28 Ağustos 2011 Pazar

Bir Cahil Şairden Dil felsefesi


Nedir fikrin derinliği böyle bir yerde? Merak ediyorum doğrusu… Bir şair hanım bir yazı yazmış: “Kurulmuş bir şey olarak Türk edebiyatı kavramı var mıdır?”* diye… Gülmeden edemedim…

Şair hanım alabildiğine alengirli, alabildiğine dolaşık ve eminim anlamından kendisinin bile haberinin olmadığı bir yazı yazmış… “ Türk edebiyatı kavramı” var mıymış? Bir de bu moda çıktı, iyi mi?

Sahi acaba biz bu memlekette var mıyız? “Kurulmuş” sıfatının geçersizleştirici o derin etkisiyle şimdilerde her okumuş bize, aslında bir Matrix’te yaşadığımızı, gerçeğin aslında bizim sandığımız gibi olmadığını söylemeye çalışıyor ama ne söylemeye çalıştığını kendisi de bilmiyor. Bilmemesi gene normaldir, kabul edilebilirdir… Ama bu kabil lâfları bilerek ediyorsa… İşte o felakettir.

Neden felâkettir? Çünkü dilin ve o dilin bilincinin oluşturduğu milletin varlığına, bu bir reddiyedir.

Şair hanım ucuz bir dil- iktidar felsefesiyle sözüm ona, iktidarsız bir dil kurmak gayretine giriyor ama bunu yaparken dilin imkânlarına, iskeletine dayandığını bile fark edemiyor. Şair hanım hangi dille şiir yazdığının, estetik inşa ettiğinin farkında bile değil. “kurulmuş” diyerek Türk dilinin metafiziğini reddedip dilin sahibi bir benliğe hırçınca saldırıyor.

Ve bir yandan Türk diline ve edebiyatına köksüz, yönsüz, vatansız bir hınçla alabildiğine saldırırken diğer yandan  aslında şiir/ edebiyat  bilincinin,  kelime yoksunu bir hurdacının hurda yığınından başka bir şey olduğunu göremiyor.

Hiçbir şey dememenin, diyememenin, cahilliğin sığ sularında dolaşıp bir estetik yaratıyormuş gibi yapmanın enfes tanıtımı… “Ben senin kebap yiyebilmek ihtimalini seviyorum…” dercesine saçmalıkları “çok sesli şiir” denen zırvalıkla şiire  sokuşturan ve dili yok eden cehaletin flaması…

Hep merak ediyorum, nedir fikrin derinliği, böyle bir yerde? Ve nedir böyle şeyleri yazan şairin şiirinde yazılan sesler? Bir çöplükte yaşamak için reddediyorsanız  kimliğinizi… Sesinizi kurmaca  ve hayali bir saçmalığa ait sanıyorsanız… Kendinizi yaksanız da  yanmayacağını dilin… Bilmelisiniz…


27 Ağustos 2011 Cumartesi

Eastwood'un Mahallesinden Bir Efsane: Gran Torino

Hakkında ne kadar çok yazılsa gene de yetersiz kalacak bir film “Gran Torino”… ne kadar çok seyredilirse seyredilsin hep bir  kere daha içinizi sızlatacak bir film.

Ne Kirli Harry’nin sokaklar boyunca süren kovalamacaları ne  ABD başkanına suikast plânları… Öykü, kısa öykünün anavatanında n bir mütevazı hayat anlatısı…

Konunun ne olduğunun önemi yok. Ama konunun nasıl anlatıldığının büyük önemi var…. Karakterdeki  çarpıcı dönüşümün nasıl akılcı bir mecraya sokulduğunun önemi var. Ve belki en önemlisi ancak Clint Eastwood’un  oynayabileceği bir dönüşüm var.

Yapım tasarımı için söylenecek hiçbir şey yok. Çünkü burada neredeyse bir zen bilinciyle, hiçbir şey yapmamak için uğraşılmış.  Bahçelerin bakımsızlığı, evlerin badanaları yıpranmış cepheleri, çatlak kaldırımlı sokaklar ve gerçek hayatın en  gerçek haliyle bir banliyö semti…

Müzik inanılmaz güzel.  Söylenebilecek hiçbir şey yok. Eski eski bir rüzgâr gelip ahşap kokusuyla burnunuza çalınıyor…

Oyunculuk? Konuşmak bile saçma… Eastwood’un  eski ama dayanıklı bir lokomotif gibi çektiği oyuncu katarı muhteşem bir iş çıkartmış.

Işık, daramanın ortasında yüzleri günahın karanlığında saklayan şiddetiyle vugulu ve mutluluğun paylaşıldığı anlarda bir o kadar pastel ve durgun.

