30 Ekim 2010 Cumartesi

Türkiye’de İktidarın Toplum Mühendisliği Politikası II


-İslamcıysa ne olmuş?
- Eee? Biz kimiz ki yargılayalım?
- Kendi kültürümüzün üstün olduğunu düşünmek kibirlilik değil mi?
- Ve onun dini inançlarını eleştirmek yobazlık, değil mi?
- Ona gözünü dikme evlât! Onu küstürebilirsin!
Dinamitlerin üstündeki yazı :"Çok Kültürcülük"
"Gerçek İntihar Bombacısı"
....
İktidar partisi, Türkiye’nin çarpık demokrasi anlayışından meşruiyet kazandığını sanmaktadır. Hukuku, ilkelere uymaktan ziyade, yazılı kanunları kendine göre yorumlamak olarak anladığından, yaptığı işlerin hiç birinin hukuk ilkelerine göre eleştirilmesi de mümkün olamamaktadır.



Suçları ispat edilememiş insanların suçlu olarak lekelenmesine karşı duyarsızlık, etnik ırkçılığın, ifade hürriyeti istismarına karşı umursamazlık, sivil protestolara terör örgütü muamelesinin yaygınlaştırılması eğilimi gibi kötü alışkanlıklarının temelinde de “açık toplumun” değiştirici çeşitliliğine karşı duyulan kenar mahalle korkusu vardır.



İktidar partisi matematik oyunlar sonucu elde edilen bir iktidarın( ülke barajı, il barajı vs…) ideolojisinin, toplumun çoğunluğunun görüşü olduğu illüzyonunu, her gün yenisi yaratılan gündemlerle yavaş yavaş topluma kabul ettirmeye çalışmaktadır.



İktidar partisi, mevcut toplumsal kompartımanların varlığını kabul edememekte, herkesi, kendi belirsiz ve ilkesiz siyasetinin “normlarında” tektipleştirmeye çalışmaktadır.
Ferdî bir ifade hürriyeti olarak görülen bir giyinme şeklini, tartışılması imkânsız, ferdin aklî kabullerinden ayrı bir siyaset biçimi haline getirirken de amacı budur.
İktidar partisi, sınırlandırılmamış bir yönetim anlayışını demokrasiyi vasıtasıyla toplumu şekillendirmekte kullanmaktadır.



Gitgide, iktidar partisinin benimsemediği her türlü giyinme, konuşma ve ilişki şeklinin toplumdan dışlanması, onun nihaî hedefidir. Toplumun kendiliğinden meydana gelen değişimi, gecekondu muhafazakârlığının kabul edemediği bir şeydir. O, bütün toplumu, kendi aklının erebildiği din şekillerine itaat ettirmeyi kendisine hedef seçmiştir.
İktidarın sınırlandırılmamış gücü, menfaat dağıtıcılığı ile beraber artık insanları kendisine çekmeye başlamıştır. Dar kotlarla türban takan, Amerikan markası spor ayakkabıları birer postal gibi giyen genç kızlar artık, Nilüfer GÖLE’nin “modern” sandığı ilkeli ve ideoloji sahibi türbanlı genç kızlar değildir.



Türkiye’de iktidarın belirlediği şekillere kayıtsız şartsız itaat artık bir norm haline gelmeye başlamıştır. Kenar mahalle dindarlığı, muktedirin, mazlumu itip kakmasına ses çıkarmayan ve bundan gizli bir memnuniyet devşiren aşağılık kompleksini artık “yönetime” getirmiştir.
Bundan dolayıdır ki iktidarın beyanatının çoğu muhalefetle ağız dalaşı, muhalefet cevap mahiyetindedir.



Türk toplumunun “menfaat dağıtıcı devlet” anlayışından beslenen iktidar, ideolojik ve fikrî boşluğunu bu tip gösterilerle maskelemektedir.
“Ananı da al , git!” ifadesi, bürokrasiyi halkın yönettiği bir demokrasinin değil, seçilmiş yöneticilerin, halkı güttüğü geri demokrasilerin ifadesidir. Kenar mahalle Müslümanlığı, yöneticinin, üzerindeki kul haklarının ağırlığını değil de bıyık şeklini, örtünme şeklini öncelediği, önemsediği, “güce tapınıcı” bir inancın ta kendisidir.
Bu güce tapınıcı anlayış için millet, milliyet, vatan, bayrak gibi değerlerin bir anlamı yoktur. Bu güce tapınıcılık, dünyaya etki etmeyi değil, ne pahasına olursa olsun dünyaya uymayı hedeflemektedir. Ülkemiz üzerindeki emellerinden vazgeçtiklerini hiç görmediğimiz komşularımızla “sıfır problem” gibi saçma sapan bir dış politikanın millete pazarlanabilmesinin de sebebi budur.
Oysa her millet, diğer milletlerle ilişkilerini kendi değer ve normlarına göre şekillendirir, oluşturur.



