29 Aralık 2011 Perşembe

Bedava Bir Erdem midir?

Ne düşündüğümüzün bir önemi var mı artık? Bize öğretilen şeyler:
Alış veriş kötüdür!
Tüketim kötüdür!
Hep hiç verme! Üret ama tüketme…
Hiçbir şeyi satma, hep bedava ver! Satmak kötüdür. Elindekini bedava ver!
Ama sanıldığı gibi “bedava” diye bir şey var mıdır?

Bedava diye bir şey yoktur, çünkü insan ölümlüdür. “Değer” ancak insan için vardır. Çünkü ancak insan, sınırlı bir ömrünün olduğunun bilincindedir.

Yani “sınırlı” kaynakların en başta geleni insan hayatıdır. İnsan hayatının iktisadî bir mal sayımlamaması gerekir. Buna karşılık diğer her şeyin “değer” kazanmasının sebebi, insan hayatı; daha doğrusu insan varoluşu daha da doğrusu varoluşumuzdur.

Aslanlar, kaplanlar, kırkayaklar asla Uranyum’u bilmez… Kumdan mikro işlemci üretmez, roman yazmaz, film çekmez, şarkı yapmaz. Bunlar insanın var oluşunun eserleridir.

Bunları değerli kılan şey,  kendi içlerinde taşıdıkları sanılan bir şey değildir. Bunları değerli kılan, yalnızca ömrü sınırlı ve varoluşunun sınırlarının farkında olan insanoğlunun, onlarında farkında olmasıdır.

Bundan dolayıdır ki insan emeği dahil hiçbir şey bedava olmaz.  Marx şeylerin kendiliğinden değer taşıdığını sanırken bu yüzden yanılıyordu. Çünkü şeylerin değerinin kaynağının insan varoluşu olmasaydı, asla Marx onlarda içkin bir değer olduğu yanılgısına varamayacaktı. Buradaki temel ve öldürücü yanlışı, “değer” sorununda insan algısını inkâr ederek insanı, yalın bir hesap makinesi  haline getirmesidir.

Üretmeden tüketmek, en başta, insan varoluşunun sınırlılığından dolayı kötüdür. Çünkü üretmek “tüketime teşvik için yapılan kötü kapitalist bir kışkırtıma” falan değildir. Üretim, insanoğlunun bir sonraki nesil için bırakacağı  şeyleri var etmek, ortaya çıkarmak, yaratmak demektir. Üretmeden tüketmek, bir sonraki nesli aç bırakmak pahasına var olanı tüketmek demektir. Üretim bu yüzden bugünü karşıladıktan sonrası düşünülerek sürekli arttırılır.

Dolayısıyla sosyalist “tüketim düşmanlığı” aslında, üretimin artan miktarlarına karşı gizli ve  çatal dilli bir  öfkeden başka bir şey değildir.

Bu yüzdendir ki her şeyin bir bedeli vardır ve bu yüzdendir ki varoluşumuzun maliyet içermeyen menfaatleri, yani temel haklarımız ( hayat, mülkiyet ve hürriyet) dışında, hiçbir şeyi bedavaya talep etmek hakkımız yoktur!

Almadan vermeyi reddediyorum.
 Karşılıklı alışverişi, değer mübadelesini ve bereketi seçiyorum.
Karşılıklı alışverişi, değer mübadelesini ve bereketi seçiyorum.
Karşılıklı alışverişi,  değer mübadelesini ve bereketi seçiyorum.
Karşılıklı alışverişi, değer mübadelesini ve bereketi seçiyorum.
Karşılıklı alış verişi, değer mübadelesini ve bereketi seçiyorum

24 Aralık 2011 Cumartesi

İslam ve Devlet ya da Amerikan Başarısı

ŞANSI UNUTUN, GEREĞİNİ YAPIN...

Üniversite öğrencisi iken, bir konferansa katılmıştım. Konusu “İslam ve Devlet” idi. Konuşmacı “İslamcı” kesimin önem verdiği muhafazakârlığı önde olan bir Türk Milliyetçisi idi. Bu yüzden salon tıka basa dolmuştu. 
Sözlerine başladığında bütün salon nefesini tutmuş, hatibin ne söyleyeceğinin merakı içinde derin bir bekleyişe girmişti. Kalabalığın arasında muhafazakâr kesime mensup her renkten insan vardı. En ön sıralarda Türkiye, Zaman gibi gazetelerin muhabirleri göze çarpıyordu. Nihayet konuşmacı kürsüde yerini aldı. Kalın camlı gözlüklerinin arkasındaki gözlerini hafifçe kıstığını gördüm, sonra da dudaklarının hafifçe kıpırdadığını. Adeta sözlerine başlamadan önce çektiği besmeleyi duyar gibi olmuştum. Kendinden emin ses tonunu işittikten sonra bütün dikkatimi sözlerini anlamaya vermiştim. Bir saati aşkın konferanstan zihnime çivi gibi çakılan şu sözler kaldı. Detaylar senelerin erozyonu ile uçup gitti…