Amerikan  rüyasının,   boyaları aşınmış evlerin eski sakinleriyle silindiği bir semtte… Bir film için  düşünülebilecek en  berbat yerde… Hayatlarının hiçbir  fantastik öğe içermediği kahramanlarla… Ve ancak hayatın anlamını, insanın kendisinin bulabileceğine dair o enfes anlatımıyla… Gran Torino tam bir Clint Eastwood şaheseri. Her zaman, her zaman ve her zaman…

Kara Bir Film Bu Kapkara Bir Film


Oturup yazacak hiç bir şey bulamayınca insan… Ey tıkanmış günlerimin, şebekeden kesik günlükleri! Sualim size! “Sual ne ?” mi dediniz? Kemal SUNAL filmlerinde “eşşolu eşeklerin” sansürlenmediği devirlerde “Hababam Sınıfı serisinde” sorulan güzel şeyler.

İş dönüp dolaşıp bir felsefeye gelmek mecburiyetinde mi? Belki de bu bizim neslin alışkanlığıdır? Belki aslında bizim nesil falan da yoktur. Ve belki “Bu ne ya?  “nesil”, “sual” falan ?  Dinci misin nesi?” gibisinden  sorular gelir.

Aha! Ben de amma ekâbirim. Okunmaktan yıkılan bir  blogum olduğu için hemen de müşteri tepkilerini tahmin ediyorum. Buna yaratıcı empati girişimi deniyor reklamcılıkta… Desem… Yalanın en kıvırcığını atmış olurum ama terim olarak epey de alengirli olur yani.

Yani sen de bir terim bul, nötr, tatsız, iki mümkünse üç kelimelik olsun… Sıkıntıdan patlıyorum, patlıyorum. Ciddi şeyler yazılacak kadar ciddi  bir ülkede miyiz? Herkes buna inanıyor mu? Haydi şimdi eller havaya! Hobbidi bobdik!

Kafan çalışıyor mu?  Kafan çalışıyor mu senin? Hadi ben aptalım! Evet ben aptalım ya sen? Neyi niçin yaptığını biliyor musun ey kari?!

Hiç kafanı çevirip bakıyor musun, tepelerde bir yerde dalgalanan bayrağa? Hiç aklına geliyor mu yarın onun yerinde başka bir şey olabileceği? Hiç aklına geliyor mu yarın paspas bıyıklı çakalların evine girebileceği? Hiç aklına geliyor mu yarın yasalarda yok sayılabileceğin?

Hiç düşünüyor musun eli kanlı köpeklerin  vekilleri senin yurdunda  sefa sürerken o köpeklerin eniklerinin aynı  yerleri  yakabileceği, yıkabileceği?

Ey kari sen ciddi bir şey olabildin mi hayatında çok merak ediyorum… Ey kari sana ciddi bir şey yazmak için zamanımı harcamama değiyor mu, bilemiyorum… Benim yaşadığım bir halta yarıyor mu? Onu hiç bilmiyorum…


25 Ağustos 2011 Perşembe

Hepsi Ayrı Koku Hepsi Ayrı Tat

Kim kime karşı?

ATM’de omzunuzun üstünden bakan ve  neredeyse üvey kardeşiniz olacak adam…

Dolmuşta bacaklarını alabildiğine açıp erkek olduğundan şüphe edilmemesi gerektiğini  belli eden adam…

İki veya daha fazla hemcinsiyle bir araya geldi mi gürültüleriyle mutlaka kendilerini belli edenler…

Elinden pardon kulağından düşmeyen son model cep telefonuna rağmen beş liralık bir deodoranta para vermeyip alemi kimyasal kirliliğe bulayanlar…

Muhteşem imajlar bırakıp iki kelimeyi bir araya getiremeyen içi  boş tadında yarışmacılar.

Hiçbir şey bilmediği halde sorulan soru hakkında “düşündüğünü” söyleyen yarışmacılar… daha da kötüsü bilgisine güvendikleri joker danışmanlardan da foslayanlar…

Ettikleri lafın ucunu bucağını düşünmeden, önüne gelen popüler siyasi hakaretler etmekte beis görmeyenler…

Reklam estetiğinde bir numara kartonetleriyle insanı hayran bırakıp  “Sadece arkadaşız”, “Yare verdim ayarı”, “Hepimiz dansözüz…” gibi içli ve özlü sözlü şarkılarıyla  alemi sallayan köpük köpük sanatçılar…

Adının önünde prof titri olup da konuştuğu konu hakkında doğru dürüst  kitap okumamış diyet entelektüeller…

Bütün mevzuları sosyal statüleri ve  mönüleri olan İstanbullu köşe yazarları…

Bilgilerinin ve akıllarının neredeyse bütün dünyayı yeni baştan kurmaya yeteceğini sanan, önce solak sonra liberak, dön baba dönelim takımı eyyamcı köşepor santroforları…

Türkiye’nin en güzel yerlerinde ev alıp ballı baba  bereketinde  maaş alıp memlekete savaş açan  eli taşlı siyaset tüccarları…

Hepsiyle bir arada yaşıyoruz, ne güzel değil mi?

Söz Metallica abilerde...