Güce tapınıcı, otoriter siyasal İslamcılığı ile iktidar partisi, milletin değerlerine düşmanlığını, “Türk” adını anayasadan silmek isteği ile zaten göstermiştir. Böyle bir partinin “Türk’e” göre bir dış politika belirlemesi imkânsızdır. Başını kapatan genç kızlar için iktidarın yanında olmanın güvenliği, milletlerinin toplumsal bütünlüğünden önemlidir. İktidar partisinin en önemli toplumsal mühendislik amacı, toplumu millî hassasiyetlerden uzaklaştırmak, bunlara yabancılaştırmaktır. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” vecizesine duyulan Arabî/Emevî düşmanlık bunun en çarpıcı delilidir.



İktidar partisi, toplumun değerlerini, demokrasinin matematiğine dayanarak yıpratmaya, yok etmeğe çalışmaktadır. Çoğunluğun varlığının, aklın ve ahlâkın yegâne kaynağı olduğuna dair ilkel anlayışını, devleti, menfaat dağıtıcı bir baba sayan Türk toplumuna gitgide daha fazla kabul ettirmektedir.



Oysa İslâm, çoğunluğa göre değil, hikmete göre hükmedilmesini öngörür. Kenar mahalle dindarlığı ise hikmeti anlayamaz. Kenar mahalle dindarlığı kendi aklının yetebildiği şekillerin topluma “ne pahasına olursa olsun” dayatılması dışında bir din bilmez. Demokrasiyi “ sayısal çoğunluğun mutlak iktidarı” sanan bir toplumda da kenar mahalle, bu emeline ulaşmak için demokrasiyi kullanırken, bu çarpık anlayışın genel kabulünün yarattığı tartışmasızlığı alabildiğine istismar eder.



İktidar partisinin, referandumda çirkin bir şekilde uyguladığı, toplumu kamplara ayırmak tavrının ahlâk dışılığı bu yüzden tartışılamamıştır. İktidar partisi toplumu, “Türk’ler-Kürt’ler”, “Müslümanlar- laikler”, “Darbeciler-demokratlar” gibi kamplara ayırmakta hiçbir beis görmemekte, bu ayrımları keyfi şekilde topluma dayatabilmekte ve bu ayrımı dayandırdığı normları nasıl geliştirdiğini hiç kimseye söylemeye de kendisini mecbur hissetmemektedir.
Bu ayrımcılık siyaseti ile toplumu kendi normlarına mecbur etmeye, Türk de Kürt de olmayan, darbeci de demokrat da olmayan, Müslüman da laik de olmayan, iktidar tapınıcısı, vatansız, milliyetsiz, değer yoksunu, bir kenar mahalle yığını haline getirmeye çalışmaktadır.
Bu siyaset, bir arada yaşamak, benzeşmek, etkileşmek kültürünü hızla yıpratmakta ve toplumda bir tehdit ve nefret alışkanlığının kök salmasına yol açmaktadır.



Silivri mahkemelerinde masumiyet karinesinin kendi lehine çiğnenmesine sessiz kalmak, etnik ırkçılığın tehdit, hakaret ve şiddetine aldırmamak, buna gösterilen tepkileri anormal saymak, dış politikada başkalarının beğenisine göre davranmak ilkesizliği, milletin normlarını önemsememenin bir zımni ifadesidir. Bu yolla iktidar partisi millete, hukukun, iktidarın emirlerinden ibaret olduğunu, etnik ırkçılığın kabul edilebilir bir demokratik siyaset olduğunu, bölünmenin bir değer kaybı olmadığını, başka milletlere göre davranmanın “ne pahasına olursa olsun barış” olduğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır.



İktidar partisinin kabul ettirmeye çalıştığı şeyler, aklın ve ahlâkın gerekleri değildir. Yalnızca “ne pahasına olursa olsun” ile yaşayan bir aşağılık kompleksinin tatminsizliğinin dışavurumudur.
Bu çok ciddi ve tahripkâr bir siyasettir.



Türk Milleti, kenar mahallesinin melez kültüründe sıkışmış insanların din anlayışlarının çok ötesinde, ciddi bir ahlâk kaynağı olan büyük örfünü meydana getirmiş, büyük kültür sahibi bir millettir.


Türk toplumu, sınırlandırılmış bir yönetim olarak hukuk devletinin gereğini anlamadıkça, menfaat dağıtımı ile sürekli kendisini minnettar bırakan hükûmetlerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacaktır.

BİTTİ.

29 Ekim 2010 Cuma

Türkiye'de İktidarın Toplum Mühendisliği Politikası I


-İslamcıysa ne olmuş?
- Eee? Biz kimiz ki yargılayalım?
- Kendi kültürümüzün üstün olduğunu düşünmek kibirlilik değil mi?
- Ve onun dini inançlarını eleştirmek yobazlık, değil mi?
- Ona gözünü dikme evlât! Onu küstürebilirsin!
Dinamitlerin üstündeki yazı :"Çok Kültürcülük"
"Gerçek İntihar Bombacısı"
İktidar, bir yeterlilik ifadesi. Gerçekleştirebilmek kudretini anlatıyor. Siyaset bilimi açısından ise yönetmek yetkisini elinde bulundurmak demek.
Zaten sorun burada başlıyor.
Çünkü “yönetmek” kelimesinin anlamının, sınırları iyi çizilmezse, bu kelime “gütmek” kelimesinin anlam sahasına tecavüz ediyor.