“…Yıllardır İslam devleti konusu ile büyük bir merakla ilgilendim. Ve bu senelerce süren tetkiklerim neticesinde İslam’ın devlet konusunda üç tane emri olduğunu müşahede ettim. Bunların birincisi yapılacak işi ehline vereceksin, ikincisi adaletle hüküm vereceksin ve nihayet üçüncüsü istişare edeceksin… Bunların dışında devlete ilişkin bir hüküm bulamadım. Söz konusu edilen başına İslam getirilen hususların tamamı konuyla ilgili ilme bırakılmış. Mesela ordu konusu, şu olursa İslam ordusu olur diye bir hüküm yok yani kurulan ordu askerlik ilmi çerçevesinde faaliyet gösterecek… Bu üç umde diye adlandırabileceğimiz hükmü yerine getirenlerin illa da Müslüman olmaları ya da devletle ilgili olmaları gerekmiyor. Bu hükümleri yerine getiren tüm güçler daima başarıya ulaşırlar…” 

Bu konferansın üzerinden seneler geçtikten sonra çalıştığım Bakanlık tarafından bir Amerikan burs programı ile ABD’ne gittiğimde bu üç ilkenin hayata geçirilmiş olduğunu gözlemledim. Program çerçevesinde çalıştığım bakanlığın dengi Amerikan Bakanlığında her işin ehline verildiğini, kazara ehil olmayan atamalarında uzun ömürlü olmadığını gördüm. Bütün birimlerde her konuda adaletli olunmaya azami gayret gösterildiğini söyleyebiliriz.  Ve nihayet en küçük birimden en üst birime kadar bütün birimlerin, olmaz ise olmazı, “ortak akıl odası” da diyebileceğimiz toplantı salonlarının varlığıydı. Dahası bu salonlar göstermelik değildi. Bütün birimler güne, günün çok erken saatlerinde, bu salonlarda başlıyorlardı. Bu salonlarda yapılan işler değerlendiriliyor, yapılacak işler kararlaştırılıyordu.

Elbette en Amerikan karşıtlarının bile kabul etmek zorunda kalacağı, geçen asra ve günümüze damgasını vuran (emperyalist bile olsa) bir Amerikan başarısı varsa, bunun sırrının da aslında bize ait olan bu ilkeler olduğunu itiraf etmek zorundayız.

Bulunduğumuz yerden durup çevremize bakalım. Çalıştığımız yerlerde gerek kamu gerekse özel sektör olsun, bu üç ilkenin neredeyse hiç uygulanmadığını görmek gerçekten de şaşırtıcı değil… Evet, galiba titreyip kendimize gelmemiz gerekiyor…

22 Aralık 2011 Perşembe

Fransız Kalmayalım, Boykota Katılalım!!

Fransız mallarını boykot etmemiz isteniyor. Her kafadan bir ses yükseliyor ve bir vaveyladır gidiyor.
Gerçekten de bir coşkudur, bizde BOYKOT!

Yaşadığım ömrümün önemli bir kısmında İtalyan mallarını, Çin mallarını, Amerikan mallarını, Fransız mallarını boykot ettik!!

Üstlerinde tepindik, ateşe attık, yaktık...

Sonra ne yaptık unuttuk...

Unuttuk, çünkü beşer hafızası nisyanla maluldür...

Bu tepkiler saman alevidir, boşalan öfke selidir.

Başlar ve biter.

Yani sonuçsuzdur.

Kararlı bir kinle donanmadıkça, bedel ödemeye hazır olmadıkça kurusıkı bir kabadayı narasıdır, eser ve geçer...

Benden söylemesi bedeli ödenerek satın alınmış Fransız malları MİLLİ SERVET hükmündedir.

Bedeli ödenmemiş olanlar iade edilmeli ve bir daha yeni sipariş verilmemelidir.

Fransız şirketlerinin ortakları bu ortaklıktan ayrılmalı, Türkiye topraklarında bulunan Fransız malı konumunda bulunan fabrikalar ya da tesisler millileştirilmeli, Fransız turistlere vize uygulanmalı, Fransa'ya yapılacak her türlü resmi ya da turistik seyahatler iptal edilmelidir.

Fransa'da yaşayan Türk vatandaşlarına Fransız Bankalarındaki paralarını çekip Türkiye'ye dön denilmeli ve her türlü zararları karşılanmalıdır.

Bu ve benzeri tedbirler ancak devlet kararlı ise gerçekleştirilebilir, yapılan gerçek boykot olur, gerisi kuru gürültüden ibarettir...