Rocconnect ile Facebook'a SES geldi: 30 dakika bedava konuş, yeni insanlarla tanış!

Dünyada ilk defa Türkiye’de, Facebook’ta cep telefonu üzerinden iletişim başladı. Rocco Sıkısakız için Turkcell ile ortaklaşa hazırlanan "Facebook’tan arama yapma servisi"ne sadece telefon numaranızı vererek dahil olabiliyorsunuz. Linke tıklayıp http://www.facebook.com/roccoloji kaydınızı tamamladıktan sonra uygulamaya kayıt olan herkesle Rocco’nun hediye ettiği 30 dakikayı kullanarak konuşabiliyorsunuz. Projeyi anlatan ve uygulamanın da kullanım kılavuzu olan eğlenceli video size her şeyi anlatıyor.

Üyelerin telefon numaraları görünmediği için hem eğlenceli hem de çok güvenli olan Rocconnect Tıkla Konuş ile bedava konuşmak için Turkcell abonesi olmanız ve bir Facebook hesabınızın olması yeterli. 


Bir bumads advertorial içeriğidir.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Okunmuş Kitapların Doğuşu


Aslına bakılırsa kitaplar okurla buluştuklarında ve okunduklarında  doğmuş oluyorlar. Büyük bir iddia belki ama? “Ama nasıl? Kitap okunup bitirildiğinde bitmiş olmuyor mu?” diye soranlarımız çıkabilir.

Çok satanlar için belki öyle düşünülebilir ama bu, yanıltıcı… Kitabın apayrı ve iletişim şekli var. Kitap yazarının sözleriyle bize gelip sözlerinin çok ötesinde imgelere taşıyan ve yazarının hiç de  açıklamaya niyetlenmediği bir bilinç haritasını önümüze koyan bir elçi…

Hal böyle olunca… Susup… Amma illa biraz susup… Susmanın tadına varıp… Sessizliği dinleyip kitabın bilincine varasım gelir. En iyi arkadaşınızla tanıştığınız o ilk gün… Adını , yaşını, zevklerini öğrendiğinizde nasıl  onu tüketmiş olmuyorsanız. Zaman geçtikçe nasıl kişiliği size yepyeni sayfalarla açılıyor ve yepyeni sayfalarla yazılıyorsa…

Yazarın, “ruhundan üflediği” kitap da bizi hep besler, yepyeni ümitlerle ve ışıklarla… Çünkü… Eğer farkındaysak bazı şeylerin… Ve her anda bir ışıltı bulmak apayrı bir zevkse naçiz akıllarımızca… İşte o zaman görürüz ki büyümüşüzdür biz de kitaplarımızla… Ve büyüdükçe her seferinde değişik bir ışıkla karşılar bizi kâğıttan dostlarımız.

Her kitap bu yüzden ölmeyen bir iyilik parçası, ölemeyen bir özün kanatlanışıdır…

Bu yüzdendir ki bir kitap, asıl okunduğunda doğar…

20 Ağustos 2011 Cumartesi

İnci Sokağı

Trevenian’ı (Rodney William Whitaker)“Şibumi” ile tanıyanlar için bambaşka bir kitaptır, “İnci Sokağı”.

İnci Sokağı, İrlanda kökenli göçmenlerin hayal kırıklıkları, fakirlikleri, sosyal uyumsuzlukları ve bilhassa büyük buhrandaki hali ile  Newyork/Albany’de çok bilinen bir mekân.

Kitapla ilgili tanıtımlarda, otobiyografik özellikler taşıdığından bahsediliyor ki bu kadar derin ve çarpıcı bir anlatımın içinde yazarın özünden bir şeyler olmaması düşünülemezdi, zaten. Öte yandan çok iyi tanınan bir çocuğun ruh halinin, bulanık suların durulduğu anlarda bulutları yansıttığı gibi yansıtmak da  empatiyi aşan, doğrudan tanımayı gerektiren bir iş.

Romanın  dikkat çeken özelliklerinden biri, klâsik Amerikan kısa öyküleme tekniğinden ayrılıp klâsik Avrupa  anlatım tekniğine daha yakın durması. Bu açıdan bölümleri birer bağımsız öykü gibi dursa da hacim açısından  uzun öyküyle roman arasında kalan bir özellik sergiliyor. Bu açıdan, ekonomik, çarpıcı ve destansı Amerikan anlatımı yerine romantik bir Avrupalılık sergiliyor, diyebiliriz. 

 Bazıları, fizikî mekân ve insanlık durumlarının çarpıcı şekilde yalın tasvir edilmesinden dolayı romanı naturalist olarak değerlendirebilir, elbette. Ama romanı Amerikalı kılan şey, kaskatı bir çaresizlik ortamında bile geleceğe ümitle bakan, girişimci  Amerikan insanının portresine sıkı sıkıya bağlı kalması, nihilizme asla saplanmaması.