Gütmek, iradesiz canlıları sevk etmek, yönlendirmek demek. Çobanlar, koyunlara sormaksızın, onları kendi bildikleri yerlere sürükler.
Genellikle sosyalist propagandanın etkisiyle nefretle anılsa da liberal ilkelere göre şekillenen modern demokrasilerin en önemli özellikleri “yönetmenin” asıl anlamına sadık kalınması yönünde, sürekli gösterilen özen ve dikkattir.
Yönetmek işinin, hürriyetleri zedelememesi için dikkatli olmak batı demokrasilerinin ayırıcı özelliğidir.


Peki ama “yönetmek” kelimesine neden bu kadar dikkat edilmektedir, edilmelidir?
Bunu Türkiye’de demokrasiye bakışla anlatmak belki daha akılcı olur.
Türkiye’de demokrasi, sadece genel kuralları keşfetmek ve yazılı hale getirmekle görevli bir yasama meclisini, seçimler vasıtasıyla belirlemek anlamına gelmemektedir.
Türkiye’de demokrasi, seçimler vasıtasıyla yetkilendirilmiş yasama meclisinin menfaat gruplarının meşruiyet testi yapılmamış her türlü taleplerine ilişkin “kanun” sanılan talimatnameler çıkarabilmesi, bu meclis çoğunluğunu ele geçirmiş partinin de fillî menfaat dağıtıcısı olarak çalışması demektir.
Bu menfaat dağıtımı, devlet kurumlarında partizanların istihdamı, ahaliye aynî yardımlar, büyük iş adamlarına vergi kolaylıkları, devlet bankalarından krediler dağıtmak, vs.dir.


Buraya kadarki anlamıyla “yönetim”, devlet imkânlarını meşru vasıtalarla dağıtmaktır.
Oysa liberal demokrasilerde yönetimin bu şekli en azından ilkesel anlamda ciddi şekilde sınırlandırılmıştır.
Zamanımızın en büyük problemi, devletin işlevlerini, alabildiğine genişleterek bundan menfaat sağlayan iktidarların, bürokrasiyle ve kendi partizanlarıyla kurdukları menfaat ilişkilerinin önünü alamamaktır.
Türkiye’de “yönetim” sorunu ise özellikle son üç yıldır iyice farklı bir mana kazanmıştır.


Burada alıştığımız anlamdaki yüzeysel “gütmek” şeklinde yürütülen yönetmek işi, yürütmenin ciddi toplumsal mühendislik projesine dönüşmüştür.


Sorun, “çoğunluk oyunun” devlet imkânlarının dağıtılmasını meşrulaştırmaya yetmediği aslında herkesçe bilinirken iktidarın bir de sırf bu çoğunluğu elde ettiği için toplumu şekillendirmeye yetkisinin olup olmadığıdır.
Bildiğimiz demokrasilerde, çeşitli ideolojilere, dünya görüşlerine mensup topluluklar, bu anlayışlarının yönetimde etkin olması için seçimlerde kendi partilerine oy verir. Şüphesiz demokrasinin yozlaşmış yaygın uygulamalarında menfaat dağıtımı, seçimleri oldukça etkilemektedir.

Ama buna rağmen toplum, farklı toplulukları/cemaatleri veya camiaları barındırır.
Demokrasinin Türkiye’deki yürütülüşünde, “her kesimi” memnun etmek gibi tuhaf bir anlayış güden ve bütün kolektivist uygulamalarına rağmen kendilerini merkez sağ olarak adlandıran partiler, Türk siyasetinin hâkim rengini oluşturmaktadırlar.
Bilhassa son üç yıldır, mevcut iktidar partisinin toplumsal dinamiklere yönelik aşırı bir ilgisinin olduğu dikkat çekicidir.
İktidar partisi, siyaset pazarının müşterilerinin kanaatlerini, müşterisi oldukları partiler üzerinden yargılamaktadır.

Burada kendini “standart” “normal” bir liberal demokrat parti gibi sunmakta ve bütün siyaseti de bu norma göre şekillendirmeye çalışmaktadır. İşin kötüsü bu tip kolaycılıkları en önce yargılaması gereken liberaller, liberalizmin bu korporatist ve fırsatçı istismarına çanak tutmaktadırlar.
İktidar partisi kendisini norm olarak kabul ettirmekte çoğunluk oyunu delil olarak kullanmaktadır. Öyle ya, madem bir milletin çoğunluğu kendi partisini desteklemektedir, öyleyse onun yaptıklarının normal olması gerekmektedir.
Bu anlayış, “hukuk idealinden” habersizliğin, yönetim ilkesinin adalete bağlılığını umursamamanın sonucudur.