20 Aralık 2011 Salı

Bilgi Üzerine Kısa Bir Deneme

Ne zamandır bir bilgiyi edinmenin yolları üzerine düşünüyorum. Ve acaba okullarımızda öğretilen şeyler veya bu şeylerin öğretilme metotları dışında başka bir şey yok mudur, diye merak ediyorum.

Akademik uzmanlığın yarattığı en büyük sıkıntı, yaratıcı fikirlerin önünde bir engel halini almasıdır.
Akademik bilgi de  edinilmiş bilgilerin bir türüdür ama  tek ve en gerçek bilgi değildir.
Çünkü akademik bilgi, belli kayıt ve şart altında yapılan deneylerle ulaşılan bilgidir. Buna sosyal bilimler de dahildir. Söz gelimi aynı savaşı farklı ülkelerin arşivlerinde farklı tarih yorumlarıyla bulursunuz.
Bu durumda bilgi problemi, felsefeyle ilgisi düşünülmeksizin  çözülebilecek bir sorun değildir.

O halde felsefe nedir? Felsefe galiba – ki burada “galiba” demek bana büyük bir zevk veriyor- neyi nasıl düşünmemiz gerektiğiyle ilgili benimsenen yöntemlerden her biri…
Bu neden önemli? Şundan dolayı önemli: çoğu deneysel bilimle ilgili sorun, aslında  deneye bakış açısından kaynaklanır.
Meselâ ışığın davranışıyla ilgili dualist bakışta, deney düzeneğinin ve ölçüm araçlarının varlığının gözden kaçırılması farklı cevaplara yol açar.  Eğer bilimsel devrimler paradigmal  değişikliklerle meydana geliyorsa paradigmaların temelindeki şey yaklaşım farklılığı yani felsefî farklılıktır.
Çünkü farklı bir paradigma ileri süren kişi, deneyle veya veriyle ilgili olarak şunu kabul etmekte ve söylemektedir: “Benim verileri algılayış ve yorumlama biçimim seninkinden tamamıyla farklıdır…”
Bu açıdan bilimsel paradigmalar aslında deney sonuçlarından “kendiliğinden” doğmazlar. Peki neden sonuçlar biz kendiliğinden bir  bilgi üretmez? Çünkü eldeki verilerden hakikate giden bir yol çizmek insanın yapması gereken bir iştir. Yani aklını kullanarak üretmesi gereken yeni bir yol ve bilgidir. Daha önceden var olmayan bir yorumun, açıklama gücünün diğerleriyle rekabete girmesiyle sınanırlar.

Bu yüzden bilim adamlarının işi, üretilmiş teknolojiyle  bilinen şartlar altında aslında imkânı olan herkesin ulaşabileceği bilgilere tekrar tekrar ulaşmak değil, eldeki paradigmaların açıklayıcılığını sürekli sınamaktır. 
Bu yüzdendir ki bilmek  kendiliğinden meydana gelmez. Bilgi kendiliğinden beynimize girmez… bir şeyi bilgi haline getiren onun hayatta kullanılmasını sağlayan ve bunu yapmak iiçn de onu yorumlayan aklımızdır.

Aklımı kullanmayı ve öğrenmeyi seçiyorum.
Aklımı kullanmayı ve öğrenmeyi seçiyorum.
Aklımı kullanmayı ve öğrenmeyi seçiyorum.
Aklımı kullanmayı ve öğrenmeyi seçiyorum.
Aklımı kullanmayı ve öğrenmeyi seçiyorum.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Nesine.com ile Piyango Değil Garanti!

Son on Milli Piyango çekilişinin ikisinde büyük ikramiyenin Nesine.com’da satılan biletlere çıktığını gören bir çok Milli Piyango tutkunu, bu yılbaşında biletlerini internette Nesine.com’dan alıyor. Üstelik bu kazandırma oranı ile yetinmeyen Nesine.com,  bu yılbaşında kazanma şansınızı zirveye taşımış! Biletini özel olarak hazırlanmış 5'er adet biletten oluşan “Amorti Garanti Paketleri”nden alana Amorti Garantileniyor.

Son 10 yılın en şanslı ve uğurlu Milli Piyango Bilet Bayii burada!

Bunun yanında saymakla bitmeyecek avantajları da var. Online bilet ile kaybolan, cepte yırtılan, makineye yanlışlıkla atılıp yıkanan bilet dönemi de kapanıyor. Üstelik biletinize ikramiye çıktığı an Nesine.com anında size haber veriyor.

Bu kadar avantajın üzerine desem ki; kendi bilet numaranızı kendiniz de belirleyebiliyorsunuz? Akan sular durur elbette! İster takımınızın kuruluş yılı, ister ilişkinizin başladığı tarih, isterseniz eşinizin doğum gününe ait rakamları içeren biletleri Nesine.com’da oluşturabilir ve kolayca satın alabilirsiniz.