Bu açıdan roman, yer yer sınıfsal çözümlemelere giriyor gibi görünse de insanın karar alan ve irade sahibi bir canlı olduğunu unutturtmayan gene de çarpıcı sayılabilecek bölüm  sonlarıyla  dogmatik Marksist doktrine dirsek çeviriyor. İnsanın sınıfın kurmalı oyuncağı olmadığını, hayallerinin peşinden koşmak ve içinde bulunduğu anı güzelleştirmek için mücadele ettiğini ve emeğinin asla karşılıksız kalmadığını göstererek bulutlu göğün  üstündeki maviliği bize hatırlatıyor.

Yazar, en berbat karakterleri bile bir çocuğun henüz  bozulmamış masumiyetinin penceresinden, hoşgörü ve şefkât nazarıyla anlatıyor. Sanırım romanı asıl güçlü kılan da yazarın,  büyümeyi, çocukluğun reddi olarak görmemesi ve   çocuk saflığı ve heyecanını, öyküde  anıtlaştırabilmesi…

Ders vermek iddiasında olmayan,  yaşayan Türkçe’ye bağlı kalınarak yapılmış tercümesi, romanın havasını anlamamızda, en büyük paya sahip olan şey.
“İnci Sokağı”, bütün iyi metinler gibi bittikten sonra kafanızda kendi fotoğrafını bırakıyor. Hayatın ümitli bir şey olduğunu, sürdüğünü ve herkesin mücadelesinin, aslında insanlığı sürdüren yegâne şey olduğunu gayet sade ve heyecanlı bir dille anlatıyor. Bazılarına iddialı gibi görünse  ve kronoloji beni yalanlasa da  “İnci Sokağı’nın” , “Şibumi’nin” felsefî ve edebî öncülü sayılabileceğini düşünüyorum. Çünkü aynı edebi dünyanın iki eserinden “İnci Sokağı’nda” yazar, "Şibumi’nin" süper kahramanının gerçek kökenlerini adeta ortaya çıkarır. Düştükçe her seferinde ayağa kalmayı başaran çocuk kahramanıyla “İnci Sokağı” bize kurulmuş bir hayal kahramanının  gerçek portresini sunar gibidir.

“İnci Sokağı”  edebî  ağırlığı ve damağımızda bıraktığı, cidden asil lezzetiyle kütüphanede bulundurmaktan gurur duyulacak bir kitap…


17 Ağustos 2011 Çarşamba

İtalo Calvino'ya Sabırsız Bir Mektup

 “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”  Hakkında Üzüntülerim

Yirmi yıldır yazmakta olan, fevkalâde sabırsız ve bir o kadar   önyargılı bu okurunuzun âcizane mektubunu sabırla karşılayacağınızı, ümit ediyorum.

Siz ki “İkiye Bölünen Vikont” ve “ Kesişen Yazgılar Şatosu’nu” yazan dehasınız.

Siz ki anlatımında, lâtin coşkusunun, Akdenizli mübalâğasının, ve elbette çocuksuluğunun ışıltısını  taşıyan bir yazarsınız. Bu açıdan… Evet…  Eğri büğrü zeytin dallarının gölgelerinde, zeytinyağının ışıltısında ve geç yaşlarda keşfettiğim şarabın  enva-i  çeşit kekreliklerinde hikâyelerinizden birer hisse bulmamak imkânsız.

Üstadım, efendim,  değerli hocam… Amma velâkin bilirim ki en güzel kitaplarda bile bir çevirmenin entrikasının gölgesi düşer, dimağımızın  yollarına… Belki “ilgili” demek yerine ilintili, “muhtemelen” deyiverip de   zatınızın  diline bizi yaklaştırmak yerine bize dil öğretmek adına “olasılıkla” deyip bütün şiirselliği baltalayan çevirmenimizin gadrine uğradığımızdan….

Özür dileyerek “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı kitabınızı yarım bıraktığımı bildiririm.  Öğreticilik iddiasını okurun üstüne yıkıp da bütün metni tatsızlaştıran bir çevirmenden dolayı…  Okuma zevkim kesintiye uğramıştır. Açıkçası tıkandım. Bir çevirmenin çevirisi belki basılabilir  ve düşüp yanılıp kitabı alan okur da bir defalığına ona para kazandırabilir ama… Çevirmen yazarın eserinin “Artık okunmak istenmeyenler” rafına kaldırılmasına rahatlıkla sebep olabilir ki  sizin kitabınızın da başına gelen budur.

Ayrıca gene özür dileyerek, okuru kahramanlaştırmak iddiasının okura ne gibi bir heyecen  verdiğini bir okur olarak ben anlayamadım. Nobran ve odun bir adam olduğumdan zerrece şüphem yoktur amma… Sizin o cevval  hayal gücünüzün bizi kapıp götürdüğü  yerleri  düşündüğümde okuru kendi bayağılığında gırtlağına kadar gömerek neyi hedeflediğinizi anlayabilmiş değilim.