İktidar partisi, bununla da yetinmeyip “kanaatler” üzerinde ciddi bir tasallutta bulunmaktadır.
Aslında bu şaşılacak bir durum değildir. Çünkü, iktidar partisi, tabanıyla, yönetimiyle, modern demokrasiyi yaşatan toplumların normlarından uzak olmanın kompleksini yaşamaktadır.

Emevî siyasal islâm’ının norm olarak kabul edildiği günümüz İslam dünyasındaki taklitçi ve nakilci anlayışın, “çoğunluk oyuyla” iktidara gelmesi, iktidar partisinde “doğal bir haklılık” güveninin doğmasına yol açmıştır.
“Yıllardır dışlanan Müslümanlar” gibi söylemler iktidarı elde etmenin verdiği sarhoşluğun neticesidir.

Yıllardır dışlanan Müslüman’lardan kasıt, sıradan Müslüman’lar değildir.
Sıradan Müslümanların çoğu beş vakit namaz hususunda o kadar hassas değildir. Çoğu, cumaları camileri dolduran, bayram namazına giden, arada bir içki içen, giyinme şekillerinde devrin normlarını gözeten, Türk geleneklerine uymayı doğal kabul eden, Türk bayrağını, Atatürk’ü, Türk adını, Türk vatanını, ordusunu benimseyen, bunları kutsayan insanlardır.
Oysa iktidar partisinin “dışlandığını” iddia ettiği kitlede, bahsedilen unsurların hiç biri bir “değer” değildir.

Bu kitle, toplumsal olarak dışlanmış değildir. Yıllardır içimizde yaşamış ve fakat sahip oldukları normlar ve değerler ile toplumun geri kalanından uzak kalmaya özen göstermiş, bilhassa şehir yaşantısından aşırı korkan, kenar mahallenin melez kültüründen beslenen bir kitledir. Bu tavrın en önemli örneklerini iktidar partisinin liderinin hal ve tavırlarında görmek mümkündür. Dünyayı karşısına alan, sürekli kendisine karşı husumet beslendiğinden yakınan ve bununla baş etmeye çalışan savunmacı bir yaklaşım, “merkez sağın” kenar mahalleliğe doğru kaydığının bir göstergesidir.

İktidar partisi, çeşitli partilerin geçmişlerini sürekli bir suç delili gibi göstererek, kendi müşterileri dışındaki vatandaşların oylarının meşruiyetine gölge düşürmeye bunun için çalışmaktadır. Çünkü sahip olduğu dünya görüşünün kendi tutarlılığı ve meşruiyetini ispatlayacak ahlâkî ve mantıkî araçlardan mahrumdur.
Bundan dolayı haklılığını, başkalarının haksızlığına dayandırmaya çalışmaktadır. Millet ve milliyet düşmanlığını onunla paylaşan liberallerin enternasyonalist ve bununla beraber etnik ırkçı yaklaşımları da iktidar partisinin “liberal” olduğuna dair çirkin ve çarpık bir görüntü oluşturmaktadır.
İktidar partisinin ifade hürriyeti, mülkiyet ve yaşamak hakkı ile ilgili hiçbir belirgin görüşü yoktur oysa…
(Devam edecek...)

28 Ekim 2010 Perşembe

Demokrasi Üzerindeki Etnik Irkçı Demografik Kıskaç


Demokrasinin başlı başına bir hak yaratıcısı olmadığına ne kadar dikkat çeksek azdır.
İfade hürriyetinin tanındığı barışçı bir seçim rejimi olan demokrasi çeşitli eğilimlerin yönetim taleplerinin dile getirilmesi mümkündür.
Buna rağmen, demokrasinin bir parmak sayısı diktası olmadığı bütün modern liberal demokrasilerde - ki adı “sosyal” olmakla beraber kullandığı terimleri liberalizmden ödünç alan sosyal demokrasilerde bile bu böyledir.- evrensel hukukun normlarına ve bunun yanı sıra devleti kuran millî çoğunluğun örfüne kökten aykırı ve bunları yıkıcı fikirlerin demokrasi piyasasına çıkarılmadığı, çıkarılmaması gerektiği de bir başka unsurdur.


Avusturya’da parmak çoğunluğunu ele geçiren ırkçı partiye izin verilmemiştir. Esasen Alman Anayasası da nazi benzeri ırkçı siyaseti yasaklamaktadır.
Bundan dolayıdır ki bir talebin meşruiyeti, onu ortaya koyanların sayısına bağlı değildir.


Her talep şüphesiz bir menfaate işaret eder, her hakkın birer menfaat olması ise bu noktada kasıtlı tahriklerde sık sık kullanılır.
Her hak bir menfaattir şüphesiz. Yalnız haklar, talep edilmeksizin herkes için ve her zaman geçerli olan temel menfaatlerdir. Hakların yokluğu durumunda geride insanlığın var olmasını sağlayacak hiçbir şey kalmaz. Bu, hakları diğer menfaatlerden ayıran temel farktır.