Yukarıda belirttiğim gibi “Bana bir şey çıkmaz” korkusu da yaşamak yok. Nesine.com üzerinden Amorti Garanti Paketi alırsanız 1 adet Amorti Garanti!

O zaman ne diyelim... Gönlünüze göre bilete, gönlünüze göre ikramiye!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

Kişisel Gelişim Veya Olmayı Öğrenmek

Kişisel gelişim kitaplarıyla dalga geçilir oldu, bir zamandır. Hatta bazıları işi daha ileri götürüp kişisel gelişimle ilgili doğu öğretilerini dinle kıyaslamaya,  dinen reddetmeye falan kalktı.
Kişisel gelişim çabaları, birer etkisiz çabalama şekli midir?

İstenen, kişisel olarak gelişmemiş ama belli kalıplara,  söylendiği gibi inanarak kalıp davranışlar sergileyen insanlar mıdır?

Hepimiz belli bir kalıpla mı görünmeli, kendimizi ifşa etmeliyiz?
Arada ıskalanan şey, benliklerimiz olmasın?

Hayatı benliklerimizle yaşarız. Benliklerimizle sevinir,  benliklerimizle acı çeker, benliklerimizle ölürüz.
Benliklerimiz bineklerimiz olan vücutlarımızın sürücüleridir. Yani benliklerimiz bir çeşit hayat yazılımıdır. Mesele şu ki o yazılıma diğer canlılar müdahale edemezken biz edebiliriz.

Ve diğer mesele şu ki hiçbir yazılım, bilinçli ve aktif bir  yazılımcı olmaksızın geliştirilemez.
Yani bir köşeye çekilerek hiçbir şey düşünmeden ve algılamadan yalnızca bir takım şekillere ve bir takım topluluklara uyarak hiçbir şeyi fark etmemiz veya algılamamız,  “daha iyi bir şey” olmamız mümkün değildir.
Kişisel gelişim yöntemleri bize kendimizi, varlığımızı, gücümüzü fark etmek için seçenekler sunar. Bu yöntemlerle  kendi kendimizi fark eder ve öz değerimizi fark etmeye başlarız. Kişisel gelişim  teknikleri bize öz değerin bir başka insandan dolayı değil, kendimizden kaynaklandığını öğretir.
Eğer başkasına zarar vermeksizin, kendi değerimle ve varlığımla ilgili bir yöntem kullanıyorsam, bu kimi ilgilendirir? Kişisel değerimizle ilgili farkındalığı, tekrar söyleyelim; kimseye zarar vermeksizin, geliştirmemiz   en nihayetinde daha olumlu, daha iyimser ve daha zararsız ( ahlâklı) bir insan olmamıza yarayacaksa, yöntemin ne olduğunun bir önemi var mıdır? Velev ki bu yöntemlerden biriyle  ciddi bir inanç değişikliği yaşayalım…  bir kitlenin etiketini taşıyarak ölçüsüz hareket etmek mi yoksa hiçbir  kitleye mensup olmadan ölçülü davranmak mı insan için daha iyidir? Kaldı ki insan mutlaka belli bir topluluğun üyeliğini her zaman taşıyacaktır.
Aslolan olmak…
Olmayı tercih ediyorum
Olmayı tercih ediyorum.
Olmayı tercih ediyorum.
Olmayı tercih ediyorum.
Olmayı tercih ediyorum.


18 Aralık 2011 Pazar

İşi İş Yapan Onu Sevmektir

Elbette sadece ve yalnızca kendime öğüt için söylediklerim. Her gün aynı şeyleri söylesem de söylemem gerektiği için…

Aslında Cem Yılmaz en iyi örnek ama gene de bizim milletin anlaması zor. Hayır millet anlamasa ne olur?
Millet anlamayınca , anlamaya çalışmayınca, toplu bir anlayışsızlık ve karamsarlık peydah oluyor. Bu, kendisine zincirlendiğimiz ve hiç kurtulamadığımız kara bir bulut gibi.

İşte kahramanları, kahraman yapan şey de bu… Kendilerini, toplu histerilerin ve karamsarlıkların zincirinden kurtarmaya çalışıyorlar.

Toplu histeriler, karamsarlıklar, umutsuzluklar zamanla toplumun geleneği, daha ziya de göreneği haline geliyor. Kökeni bilinmeyen ama kendilerine uyulan “kara kurallar” oluyorlar.

Fakirlikten korkmak, ekmeği daima bir başka insanın ihsanı ve sadaksı saymak ve bunu garantiye almak için sürekli en kolayını yapmaya çalışmak toplumun yerleşik davranış kalıpları haline geliyor.
Kurumsal iktisatçıların uğraştıkları kurumlar sanırım böyle meydana geliyor.

