiştir.

İnsanların kendi menfaatlerini takip etmesini ahlâksızlık olarak görerek ahlâkî kabulünün, onu, toplumu putlaştırmak aşırılığına yaklaştırdığını görememiştir.   Türkiye'de siyasal milliyetçilik, ahlâkı, bireysel bir zararsızlık iradesi olarak görmek yerine toplumsal bir emir olarak görmeyi tercih etmiştir. Bu, milliyetçilerin içinde tarikatlerin ve cemaatlerin parazitleşmesini kolaylaştıran en önemli etkendir.

Bütün bunların  iki sebebi vardır:
Birincisi, milliyetçilerin mevcut dünyayı anlamak hususundaki tembellikleri... Söylenmiş şeyleri okumaktaki isteksizlikleri...
İkincisi de birikimsiz beyinlerden çıkacak fikirlerin orijinal olacağını sanmalarıdır.
Bu iki yanlış kabul, "Lider, doktrin, teşkilât" sloganıyla kemikleştirilmiş ve hiç bir tutarlı fikrî içeriği olamayan siyasal milliyetçilik, milliyetçiliğin mümkün olabilecek tek hali  olarak kabul edilmiştir.


Siyasal milliyetçilik, söylemlerinin, önermelerinin mantıksal tutarlılığını gözden geçirmeksizin bunları, birer   "iman maddesi" olarak seçmenlerine sunmuştur ki bu tavır hâlâ devam etmektedir. Bu kesin inanç tavrının, bilhassa siyasal milliyetçiliğin popülist endişelerle dincileştirilmesinden sonra kemikleştiğini söyleyebiliriz.
Siyaset, topluma, neyi, nasıl halledeceğini söylemek işidir. Bu da neyi sorun, neyi çözüm kabul ettiğinizi  bildirmeniz gerektiği anlamına gelir. Türk Milliyetçileri fikrin siyasetten öne geldiğini, siyasi  sloganların fikir olarak kullanılamayacağını artık idrak etmeleri gerekmektedir.


Dünyada uygulanmış ve uygulanan rejimlerin, fikrî özleriyle, uygulamaları arasındaki çelişkileri görmek, bu rejimlerin fikri özlerini ahlâk ve fayda açısından incelemek Türk milliyetçilerinin gecikmiş ve aslî görevidir.
Tek kelime Politzer okumadan antikomünist, domates alırken pazarlık etmenin anlamını düşünmeden, antikapitalist olmanın, Türk milliyetçilerine kazandırabileceği hiç bir şey yoktur.

Bu fikri boşluk, bir başka fikir paketiyle, siyasal İslâmcılık'la doldurulmaya çalışılmış fakat o da Türk'e göre yorumlanmak yerine Arapçı fanatizmin aşırılığıyla  aklileştirilmeye çalışılmıştır.
Bütün bunların sonucu  yalnızca "O değil, bu da değil, şu da değil..." tercihsizliği olmuştur.
Milliyetçilik milletin hürriyet ve refahının gözetilmesi ve öncelenmesi ise bunun nasıl olacağına dair fikrî tercihler yapılmalıdır.

Aksi takdirde, milliyetçi siyaset, eylemlerinin sonuçlarını dikkate almaksızın, züccaciye dükkanına giren fil misali attığı her adımda milletin refahına ve hürriyetine daha fazla zarar verecektir. Milliyetçi siyasetin şu anki dinci eğilimli popülizmiyle iktidar olması zor görünse de millete faydalı şeyler sunmak için bunu beklemesi gerekmiyor. Yalnız, milletin hayrına şeyler söyleyebilmenin yolu,  hayra ve şerre giden yollar hakkında bilgiyle dolmaktır.
Yapılmış yolların haritalarını reddederek yeni yollar hayal ettiğini söylemek yeni bir yol yapmak değildir. Rahmetli babam, Abdurrahman ÇELİK'in, kendi mesleğiyle ilgili bir sözüyle yazıyı bitirmek istiyorum: "Hiç bir yol, araziyi inkâr ederek yapılamaz..."