Bu yüzden sırf zat-ı âlinizin üstün yeteneğine binaen başlayıp da bir yerlere varmasını sabırsızlıkla beklediğim kitabınızı, sıradan  bir istasyon tasvirinde ve  fakirinkinden daha ilginç görünmeyen bekleme sahnesinde yarım bırakmış bulunuyorum. Kitabı yarım bırakıyorum ki  siz üstadım, hatıralarımda hep o fırtınalı ve uslanmaz hayal gücüyle kalsın. Şahsen “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”olsaydım bu kitabınızı okumazdım, okuyamazdım. Affınıza sığınıyor ve eski kitaplarınızı tekrar tekrar zevkle okuyacağımı bildirerek saygılarımı sunuyorum.
Âciz Okurunuz Afşar ÇELİK

Diziler Ve Delikanlıları

Yakaları  karınlarına kadar açık, kravat takmayan, traş bile olmayan ama holding sahibi tiplerden geçilmiyor televizyonda. Önceleri bunlar saf kabadayıydı, mert, garip babası falan… “Delikanlı”…





Sonra bakıyorsunuz, mesela Özcan DENİZ’İN  oynadığı Asmalı Konak mıydı neydi o dizide, adam Amerika’da okuyor geliyor gene aynı tip, gene aynı kılık gene aynı  vıcık vıcık feodalizm övgüsü. İçten içe bir sınıf atlama telâşı, kompleksi… Hepsine tamam, itirazımız yok. Hangimiz iyi bir evi, arabayı hayal etmiyoruz da ya o “sınıfın” gerekleri? Yani kokan çorapla, leş gibi ağızla, “Kodum mu oturturum!” tavırlarıyla CEO alemine cumburlop dalmak normal mi?





Ama sanırım normal hale getirildi. “Param varsa nezaketi de satın alırım, kardeşim!” anlayışı, dizilerde tipleştirildi. Eskiden karşıdakine saygısızlık sayılan o kirli sakallar şimdi normal. Kimin ki bir aşireti, kabilesi var, anında holdingi de oluyor!





İnanılmaz bir  refah özleminin,  aşağılık duygusunun, etnik kompleksin manifestosu haline geldi  yerli diziler artık. “Normal” eskiden “Perihan Abla” idi, “Süper Baba” idi, “Ekmek Teknesi” idi, “Bizimkiler” idi… Şimdi, siyah giyen, kravatsız magandaların aile meclisinin, hanımağaların infaz emirlerini elleri, edep yerlerinde beklediği  birer şiddet övgüsü hepsi.





Bunu kenar mahallenin isyanı okumak ne kadar doğru? Bu kenar mahalleyi oluşturan toplumsal yapının barındırdığı bilincin isyanı aslında. Çünkü dikkat edilirse popüler dizilerin hemen hepsi doğu- güneydoğu kökenli, kalabalık aşiretlere  mensup, zor kullanmayı  temel ilişki biçimi sayan insanların iyileri ve kötüleri arasındaki çatışmalardan ibaret.





 Kahramanın  Batı Anadolulu olması bile fark etmiyor, aynı etnik kompleks ve aşiret  asabiyesi şablonunu “Bilmemkimzadeler”  etiketiyle değiştirerek, senaristler ısıtıp ısıtıp önümüze getiriyor. Oysa Batı Anadolu’da ağalığın, beyliğin esamesi okunmayalı neredeyse  iki yüzyıl olmuştur. Bu dizilerin iki büyük zararı oluyor. Birincisi memleketin bir bölgesinin Türk kimliğinden tamamen ayrıymış gibi kabul edilmesine yol açıyorlar. İkincisi saf güç ile her şeyin yapılabileceği kanaatini topluma kabul ettiriyorlar.





Yeni diziler, etnik kabileciliği ve şiddet/güç tapınıcılığını normal  hale getiriyor. Servet edinmeyi, çalışmak, tasarruf etmek ve beceriden ayırıp “nepahasına olursa olsun” elde edilmesi gereken bir şey olarak empoze ediyor. “Aşk Ve  Ceza”, servetlerinin temeli uyuşturucu kaçakçılığı olan iki aşiret arasındaki çatışmaları normalleştiriyordu.





Ahlâkı, güçlünün ve zenginin malı olan, keyfi bir istisna haline getiren yeni nesil dizilerimiz hem toplumsal dönüşümümüzün tercümanlığını hem de kılavuzluğunu yapıyor.  Kabile ilkelliği 21. Yy Türkiye’sini ele geçiriyor.

16 Ağustos 2011 Salı

Bir Tren Şarkısında Taze Anıların Kompartımanı


Vashti Bunyan
Vashti Bunyan’dan “Train Song” dinliyorum. Niye dinliyorum?

Çünkü geçmiş günleri, geçtikleri  sokakların bir yerlerinde muhakkak iz bırakmış insanların sesini duymak bu…

Çünkü bir tren yolculuğunun ,  yolcunun içinde bir anlam taşıdığı hayatların dünyasına ait bu şarkı.