Eğer iktisat malların mübadelesiyle ilgileniyorsa, “Kör satıcının kör alıcısı” mutlaka bulunacaktır. Bu durumda bir şeyler üreten kişinin işsiz kalması, fakirlik çekmesi söz konusu olmayacaktır. Buna mukabil bazı işlerin miyadı dolar, yerlerine yenileri icat olunur.  Ama bu süreç hiç durmaz.

O halde yapmamız gereken, “ekmeği garanti edecek” bir iş aramayı bırakıp artık bir iş yapmaya başlamaktır. Çünkü her devirde geçerli olan ancak birkaç meslek vardır ve herkesin o meslekleri icrası da mümkün değildir.
 “İşini sevmek” denen şeyi,  yapmaya mecbur edildiğimiz işe zorakî bir aşk geliştirmek midir? Yoksa sevdiğimiz şeyi, iş haline getirmek midir? Severek ürettiklerimizi başkalarının beğenisine sunmaktır aslında “işini sevmek”…

Bu neden önemli?

Eğer herkes garanti  ekmek ve hatta refah kaynağı bir iş aramakla uğraşırsa, o zaman orada yeni işler ve mallar,ürünler üretilemez, yaratıcılık ölür. O zaman o memlekette taklitçilik ve bedavacılık, yerleşik davranışlar haline gelmeye başlar ve bunlar yüceltilerek norm ev değer halini alır.

Kahramanlar işte bu tip kara zincirleri kıran, toplumun kara algılarına karşı yaşama sevincini ve yaratıcılığı  savunan insanlardır.İşimi seviyorum. Sevdiğim işe değer veriyorum. İşimi ciddiye alıyorum.

Refahı, ümidi ve neşeyi seçiyorum.
Refahı, ümidi ve neşeyi seçiyorum.
Refahı, ümidi ve neşeyi seçiyorum.
Refahı, ümidi  ve neşeyi seçiyorum.
Refahı, ümidi ve neşeyi seçiyorum.



17 Aralık 2011 Cumartesi

Hz. Noel Baba

Dün  “mütedeyyin sermayenin” açtığı büyük marketlerin birindeydik. Bu marketlerde alkollü içki satılmaz. Üzerinde Arapça yazılı, plastik çerçeveli levhalar falan satılır. Ne kadar yaldızlıysa o kadar iyidir! İmanın yaldızlısı makbuldür ne de olsa.

İçeride en ucuzundan yerli pop veya pop arabesk çalınır. Ne çaldığı da önemli değil ya… Yani “ Ayarı verdim yâre…” ayarında bir müptezellik de gayet güzel yutuluyor, ne de olsa yerli malı. Biz de “muhafazakârız” ya, “zevkle dinliyoruz”.

 Diksiyonu berbat bir görevli o günün fırsatlarını sayıyor.  Özellikle mi genizden konuşuyor bilemiyoruz.
Bir üst kata çıkınca karşımıza Noel babanın gül cemali ve kırmızı iç çamaşırlar çıkıyor. İçerisi ana baba günü ve müşterilerin belki yarıdan fazlası  “modern mutaassıplardan” oluşuyor.

Kırmızı iç çamaşırı çılgınlığı anlaşılabilir bir şey… Sonuçta herkesin cinsel hayatıyla ilgili belli arzuları olabilir. Bize garip gelen o çamaşırların üstünde bize gülümseyen tombul Noel baba oldu.

Gelin yavrularım, beylerinize güzle görünün şöyle… Kırmızıyı giydin miydi beyini tavladın gitti! Sen merak etme ben sana bütün seneyi öyle geçirmeyi garanti ediyorum! Yahu arkanızda koskoca  Noel baba var, yavrum! Hadi giyiniverin kırmızıları da…”

Eh nasıl olsa namus örtü altında, garantiye alınmış. Noel babaya da  bir ufacık yer verilse ne olur ki? Onunla da diyalogu koparmamak lâzım. Eh namusu örttük diye renklendirmeyelim mi kardeşim, değil mi? Açıklar düşünsün! Yaşasın Hz. Noel baba!