4 Aralık 2012 Salı

İddaa Maçları Artık Canlı Yayınla Nesine.com'da


Nesine.com, Türkiye'de bir ilki gerçekleştiriyor. Nesine.com üyeleri artık kuponlarındaki İddaa maçlarını canlı olarak Nesine.com'da izleyebilecek.

Bunun için sporseverlerin tek yapması gereken, bültende takım isimlerinin yanında yer alan kırmızı TV logolu maçlardan izlemek istediklerini seçerek, kuponlarına eklemek ve maç saatini beklemek. Nesine.com üyesi olmayan sporseverler de ücretsiz üye olarak bu hizmetten yararlanmaya hemen başlayabilirler.

Türkiye'de spor ekonomisine büyük artılar getirecek bu haber pek çok yönden bir devrim niteliğinde. Öncelikle yasal olarak maçları internet üstünde canlı yayınlamanın, birçok sporseveri yasal sitelere yönlendireceğini düşünüyoruz. Bunun gibi hizmetler bizce İddaa'nın marka değerinin yükselmesine de büyük katkı sağlayacaktır. Ayrıca bu iş üzerine kafa yoran ama izleyemediği takımlar üstüne bahis yapmak istemeyen bilinçli tüketicilere de yeni liglerde keyifle oynama imkanı verecektir.

İspanya La Liga, Almanya Bundesliga, İtalya Seria A, Fransa Ligue 1, Hollanda Ligi gibi çok izlenen ligler, Copa Libertadores Copa Sudamericana gibi Güney Amerika'nın en önemli organizasyonları, Dünya Kupası Elemeleri, Fransa ve İspanya Kupa maçlarının yanı sıra basketbolda Euroleague’in de yer aldığı 50’nin üzerinde futbol ve basketbol liginin canlı yayınlanması gerçekten çok önemli bir hizmet.

Nesine.com'u bu hizmetinden dolayı kutluyoruz.

Daha detaylı bilgi için: tv.nesine.com




Bir bumads advertorial içeriğidir.

2 Aralık 2012 Pazar

Cesetler Ordusu Geçti Hücuma!


Türk İslâm ülküsünün sevdiği benzetmelerden biri  ceset- ruh ikiliğidir.
Buna göre Türklük cesedimiz, İslâm ruhumuzdur.
Böylece Türklüğün aslında biyolojik ve irade dışı bir vakıa olduğunu, asıl değerli olanın  İslâm olduğunu söyler.
Doğrudur... İslâm iradî bir seçimin adıdır. insanlar dinlerini seçebilir.
İnsanlar belli bir milletin veya kavmin içinde doğar ve değerlerini o toplumlardan elde ederler.Yani bu konuda başta irade göstermeleri mümkün değildir. Fakat zaman geçtikçe mecburen üye oldukları toplumların değerlerini akıl ve vicdan süzgeçlerinden geçirir ve mensubiyetlerinin meşruluğuna ikna olurlar.

Ayrıca... Bir millete mensubiyetin en doğal şekli doğum olmakla beraber, vatandaşlık bağı, kişisel benimseme ve sempati gibi etkenler de bu mensubiyeti besler. Yani bir millete mensup olmak tamamen biyolojik ve istemsiz bir mecburiyet değildir. Hep örneğini verdiğimiz Afrikalı, Kafkasyalı sporcuların, millî formayı giyerek bir anda bizden biri olmaları, Türk olmaları, onların seçiminden ibarettir.

Türk İslâm ülküsü denen siyasi slogan, Türklüğü "bedene" benzeterek onu değer  ve ahlâk yoksunu, hayvanî bir varoluşa indirgemektedir. Böylece  Türklük, aslında kendisiyle gurur duyulması gerekmeyen, benzerine bütün primatlarda rastlanan özel bir  tür haline getirilmektedir.

Türk İslâm ülküsü savunucularının bu benzetmesinin bilinç altında, İslâm'ı, milletleri aşan,  onları anlamsızlaştıran, eriten bir siyasal birlik olarak kabul eden ümmetçilik yatmaktadır. " Türk'ü aşan" bir varlık olarak İslâm "ruh"  diye nitelenmekte, böylece aslında anlamsız bir ceset olan Türklük, lâyık olmadığı bir anlama kavuşmaktadır.