Çünkü tuğla duvarlara asılı sokak tabelâlarının, tarihin her bir adımının adı olduğu  şehirlerin şarkısı bu…

Çünkü şarkıların geçmiş hayatları bu güne bağladığı bir hayata  ait bu şarkı…

Çünkü şarkıların her zaman yeniden ve yeniden  dinlenip her kuşakta yeniden ışıldadığı toplumlara ait bu şarkı…

Çünkü aynı yerden, aynı açıyla fotoğrafını çektiğinizde aynı sesleri işiteceğiniz bir nehir kıyısının şarkısı bu.

Çünkü  yaşlı çınarların yaşlı gölgelerinde derinleşirken düşünceleriniz…. Ayak seslerinizin var olduğunuzu hatırlattığı caddelerin o  izlenimci başı boşluğunun, o tatlı tembelliğinin tıngırtısını  göğsü cebinizde hissetmenizi sağlıyor bu şarkı…

Çünkü buradan bambaşka bir yere ait olabilmenin… Çünkü buranın bütün çirkinliklerine sırt çevirebilmenin  mümkün olabildiğinin… Çünkü  güzel olması için uğraşılmış kirişlerin altında… Bir ekim serinliğinde… Bir Pazar yerinde, ödünç bir sandalyede oturup sızlayan bacaklarınızı dinlendirebilmenin şarkısı, “Train Song”…

Söylediğin için teşekkürler,  Vashti Bunyan


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Her Gün Blog Yazılır mı?

Her gün yazan kalem erbabının işi gerçekten zor. Gerçi memlekette mevzuu bulmak zor değil ama gene de zor.

Mesela bazı yazarlarımız için şarap  çeşitlerini tanımaları  ve bilgilerini güncellemeleri başlı başına bir iş!

Bazılarının bildiklerini unutmamak için her gün aynı şeyi yazmaları… Memlekette komuta kademesinin nerdeyse yarısı içerideyken vesayetten bahsetmek….

Memleketin dörtte biri eli taşlı, Molotoflu bebelerin ve onların kalaşnikoflu ağabeylerinin  egemenliğindeyken hâlâ mazlum edebiyatı yapmak…

Memleketin borç yükü artmışken zenginleştiğimizden bahsetmek…

Tabii bunları durmadan tekrarlamak mühim, çünkü bir adama kırk kere demek var, kırk milyona birer kere demek var…

Hal böyle olunca blog yazmak iyice lüks oluyor. Blog yazan adam ne yapar? Ya ciddi ciddi  sosyal güvenlik ve vergi mevzuatı yazar… Ya yemek tarifi yapar… Ya film tanıtımı kopyalar, yapıştırır. Ya  teknoloji  reklâmı yapar…

Ama “Sevgili günlük, ne olacak bu memleketin hali?” tarzı  söylenmeler, mırıldanmaları tutup da bir kategoriye sokamazsınız. Çünkü aslı “sanalağ günlüğü” olan şu yeni edebi türün ifade özelliği kalmamıştır.

Desem ki “Padişahım çok yaşa!” Blog bir işe yarar mı?

Neyse fazla mı taktım nedir, ben şu bloga?  Her gün yazmak lazım her gün… Neyse bugünde doldurduk  sayfayı, “yersen”…


12 Ağustos 2011 Cuma

Ölü Ruhlar Ormanı: Grangé’den Beklenmeyen Bir Hayal Kırıklığı

Grangé gerçekten iyi çalışan,  romanlarında sayısız bilgi de sunan, kurguyu ince ince işleyen  bir yazardır.

Romanlarının olmazsa olmazı  “fantastik kötülük gruplarıdır”.

“Ölü Ruhlar Ormanı’nda”  bu trüğü terk ediyor ve roman beklenmedik şekilde çözülüp dağılıyor.

Roman yazarın kurmacada yaşadığı ciddi bir kararsızlığın ürünü gibi görünüyor.  Yazar olayları hangi mecraya sokacağına  bir türlü karar veremiyor ve öykü  son derece yavan bir sürprizle bitiyor.

Bu açıdan bütün kitaplarını okumuş bir okuru olarak en fazla sıkıldığım kitabı olduğunu söylemeliyim. Bildiği yoldan şaşıp da işi sadece egzotizm ile halletmeye çalışarak sadece gezi dergiciliği yapmış oluyor.

Psikanaliz unsurları  bilgi sunumu açısından zayıf olduğu kadar, romanla ilişkilendirilmesi yönünden de  başarısız.  

Kadın bir kahramanın tahlili kesinlikle havada kalmış. İş kadınlara gelince kimsenin bilmediği lüks markalar hakkındaki malûmat saçmak pek de bir çözüm olmuyor, bu bir. İkincisi kadın cinselliğiyle ilgili empati geliştirme çabaları romanın psikolojik temellerini zayıflatıyor ve metni gülünç bir hale getiriyor. Kahraman seçiminde iyi yaptığı işi bırakması kesinlikle isabetsiz olmuş ve romanın tadını kaçırmış.