16 Aralık 2011 Cuma

Erdemli Bir Cehalet için

Bilmiyorsan korkmalı mısın? Daracık bir geçidin arkasında  bir dünya cenneti yatmadığını nereden bilebilirsin?
Doğacağımı bilmiyordum ve ne zaman öleceğimi de bilmiyorum. Bütün yaptığım yaşadığım günlerin içini doldurmak. Yaşadığım ruhun içini doldurmak. Her zaman başarılı veya ayıpsız şekilde mi? Keşke yapabilseydim.
Ama başarının başarı, ayıbın ayıp olduğunu bilerek pişmanlığı ve özrü kabullenerek dizlerim ve ellerim yaralı… Ama gene de yürümeyi sürdürerek.
Her şeyi açıkça bilmek daha mı mutlu ederdi beni?
Zaman biriktirilmez…
Zaman harcanmaz…
 Zaman yaşanır. 
Zaman ancak yaşadığım anlardan ibarettir.
O zaman… Korkarak veya endişelenerek değil… Yaşadığını bilerek nefes al ve ver…
En azından bu kadarını anla sevgili benliğim.



Cehaletimi ümitle ve inançla aydınlatıyorum.

Ümitli, inançlı ve neşeli olmayı seçiyorum.
Ümitli, inançlı ve neşeli olmayı seçiyorum.
Ümitli, inançlı ve neşeli olmayı seçiyorum.
Ümitli, inançlı ve neşeli olmayı seçiyorum.
Ümitli, inançlı ve neşeli olmayı seçiyorum.

15 Aralık 2011 Perşembe

Dur Ve Sus


Bütün mesele aslında azıcık sabretmek… Yani? Azıcık ama azıcık susmak.
Bu sadece kişisel ilişkileri normalleştirmek için değil, hayatın bütünüyle barışık akabilmek için gerekiyor.
Hayat da bizimle konuşuyor. Söylediği de şu: “Sonuçların, yürümek istediğin yollardan sonra vardığın yerlerdir.”
O  halde nasıl yürüdüğümüze ve nereye gitmek istediğimize dikkat etmemiz gerekiyor. Bunun içinde deli gibi sürmektense arada durup çevreye bakmak gerekiyor. Bakmazsan öğrenemezsin. Öğrenmenin yolu öğrenilecek şeye bakmaktır. Öğrenilecek şeye bütün varlığınla bakmak ve akmaktır.
O halde kendimi telâşın ve paniğin ellerine bırakmadan…
Onların işgal etmek istediği huzur anlarını daima yapıcı bir işle doldurmak… Bunu kendime sürekli söylemek….
Aslında bütün sözler insanın kendisine söylenir. Zaman boş değildir… Sadece neyle doldurursan onunla dolar, harcanır.
Telâşın ve öfkenin ilacı sabırdır. Sabır, bir anlık susmaktır, bir anlık durmaktır.
Durmayı ve susmayı bil.
Durmayı, susmayı ve öğrenmeyi tercih ediyorum.
Durmayı, susmayı ve öğrenmeyi tercih ediyorum.
Durmayı, susmayı ve öğrenmeyi tercih ediyorum.
Durmayı, susmayı ve öğrenmeyi tercih ediyorum.
Durmayı, susmayı ve öğrenmeyi tercih ediyorum.



14 Aralık 2011 Çarşamba

Asalet Dediğimiz Şey

İngiliz veliaht prensi sarayına dönmeden önce ormanda kamp kurdu, ağaç kesti, kütük taşıdı, tuvalet temizledi… Ölüm tehlikesi atlattı. En az bir yıl daha Afganistan’da bu işleri yapacak. Babası ki kendisi İngiliz basınının baş alay konusu ve malzemesidir, askerliğini Falkland Savaşı’nda pilot olarak yapmıştır. Bu genç adam, sözde “keyfi” bir rejim olan monarşinin veliahtı…

Başbakanımızın oğlu, 21 gün orduevinde askerlik yapmış… Bu da “halkın yönetimi” denen demokrasinin başındaki insanın oğlu, “veliahtı”…

İki davranış arasındaki fark şu:

Birincisinde genç adama, kendisine saygı duyulması için önce kendine saygı duyması öğretiliyor. Ulusunun başına geçtiğinde en çetin şartları tecrübe etmiş ve bundan dolayı karar vermek cesaretine sahip biri olduğunu göstermesi gerektiği öğretiliyor. Saygının en önce insanın, kendisine inanç duyması ile başladığı, kendisine saygı duymayan bir insanın hiçbir saygıyı hak etmediği öğretiliyor. Bu açıdan mesela onun dedesinin kral 6. Georg’un, kekemeliğini nasıl yendiğine dair “ King’s Speech” adlı film çok düşündürücüydü.

İkincisinde ise genç bir çocuğa, saygının, sadece bir kuvvetler ilişkisinin eseri olduğu öğretiliyor. “Güçlü olduğun müddetçe, muktedir olduğun müddetçe sana saygı duyarız!” deniyor. Başbakanımızın oğlu, hepimizin birbirimize gülerek bazen de ağlayarak anlattığımız askerlik anılarından hiçbirini yaşamadı. Çocuklarına “ Ben askerdeyken..” diye başlayan hiçbir anısı olmayacak.