Oysa her talep, birer menfaate işaret etmekle beraber her menfaat birer hak değildir. Çünkü talebin işaret ettiği her menfaat, herkes için ve her zaman geçerli bir menfaat özelliği taşımayabilir.
Bu hem bir ilgi hem de bir maliyet meselesidir.
Gelelim Türkiye’deki etnik ırkçılığın taleplerinin “hak” olup olmadığına.
Burada iki fikir ileri sürülmektedir.


Birincisi Kürtlerin ezildiğine dair fikirdir ki ülkenin her yerinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlık belgeleriyle (nüfus cüzdanları) istedikleri her şeyi yapabilenlerin ezilmekten bahsetmesi açıkça yalandır.


İkincisi Kürt’lerin ayrı bir ulus olduğu ve kendi kaderini tayin hakkı olduğudur. Zaten diğer bütün “hak” talepleri de buradan kaynaklanmaktadır. Adı Türkiye olan bu ülkenin, adını veren ulus Türk’tür. Türk’ler dünya üzerinde nüfusları üç yüz milyonu bulan büyük ve kadim bir ulustur ki Türk’lerin ulus olmak vasfı Kürtlerle mukayese edilemez. Bu topraklarda belirleyicilik hakkını eline almış olan ulus Türk’lerdir. Yani bu toprakların adını veren egemenleri Türk’lerdir ki Türkler kendi egemenlikleri altındaki milletleşememiş toplulukları da kendilerinden bilen nadir uluslardandır. Dolayısıyla bu topraklarda “başka bir ulusun “ olup olmadığına dair tartışma bundan bin küsur yıl evvel kesin surette bitirilmiştir.
Bunları belirtmemizin sebebi şudur:


Kürt’lerin ezilme masalları, devlet bürokrasisinin bir vakit toplumun geneline uyguladığı bir takım kısıtlamalardan ayrılamayacak bir ifade hürriyeti sorunundan başka bir şey değildir ve Türk hukuk birliği altında, bu hukuk biriliğinin teminatıyla her Türk vatandaşının kendi yerel kültürü ile ilgili ifade hürriyetini kullanmasına da hiç kimsenin itirazı yoktur. Bu tip bir topluluk ister birkaç milyon, isterse birkaç yüz kişiden oluşsun, Türk ulusu, onun egemenlik hakkına saygı duyan herkesin ifade hürriyeti hakkını korur.
İkinci husus Türkiye’deki Kürt sayısına dayandırılmaktadır ki bunun tespit şekilleri inanılmaz derecede ırkçı ve ahlâk dışıdır. Türkiye’deki “etnik mozaiğin” ispatı için açıkça ırkçı yönelimli genetik deneylere dayanılmaktadır.


Oysa Türkiye’de mensubiyet şuuru, Kürt etnik ırkçı ağalarının tasavvurunun çok ötesinde soyut değerlerle kendini gösterir.
Dolayısıyla genetik farklılıkları ispat edilmiş her topluluğun ayrı bir egemenlik alanına sahip olması gerektiğini söylemek de ırkçılıktır.

Böyle bir topluluğun sayısının ne olduğu önemli değildir. Çünkü siyasetin üzerinde yürütüldüğü demokrasi ortamını var eden millî egemenlik sahasında daha önce de dediğimiz gibi evrensel hukuk normlarına aykırı bir ırkçı yaklaşımın salt belli bir sayıdaki kişilerce savunuluyor diye hayata geçirilmesi söz konusu olamaz. Kaldı ki devleti şekillendiren Türk örfüne aykırılığı , sayısal baskıyla kabul ettirmeye kalkmak Türk ulusuna düşmanlık ilân etmektir.

İkinci Dünya savaşı, hukuku açıkça çiğneyen milyonlarca Alman’a karşı yapıldı. Milyonlarca Alman’ın sözde meşru , seçilmiş liderinin ırkçılık ve yayılmacılık politikası “demokratik” bir hak olarak kabul edilmemişti.
Neticede milyonlarca Alman öldü ve hakkın yerini bulması için milyonlarca müttefik askerinin ölmesinden de kaçınılmadı.

Dolayısıyla “PKK halktır, halk PKK!” sloganları PKK’nın etnik ırkçı emellerini meşrulaştırmaya yetmez. Bir “halkın” topyekûn ırkçı terörü desteklemesi ne bu hareketin ırkçı bir terör hareketi olduğu gerçeğini değiştirir ne de bunu destekleyen milyonlara meşruiyet kazandırır.