Daha ilk sayfalarda o kadar sıkıldım ki sırf yazara duyduğum sadakatten dolayı  romanı bitirdim. Ayrıca sanki 60’ların başında Küba’ya  füze yerleştiren ve Amerika kıtasında her işin içine ajanlarını sokan Sosyalist blok hiç var olmamış gibi ham solculuk yapması da ağır yağlı bir ideolojik  yemek gibi mide bulandırıyor.

Her yıl bir roman  yazan Grangé’nin ilk şişirilmiş işi değil elbette bu… “Leyleklerin Uçuşu” da bir o kadar hava kabarcıklıydı ama en azından  yazarın yarattığı dünyayı sürdürüyordu.

Romanın bir diğer özelliği,  Grangé’nin bölüm bitişlerinde çarpıcı sonları tercih etmek yerine şairliğe soyunmuş olması. Bu denemeler romanı daha çekici ve okunur kılmıyor ne yazık ki. Orta ve Güney Amerika ile ilgili  romantik, sosyalist ve mübalâğalı tasvirleri de  bir noktada  bütün imgelerin bir  sis bulutu içinde çamurlaşmasına yol açıyor.

Hasıl-ı kelâm: Grangé’yi yeni okuyacaklar için “Ölü Ruhlar Ormanı” kesinlikle iyi bir başlangıç değil.



11 Ağustos 2011 Perşembe

Ruffles'ın Kazandıran En Kestirme Oyunu Bu Sitede Başlıyor



Dijital dünyada ilklere imza atmaktan sıkılmayan Ruffles, yine Türkiye’de ilk olan bir kurguya imza atmış. Eğlenceli bir ev partisi ile başlayan hikayede tanıştığımız güzel bir kızı elde tutmak için oldukça yoğun çaba harcıyoruz. Hikayeye dahil olmak için videoyu izlemeniz yeterli…

Özellikle Esra ve Ceyda kardeşler ile olan sahneler ve sürpriz sonu oldukça dikkat çekici olan kampanyada cep telefonu numaranızı verdiğiniz anda bedava 60 dakika ve 100 mb internet kazanılabiliyor. Esra ve Ceyda’nın aradığı numarayı her geri arayışınızda ise farklı bir sohbet sizi karşılıyor.

Oyunun en büyük özelliği ise tek bir mecrada değil birden çok mecrada birden oyunun oynanabilmesi! Nasıl bir hikaye seçeceğiniz ise size kalmış!

Benden de size bir kolaylık: Oyuna en kestirmeden bu linkten ulaşabilirsiniz: http://apps.facebook.com/enkestirmeruffles/


Bir bumads advertorial içeriğidir.


9 Ağustos 2011 Salı

Bir Blog Niçin Yazılır?



Bir blog yazmanın  gereği nedir?  Daha doğrusu insan gerektiği için mi blog yazar? Blogun günü geçti mi? Âlem bloga mı kesti?

Bilmek zor.

Belki tamamen kişisel bir günlük blog dene şey. Yani içinde hiçbir fikir inşası,  ders, felsefe içermeyen “hadi bir şirinlik edeyim d kendimi anlatayım!” diye yazılması gereken bir şey.

İyi de bir günlüğün yargısız   olması mı gerekir.

Gördüğüm o ki tamamen kişisel, suya sabuna dokunmayan ve böylece olabildiğince steril be hümanist  görünen bloglar seviliyor.

Sevilmek önemli mi? Blogun anladığım kadarıyla iki önemli psikolojik motifi var:

Birincisi eskiden yastık altına saklanan günlüklerin  orta yerde yazılabilmesi… Böylece blog hem  net üzerinden bir anı  ve izlenim depolama aracı olarak kullanılıyor.

İkincisi de “Ben buradayım!” diyebilmek imkânına bizi kavuşturuyor. Bu ikisinin altına bir yerlerde de beğenilme ihtiyacı yatıyor.

Aslına bakılırsa sağlıklı sayılabilecek bir şey. İnsanlara bir arkadaş kitlesi kazandırıyor.  Gerçek oldukları hissini güçlendiriyor. Bunu da günlük hayatta  kendilerine çarpan, özür dilemeyen, kabalık eden ve böylece aslında kendilerini çok daha yalnız ve sanal hissetmelerine sebep olan yüzlerce insana rağmen yapıyor. Blogu yazıyoruz ve ona gerçek insanlardan, yazdıklarımıza, duygularımıza gerçek bir ilgi gösteren insanlardan yorumlar geliyor.  Kendilerine dokunmaktan  tiksindiğimiz şeylerin gerçekliğini idrakten kaçınırken bir yerleden bilinmeyen mektuplar yorumlar  bize katılıyor. Bu gerçekten müthiş bir şey.