Bu tavır açıkça Türk'ü aşağılamaktır ama ne yazık ki kafaları Arap hayranlığından başka bir şeyle beslenmemiş Türk İslâm  ülkücüleri, Türklüğü bedene indirgemenin ırkçılık olduğunu bile fark edememektedir.

Eğer Türklük bedenden ibaretse, Türklükten gurur duymak, yalnızca ırktan ve bedenden gurur duymak olacaktır. Bunun adı da ırkçılıktır!

Hakikat böyle midir?
İslâm yokken Türk evlâdı ahlâksız, değersiz bir vahşi miydi? Sınır tanımıyor ve hırsızlık mı ediyordu? Kadınları eziyor ve onları taciz mi ediyordu?  Uğrunda yaşayacağı ve öleceği hiç bir amacı yok muydu? Bütün bunları islâm'la mı kazandı?
Türk İslâm ülkücülerinin Türk ecdadından fazla andıkları Arap büyükleri maalesef, İslâm'la dahi belli değerlere saygıyı edinememişti.
 Bir bedenden ibaret sayılan Türk Kur'anı asla savaş aracı yapmamıştı. Kur'an'ı istismar edenler, Türk İslâmcı'ların kendilerine benzemek için  tutuştukları Arap eşrafıydı.
Peygamberin hanımına kara çalan, torununu şehit eden,  "yürüyen Kur'an Hz. Ali'yi" şehit edenler, Türk  cesedinin sahip olamadığı dine sahip olanlardı! Devletin imkânlarını sömüren, yerli ahaliyi haraca kesen, Arap olmayan Müslümanları "mevali" diye aşağılayanlar,  kendilerine hayran olunan Arap seçkinleriydi.
Türk Milleti, , İslâm'ı seçtiğinde, sahip olmadığı bir ahlâkı kazanmadı.   Sadece zaten sahip olduğu değerlerin mükemmel bir özetiyle karşılaştı ve bu özeti çabucak benimsedi. Bizim "kılıç Müslüman'ı" olduğumuz söyleyenler, aslında Arapları içimize sindirmekte zorlandığımızı anlamazdan gelirler.

Bugün Türk İslâmcılar, İslâm'ın özünde reddedilmeyen kadın erkek eşitliğini, zaten içeren Türk örfünün yerine, kaç- göççü, haremlikli selâmlıklı patolojik/ paranoyak Arap taassubunu, ahlâk diye benimsemekte  ve bunun da Türk'ün ruhu olduğunu savunmaktadır.

Türk İslâmcıların toplumlaşmanın temelindeki değer ve norm ortaklığının tek başına din kabulüne dayanamayacağını görememektedir. Öyle olsaydı Türk, Fransız, Rus gibi adlar ortadan kalkar bunun yerine  dünya üzerinde  insanlık dini topluluklar olarak yaşardı.

Bu durum, Türk adının salt bir biyolojik köken ifade etmediğini gösterir.
Ayrıca dinin bir toplumu tek başına değerle ve normla mücehhez kılamayacağını ve mutlak toplumun örfüyle etkileşeceğini gösterir. Türk İslâmcılar İslâm'a "ruh" derken, Türk'ün yiğitliğinin, adaletini sağlayan örf kaynağını reddettiklerini bilmezler.
Türk zaten var olan ruhuna uygunluğunu anladığı için İslâm'ı kabul etmiştir, yoksunu olduğu bir ruhu İslâm'dan  ödünç almak için değil...
İslâm'ın değeri, milletlerin idrakini aşarak onları eriten bir üstün ideoloji olmasından gelmez.
İslâm'ın değeri, varoluşu sağlayan her örfle mutlaka bir şekilde örtüşerek insanların toplumsal değerlerle beslenmiş akıllarına, bir şekilde yatabilmesinden, hitap edebilmesinden gelir. İslâm ancak aklı yatanların seçtikleri bir dindir. Kendi başına insan akıllarına girerek kendini kabul ettiren bir şey değildir.
Bunu neden belirtiyoruz? Bunu belirtmemizin sebebi, Türk İslâm ülküsü denen siyasî söylemin sahip olduğu, İslâm'ı siyaset yoluyla egemen kılmak anlayışının temelindeki sakatlığı, ortaya koymaktır. Böylece millete, kendisinde olmayan bir ruh kazandıracağını sananlar, hem Türk adını aşağılamakta hem de siyasal İslâmcılığ'a payanda olmaktadırlar.