Çünkü diyelim, bir milyon kişinin, kendilerine “hak” sağlayan bir ulusun egemenlik hakkını yok sayması o ulusun egemenlik hakkını ortadan kaldırmaz. O ulusun fertlerinin yükleneceği bir maliyetle, birilerinin kendilerine siyasi menfaat talep etmesine de “hak” denilemez. Bu ülkede “haklar” Türk ulusunun egemenliğindeki hukuk biriliği teminatından dolayı vardır. bunu inkâr edenlerin herhangi bir temel menfaate sahip olabilmeleri mümkün değildir, yargılanma hakkı ancak vatandaşlar için vardır, düşmanlar için değil…

Demokrasi, millî egemenliğe düşman ifadelerin siyasetini meşrulaştırmaz. Bunlar sözde büyük sayısal gruplara dayansalar bile. Hakların kaynağı siyasi rejimler değil, hukuktur, yani başkalarının temel menfaatlerine gösterilecek saygı hakkında kurduğumuz büyük ideal mutabakatı…

Türk ulusu varlığı ve bekası için sayısı yüz binleri, milyonları bulan nice düşmanla savaşmıştır ve gerekirse gene savaşabilir. Düşmanın kalabalığı meşruiyeti getirmediği gibi mücadele azmimizi de yıkamaz. Demokrasi yoluyla Türk ulusuna düşmanlık gösterenlerin demokrasi sahasından atılmaları ve lâyık oldukları muameleyi görmeleri hem millî egemenliğin hem de evrensel hukukun bir gereğidir.



27 Ekim 2010 Çarşamba

Millî Egemenlik Ve Demokratik Yönetim


“Demokrasi ile yönetmek” diye bir sıkıntıdan sık sık bahsedildiğini hepimiz işitmişizdir.
Gerçekte böyle bir sıkıntı var mıdır?


Bu, “demokrasiden” ne anladığımıza bağlıdır.

Demokrasi, yasama organının halkın oylarıyla, barışçı şekilde değiştirildiği siyasi rejimin adıdır ve bundan başka da bir şey değildir.


Gelişmiş ülkelerde dahi sürekli dile getirilen sorunlar, “daha az demokrasiden” değil,“daha az ifade hürriyetinden” kaynaklanmaktadır ve bunun sebebi demokrasinin yetmezliği değil, hakların fiilî kullanımındaki bir takım yetersizliklerdir.


Demokrasi ile ilgili bahsettiğimiz açmaz,, demokrasinin” demografik çok başlılık” sanılmasından kaynaklanmaktadır.


Bunun yanı sıra, “demosun”, ahalinin tanrılaştırılması hali ile de bahsettiğimiz açmaz beslenmektedir.


Birincisi, bir memlekette, nüfusları birbirine yakın ve birbiriyle uzlaşmayan, birbirinden ayrılıkları açıkça belli olan topluluklar var ise (Irak, Afganistan, vb.) bunların “egemenlik” paylaşımları sorun yaratabilir ki bu durumda bu topluluklar nüfusları oranında katılacakları bir temsili demokrasi kurabilirler. Kaldı ki bu bile, nüfusu fazla olanın diğerlerinin hakkını yiyebilmesine imkân verebilir. Nitekim bugün Irak’ta sözde parlamentoya rağmen kürt azlık, nüfusu kendisine yakın Türkmen toplumunu yok etmek için elinden geleni yapmaktadır.
Bundan ayrı şekilde günümüz modern devletlerinin esasını teşkil eden “kurucu bir millî çoğunluğa” dayanma durumunda, devletin şeklini bu kurucu millî çoğunluk belirler. Çünkü bu millî çoğunluklar, devletlerini genellikle, savaşlar ile tartışılmaz şekilde kabul ettirmiş toplumlardır.


Millî devletler, egemenliklerini savaşlar ile dünyaya tartışılmaz şekilde kabul ettirmiş milletlere dayandıklarından, bu hakkın, yani egemenlik hakkının, yani belirleyicilik hakkının “demokrasi” vasıtasıyla” tartışılır hale getirilmesi imkânsızdır. Demokrasi, ancak egemenliği tescil edilmiş millî yapıların egemenlik şemsiyesi altında kalınarak yürütülebilecek bir barışçı rejimdir. Bu egemenlik hakkının reddi veya ihlali, barışın ortadan kalkması demektir. Bir milletin millî egemenliğini reddeden veya ihlal edenlerin, millî egemenliği “hukuk sınırlamaları” dışında sınırlamaya veya paylaşmaya kalkanların “demokrasiden” yararlanmaları mümkün değildir.


Demokrasi, ancak millî egemenliğin tartışılmaz şekilde kabulünün sağladığı sükûnet ile anlamlıdır.


Nitekim savaşlar, millî egemenliklere karşı tecavüzler neticesinde çıkmaktadır ve hiçbir ülkede “işgal altında veya savaşla demokrasi” diye bir şeyden bahsedilemez. İkinci Dünya Savaşı’nda işgalci ülkeler yenildiği için bu ülkelerde ve işgal ettikleri ülkelerde demokrasi tesis edilebilmiştir ki işgalci/mütecaviz ülkelerde dahi, bu ülkelerin kurucu millî çoğunluklarının egemenlikleri toptan ve daimi şekilde reddedilememiştir.