Şurası da bir gerçek ki hacim işgaliyle reklam  gelirlerini birleştiren pratik zekâlılar  da blog enflasyonuna yol açıyor.
Beni asıl düşündüren şu:  “Tamamen kişisel bir şey, herhangi bir fikirden, değer yargısından, akıl yürütmeden veya  iddiadan nasıl bağımsız olabilir?”

Sanırım ülkemizde “yargı” ancak mahkemelerin tekelinde olan ve sıradan insanın başına da ancak belâ açan bir faaliyet olarak düşünüldüğünden, “Bugün postaneye gittim, hava sıcaktı. Hava sıcak olunca aklıma Bodrum geldi. Bodrum da bir rüzgâr  çanı almıştık. Ne güzeldi ve Orhan da çok güzel rakı içiyordu..” gibisinden şeyler blogculuğu karakterize etmeye başlıyor. “İyi de sen ne düşünüyorsun?” sorusu genellikle bloglarda cevapsız kalıyor.

Bu arada bazı “endüstriyel” blog ortamları alabildiğine  polemiklere sahne oluyor, orası ayrı… Ama burada da sorun şu: basının denetimindeki endüstriyel blog alanlarında, basının okunma gücünden yararlanmak üzere sunulan bloglarda da bu sefer iş “günlük” yazımından çıkıyor.

Tamamen bağımsız kişisel bloglarda, okunma oranı tahminime göre çok düşük. Belki de bu, sanalağ ortamında çevre edinebilmekle veya zaten yazıları okuyacak hazır bir tanıdık kitlesine sahip olmakla ilgilidir.

Belki de bu, gerçekten kişisel düşünceleri ve duyguları olduğu gibi anlatmak yerine ders vermek arzusuyla blog yazmanın  insanlarda yarattığı  itici izlenimden kaynaklanıyor? İşin açığı, bilmiyorum…

Kendime de dahil hâlâ şu soruyu soruyorum: “Bir blog niçin yazılır?”


7 Ağustos 2011 Pazar

Harry Potter: Ölüm Yadigârları 2. Bölüm


Harry Potter bir çocuk/gençlik dizisi olarak başladı.  “Çocuklarımızı paganlaştırıyorsunuz!” eleştirileri arasında, gitgide büyüyen bir hayran kitlesine kavuşurken kitaplarındaki havanın sinemasal ekonomiyle kırpıldığı, buna karşılık  epey çarpıcı bir hale getirildiği  bir kült film halini aldı.

Yedinci kitabın iki bölüm halinde çevrilmesi bile sadık okurlarının gözünden kaçmayacak kısaltmalarla dolu olmasını engelleyememiş maalesef, gene de iskeleti bozmadan yürüyen hikâye ile film, okurları  tatmin edebiliyor.

Bu bölümdeki Hogwarts tasarımı nefis! Yapım tasarımı denen şeyin gücü bu bölümde fazlasıyla anlaşılıyor. Öbür yandan bu filmin eksikliği  Lord Voldemort’un egemenliğindeki karanlık ortamın çoraklığında hapsolması. Buna karşılık Hogwarts’ı adamakıllı tersyüz edebilmesi  muazzam bir başarı.

Oyunculuklar için söylenecek bir şey yok. Sanırım artık temel kadro birbiriyle kardeş gibi olmuştur. Ralph Fiennes’in Kord Voldemort yorumu, cehenneme yakın  Joker yorumu gibi yakıcı ve sürükleyici. Hani neredeyse insanın, filmi, sırf onun için seyredesi geliyor.

Görsel  ve işitsel efektler doyurucu. Hogwarts   muharebesi, “Yüzüklerin Efendisi” tadında.

Müzik  için ne söylenebilir ki? Müziği bir tema olarak sinema tarihine geçmiş bir seride,  siz farkında olmadan sizi oradan oraya sürükleyen usta işi bir çalışma…

Ama bütün bu söylediklerimiz aslında kitabın okurlarına yönelik. Harry Potter’ı okumamış seyirciler için film sadece bir görsel efektler yığını ve basitleştirilmiş  sinemasal kurgudan ibaret kalabilir.

Efsane şanına lâyık bir  film ile bitiyor.  Kanaatimce üç boyutlu seyredilebilirse enfes olur. Ama gene sanırım ki en güzel etkiyi i max’te yakalarsınız.

Meraklıları için sinemada henüz gösterimdeyken en az iki defa seyredilmesini hararetle öneririm. Meraklısına künyeyi de verelim:
·         Yapım:
2010 2011 ~ ABD İngiltere
·         Tür:
·         Yönetmen:
·         Oyuncular:
·         Senaryo:
·         Senaryo (Kitap):
·         Yapımcı:
·         Görüntü Yönetmeni:
·         Müzik:
·         Dağıtım:
·         Filmin Websitesi:
·         Süre:
2 saat 10 dk
·         Gösterim Tarihi:
13 Temmuz 2011 (Türkiye) 
diğer ülkeler...