Her iki “veliaht” da yaşıyorlar, ikisi de nefes alıyor ve itibar görüyor. Aralarındaki fark, “medeniyet” . Medeniyet de yaşanan hayatın, anlamlı bir şeyler haline gelmesi demek.


Atatürk, “Türk Milleti zekidir, Türk Milleti çalışkandır…” derken Türk Milleti’nin anlamlar üreteceğine yani medenileşeceğine hatta çağdaş medeniyeti geçeceğine inanıyordu. Atatürk, Türk Milleti'ni asil ve yücegörüyordu. Her bir Türk'ün birer hükümdar asaletine sahip olduğuna yürekten inanıyordu.


Bugün gelinen noktada şeyh Sait, derviş Mehmet, Kanco bilmemkim gibi tescilli hainlerin soyları Atatürk’ün meclisinde bize “modernleşme” ve demokrasi öğretiyor ama dikkat edin asla medeniyet değil! Medeniyeti sahiplenen kraliçe, kendini onun dengi sayması gereken Türk cumhurbaşkanına nişan takarak ona kendi memuru muamelesi yapıyor ve bundan dolayı, Atatürk’ün ülkesinde hiç kimse gocunmuyor.


Eksikliğimiz, medeniyetsizliğimizdir. Medeniyetsizliğimiz, kendimize saygısızlığımızdır. Kendimize saygısızlığımız tarihimizi reddetmemizdir. Tarihimizi reddetmemizin sonucu ise soysuzluktur, asaletsizliktir.


Şimdi Neden İngiliz kraliçesiyle bizim seçilmiş yöneticimizin aynı değerde görülmedikleri anlaşıldı mı?

Kendime saygı duymayı, tarihimi benimsemeyi ve onunla gurur duymayı seçiyorum! Tarihimi her şeyiyle kabul etmeyi seçiyorum. Türk olmaktan pişman olmamayı seçiyorum.



Asaleti ve medeniyeti seçiyorum.

Asaleti ve medeniyeti seçiyorum.

Asaleti ve medeniyeti seçiyorum.

Asaleti ve medeniyeti seçiyorum.

Asaleti ve medeniyeti seçiyorum.



“Ne mutlu Türküm diyene!” demeyi seçiyorum!






13 Aralık 2011 Salı

Yaşamak

Sebebini bilmiyorum. Sebebini bilmek gerekiyor mu acaba?

Yarın iyi olacak. Çünkü bugün iyiydi.

Bugün ayaklarımın üzerinde yürüdüm, yoruldum, iş gördüm, yazdım, heyecanlandım, yoruldum.

Bugün yaşadım.

11 Aralık 2011 Pazar

Yaratıcılık Ve Zenginlik

Para kazanmanın yolları üstüne düşünülenler bana tuhaf daha da kötüsü artık korkunç geliyor.
Artık sıradan insanlar haram para ile zengin olanların hayatlarına özenir oldu.
“Helâl” denen şey, kendisine uyulması imkânsız, bir tür gülünç ve geçersiz ahlâkî öğüt anlamına gelir oldu.
Bunun ne önemi   var? Önemli olan parayı elde etmek değil mi?
Bunun önemi şurada: Para “kazanılır”. Yani herhangi bir şekilde elde edilmez, ancak “hak edilir”.
İşin ahlâkî ( veya dinî) boyutu bir yana paranın  kazanılması, bir değer değişimini ifade eder.
Ama bundan daha önemli bir şey var, bana göre… O da sözde Müslüman bir toplumda  fakirlik korkusunun yaşanması.
Bugün artık Türkiye hayatın her an bitebileceği, değerlerin her an birileri tarafından gasp edilivereceği, her şeyin kaybedilivereceği bir yer  gibi düşünülmekte…
Çünkü her şeyin havadan kazanıldığı bir memlekette, hiçbir şey güvende değil.
“Dindar cumhurbaşkanı” seçmekle övünen bir sözde muhafazakâr yığında artık rızkın kaynağının Allah olduğu inancı yok olmuş!
Yaygın bir yarın endişesi, yaygın bir fakirlik korkusu, elimizi, ayağımızı bağlıyor. Üretmek, yaratmak ve çoğaltmak için değil ancak  elde etmek için uğraşıyoruz. Zaire gibi çalışıp  Amerika gibi yaşamak istiyoruz.
Hayır, hayır… Kendime öğütleyeceğim şeylerin özü bu değil.  Kendime öğütleyeceğim şeyin özü:
“Fakirlikten korkma!”
Bundan da önemlisi şu:
“ Yaratıcı ve zengin ol!”
Bunların hepsi kendime öğütlerdir, yalnız kendime…
Elde etmek istediğimiz değerler kadar çok değer üretmek için yaşamıyorsak sorun var demektir.
O halde yaratıcı olmayı, yaratıcı olabilmekten dolayı sevinç duymayı ve zengin olmayı seçiyorum.
Yaratıcıyım, üretkenim ve zenginim.
Yaratıcıyım, üretkenim ve zenginim.
Yaratıcıyım, üretkenim ve zenginim.
Yaratıcıyım, üretkenim ve zenginim.
Yaratıcıyım, üretkenim ve zenginim.