Bundan dolayıdır ki herhangi bir ülkede, millî egemenin belirleyiciliğini reddeden herhangi bir grubun “demokratik hakkından” bahsedilemez. Demokrasi egemenliğin paylaştırılması değildir.
Eğer demokrasi, bir ülkede her azlık grubunun, kendine göre bir yasama meclisi, bir yürütme organı seçebilmesi anlamına gelseydi, bu gün dünyada hiçbir hukuk sağlayıcı devlet meydana getirilemez, dünya paramparça olurdu. Nitekim dünyada binden fazla etnik topluluk varken çok daha az millî devletin var olması, devletleşmenin ancak belli bir “bütünleşme” ile sağlanabildiğinin delilidir.


Egemenliklerini diğer milletlere nihaî şekilde savaşlarla kabul ettirmiş milletlerin, kendi içlerindeki “farklılıklara” egemenliklerini teslim etmeleri düşünülemez.
Devletin işleyişine “demokrasi” yoluyla müdahale etmek, yani devlet işleyişinin mekanizmasını şekillendiren resmî dil, eğitim, öğretim, egemenlik timsallerini reddetmek veya bunları “demografik orana” dayanarak reddetmek veya bunlara ortak olmaya kalkmak, yukarıda bahsettiğimiz şekilde “düşmanlık ilânıdır”.


Demokrasi ile yönetmek sözde açmazında çözüm, azlık grupların, millî çoğunlukların belirlediği devlet düzeni içinde kendi özel ifade sahalarında, ifade hürriyetlerini kullanmalarıdır.
Demokrasi ile yönetmek sözde açmazındaki ikinci problem de “demosun” tanrılaştırılmasıdır.
Bir vatanda, kendi belirleyiciliğini dünyaya ilân etmiş egemen milletler dahi, egemenliklerini belli kurallar dahilinde kullanır. Bu da demokrasinin, “çoğunluk diktası” olmasını engeller. Yani “nüfus” bir Tanrı değildir.


Bir devleti belli ilkelere göre kuran millî çoğunluğun, üzerinde mutabık kaldığı bu ilkeler, her geçici siyasî çoğunluğun üzerinde tartışıp da günübirlik değiştirebileceği ilkeler değildir. Meselâ ABD’de toplumsal yaşantının üzerine inşa edildiği Anglosakson hayat tarzı, hürriyet anlayışı ve dil bütünlüğü “millî irade” adı altında her çoğunluk grubunun değiştirivereceği, üzerinde tartışacağı, değerler ve ilkeler değildir. ABD’de azlık grupları haklarını ancak, milletleşmeyi sağlayan değer ve ilkelere bağlılık şartıyla savunabilirler.

Bu durum, azlıkların, millî çoğunlukların belirleyiciliğine taabi olması sorumluluğunu doğuran ikinci unsurdur. Egemenliğin temel haklara uygun kullanılması durumu, azlıklara mensup fertlerin ifade hürriyeti haklarının teminatıdır ki bu teminatı sağlayan hukuk birliğini oluşturan millî çoğunluk da bu yüzden meşru egemen ve belirleyicidir.


Burada söz konusu olan bir unsur da şudur ki millî devletler, “azlıklarını” dahi büyük ölçüde milletleşmelerine dahil etmiş toplumların oluşturdukları devletlerdir. Millî çoğunlukla “uzlaşamaz” farklılıklar sergilemeyen azlık gruplarının ayrı bir “millî egemenlikten” bahsetmelerinin “demokrasi” ile bir ilgisi yoktur. Demokrasi ayrı egemenlik alanları açmanın bir aracı olamaz. Çünkü bu demokrasinin gereği olan barış şartının, “millî egemenliğin reddedilmesi” sebebiyle ihlali anlamına gelir ki bunu reddeden fertlerin meşru temsil organlarında görev almaları ve hatta vatandaş olarak haklardan yararlanmaları düşünülemez.


Bir milletin egemenlik hakkını “demokrasi ile tartışmaya açmaya kalkmakla”, ona silah çekmek arasında bir fark yoktur. Bu ikisi de düşmanlık ilânıdır ve beraberliği sağlayan kural sorumluluğunun bittiğini gösterir. Böyle bir durumda egemenlik hakkını elinde bulunduran millî çoğunluğun, kendi egemenlik hakkını reddeden ve ihlal eden fert ve gruplara karşı herhangi bir hukukî “koruma” sorumluluğu kalmamıştır.


Demokrasinin yönetimleri barış yoluyla değiştirmek dışında bir anlamı yoktur. Onun anlamını hele millî egemenliği tartışmaya açacak kadar genişletmeye çalışmak, hukukun, “demografik” gerilimlerle bozulmasına ve kaosa yol açar.