Türk Milleti, din adına kendisine dayatılan Arap gelenekleriyle uzun zaman mücadele edebilmiş fakat siyasal zorlamanın ve reklâmın bayağılaştırcı etkisinden kurtulamamıştır. Bunun sonucunda Arap kaç göçü ve cinsiyetçiliğini takva  belleyerek, bunlarla kendisine bir ruh edinebileceğini sanmıştır. Zaten artık Türk İslâmcıların, hedeflerini Türk  dağlarından, "Nizam-ı Âlem" gibi ümmetçi/ enternasyonalist denizlere çevirmelerinin sebebi de budur.

O halde ruh beden ayrımından medet umanlar bilmelidir ki İstanbul'u almış, Roma'ya kadar yürümüş, Çin'i titretmiş, dünyaya kendi barışını getirmiş orduların adı Türktü! Onlar kağanlarının,hakanlarının, yabgularının ve başbuğlarının tuğları altında yürüyüp  en sonunda İslâm'a kendi damgalarını vurdular. Onlar Türk İslâmcıların ve sair dinci tayfanın görüp görebileceği en muhteşem "ceset ordularıydı!"

Onlar, Araplar kadınları İslâm'dan sonra bile ezerken servetlerine sayısız haram katarken sevdikleri kızın rızasını bekleyen, bahçeden yenen meyvenin borcunu namus belleyen Türk oğullarıydı!

Türk İslâmcılar, artık savundukları şeyin, milletle de milliyetçilikle de bir ilgisinin olmadığını fark etmelidir. Hem Türk'ü farkında olmadan aşağılamakta hem de gerek fanatizmleri gerekse Arap hayranlıklarıyla siyasal İslâmcılığ'ın adsız neferleri veya fedaileri olmaktadırlar.

Türk Milliyetçiliği,Türk'ün özündeki değeri idrak edebilen insanların elinde  bir işlev kazanacak ve ancak o zaman milletiyle buluşabilecektir. Türk Milliyetçiliği, Türk'ü bedenden/cesetten ibaret gören ilkellikten kurtulduğunda,  dinciliğin fitnesine karşı milletinin en büyük kalkanı olacaktır,daha önce değil...



Film Üzeri Amerika


Amerikan filmlerinin özelliği ne?
Gösterişli efektleri ve büyük hayalleri mi?
Amerikan filmlerinin özü, Amerikan  idealizmi...
Nedir o idealizm?

Bir Amerikalı'nın hayallerini takip etmekte  özgür olduğu ve bunu yapmasının, insan olmanın gereği olduğuna duyulan derin inanç...

 Galiba bu yüzden ne zaman bir Amerikan filmi seyretsek büyük şeyler yapabileceğimize dair bir inanç belirir içimizde, hemen sonra nerede yaşadığımız fark eder ve gerçek dünyaya döneriz.

Amerika, filmlerini yaşar mı? Orasını oraya gidenlere sormak lâzım. Fakat galiba  bunun  cevabını zaten oraya gidenler  kendiliğinden çoktan vermiş bulunuyor.

Amerika aslında ne yüksek ücretler ne de hayat standardı için isteniyor. Amerika, hayallerin peşinden koşulabildiği bir  ülke olarak seviliyor, isteniyor.

Ve sanırım, bir ülkeyi büyük yapan şeyler, ne  para, ne doğal kaynaklar ne de  teknoloji...
Bir ülkeyi büyük yapan ve bütün bunları birer zenginlik kaynağı haline getiren o ülke insanının  kendi büyüklüğüne duyduğu derin inanç.

Amerikan filmleri, Amerikan insanının büyük lük duygusunu, öz saygısını ona sürekli hatırlattığı için bizi de etkileyebiliyor.