Madencilere saygılarımla...

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kağızmanlı Kız

Sanırım, onu ilk görüşüm, memleketini sorduğum andı. Kocaman, ışıl ışıl gözleriyle "Kağızman, hocam" dedi. Sınıfın yüzde sekseni gibi Kürt idi...

Yüzünde derin bir üzüntü, ağlamaklı olduğunu görünce, onu alıp konuşmak için kantine götürdüm. Çay içerken, konuşmaya başladığımızda, göğsündeki ay yıldızlı kolyeyi gördüm.

"Babam hediye etti.." dedi…

Işıldayan gözleri daha bir parladı "Geçen yaz Çanakkale Şehitliklerini ziyaret etmeye gittiğimizde almıştı...".

Kısa bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Sordum: “Okulda, yurtta bu yüzden problem yaşamıyor musun?” Bildiklerim vardı ve onun adına korkmuştum.

“Evet, yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum…”

“Niye?” diye sordum.

Beni tanımıyordu, ne siyasi görüşümü biliyordu, ne de kişiliğim hakkında bir fikri vardı. Bir an yüzünde tedirgin bir ifade belirdi, gözlerini yumduğunu gördüm, cesaretini topluyordu. Birden kararlı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

“Özümü asla inkâr etmiyorum, ben Kürdüm ama Kürt olduğum kadar Türk’üm, bu ülkede yaşıyorum, sonuna kadar Atatürkçüyüm…”

Sordum “Neler yaşadın, bugün ne oldu?”

Gülümsedi: “Hocam, bu kolyeyi okula gelince ilk taktığımda “sen ne yapıyorsun, ne biçim Kürt’sün? Hain, onu hemen çıkar” diye saldıranlar olmuştu. Babama anlattım, tedirgin oldu ve takma dedi. Bende takmakla, birlikte elbisemin içine koyuyordum. Dün şehitleri duyunca inanamadım… Yurttaydım, PKK sempatizanı kızların sevinç çığlıklarına sert bir şekilde tepki koydum… Kolyemi dışarıya çıkardım. Yemin ettim, bundan sonra hiçbir güç onu içeriye sokturamayacak. Ben Kürdüm ama bir o kadar da Türküm, Ayyıldız da benim bayrağım ve bayrağımı göğsümde taşıyacağım. Bana “seni yaşatmayız” dediler… Bende onları tehdit ettim… Şimdi korkuyorum ama kendimi ezdirmedim, ezdirmeyeceğim. Ben Türklerin olmadığı bir Kürdistan istemiyorum… Sırf Kürtlerin olduğu bir yerde yaşamayı ret ediyorum… Bir karış toprağında bu hainlere verilmesine karşıyım…” dedi ve sustu.

Gözlerimden akan bir damla yaşı durduramadım. Başımı çevirip, gizlice sildim. Sanırım bunu o da gördü…

Irkçılık


"En büyük Türkler’den birisi olan Yıldırım Beyazıt’ın anası Türk değildir. Hangi Türkçü onu Türklük kadrosundan çıkarmıştır veya çıkarabilir? İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif'in babası Arnavut olduğu halde hangi Türkçü Mehmet Akif için Türk değildir demiştir? Mesele Yıldırım Beyazıt veya Mehmet Akif kadar Türk olabilmektir." Hüseyin Nihal Atsız, Ötüken, 1969.
Türk'ün ırkçısı bile ırkçı değildir, istese de olamaz...
Dönemin gereği "millet" kavramının yerine "ırk" kavramını kullanmış olmak kimseyi ırkçı yapmaz... Çünkü tarif edilen ırk batılıların anladığı manada kan esasına dayanmamaktadır.
Yani bütün milletler gibi Türk milleti de tarihin bir döneminde oluşmuş, güçlü karakteristik köklere sahip, yaşayan bir kültürden ibarettir ve kan birliği esasına dayanmaz…
O yüzden şuurlu bir şekilde “Ne Mutlu Türküm diyene!” diyen herkes, kökeni ayırt edilmeksizin Türk kabul edilir.
Hakikat odur ki, Türk, bozkırdaki kavimlerin birleşerek meydana getirdikleri büyük bir nehirdir ve yolu üzerindeki küçük, büyük bütün nehirleri içine alarak muhteviyat bakımından zenginleşerek ve gelişerek tarih içindeki akışına devam etmektedir…