24 Ekim 2010 Pazar

Güneşi Karartmak




Aslında pek çok şey bir araya geliverdi kafamda… Önce Durmuş HOCAOĞLU’nun vefatını öğrendim. Milliyetçi diyebileceğimiz camiada benzerine az rastlanır bir kalemdi. Bazı kavramlarla yeterince ilgilenmediğini düşündüğüm ve bu yüzden de yeterli derinliğe ulaşamadığı kanaatine vardığım ama düşünce namusu açısından da tartışılmayacak bir düşünürdü.

Sonra Pazar günleri, eli kalem tutan etnik ırkçı, militan solcu, vatansız/soysuz liberal, hırçın dinci ne kadar genç varsa kapılarını onlara açıp hepimizi alaya alan “popüler solcu” bir gazeteye göz attım. Sonra Tokio Hotel’den “ Dark Side of The Sun” adlı parçayı dinlemeye başlamıştım ki ilham patladı!

Hayatta hiçbir şey tesadüf değil, gerçekten değil.

Şöyle bir bakınca bir entelektüel ölüyor… Bir yıldız kayıyor… Düşünce göğünde bir ışık sönüyor. Bir kaygı düğümü çözülüyor, bir ruh kendini Tengri’ye teslim ediyor… Bir gazetede sizinle dalga geçiliyor, ama “ciddiyetin” yeri boş bırakılıyor, hükümler çöpe atılıp hükümsüzlükle, etnik ırkçılığa ve sol beyin diktatörlerine teslim olmanız isteniyor…

Ve Tokio Hotel “Son yakın, biz hâlâ burada duruyoruz, gelecek başladı, güneşin karanlık yanında” diyor…

Metalciler için gülünesi bir disko hafifliği elbette, biliyorum ama bu müzik, bu sözler, bir ölümün, bir “beğenilmek fetişizmi” ile nasıl da örtülüp silindiğini gösteriyor, naçiz ( nacizane diye bir şey yok…)aklıma…

Salağın biri ağabeylerine yaranmak için kimlerin kaç kelimeyle yazdığına dikkat çekiyor ama, yaptığının hiçliğe ateş etmek olduğunu fark edemiyor. Önerdiğinin ne olduğunu bilmeyen yeni yetmenin saldırganlığı, sivilceli hırçınlığı, tumturaklı ve gecikmiş şehvetlerin ellerinde oyuncak olmuş ağabeylerince, “ne alırsan bir milyoncu” fikir piyasasında, her gün tonlarca kâğıt tomarı olarak toplumumuza arz ediliyor.

İnşa edilenleri alaya almak, yıkmak, sarsmak, tahrip etmek… Büyüklerine âsî bir ergenin psikolojisi, yıkıcılıkla, vahşetle alnı lekeli solun adıyla, etnik ırkçılıkla, Conversli türbancılıkla, soysuz, edepsiz bir özgürlükçülüğü liberalizm diye kabul ettirmeye kalkanlarca bize “norm” diye dayatılıyor…

Ve bu ortamda Durmuş HOCAOĞLU diye biri ruhunu, ruhunun sahibine iade ediyor. Mal varlığını terk ediyor, hesabını kapatıp, “uçmağa varıyor”…

Ve Tokio Hotel “ Sonun yakınında, hâlâ burada bekliyoruz..” diyor.

Ankara’da hava kapalı. Kışın ayak sesleri, gölgelerde koyulaşan serinlikten işitiliyor…
İnsan düşünmeden edemiyor… Hava bulutlardan mı kapandı? Yoksa artık güneşi karartarak mı ölümün yakınındayız?









23 Ekim 2010 Cumartesi

Modern Dindarlığın Yol Açtığı Değer Ve Anlam Kaybı II


“Modern mahrem” aslında Türk toplumunun “kendiliğinden süren” modernleşme macerasına karşı çıkıyor, “Türk olmayan her şeye” yönelmesi dışında hiçbir yenilik taşımıyordu. Aslında bu bir yenilik değildi. Siyasetle toplumu şekillendirebileceğini sanan sosyalistler de yakın geçmişte sosyalizmle mensubiyet şuurunu yok edebileceklerini düşünmüşlerdi.

Modern mahremin karşı çıktığı “geleneği” yaşayan “cahil köylüler” Türk kimliğini oluşturan “değerleri” benimsiyor ve bunu Müslümanlığa mani görmüyordu.

“Cahil” olarak görülen halk Türk bayrağını bayrak biliyor, Atatürk’ü “ata” sayıyordu. Oysa modern dindarlık Türk’e ait değerleri yok sayıyordu.

Bahsedilen, Türk olmayan bir fertti ama kim olduğu da açıklanmıyordu.

Modern dindarlık bu boşluğu Fars ve Vahabi dinciliğiyle dolduruyordu. Türk Bayrağı’ndan nefret ediyor “Atatürk’ten çok Humeyni’yi seviyordu”… Nitekim Güneydoğu Anadolu’yu kana bulayan etnik ırkçı örgütlerden biri olan PKK’nın yanında dinci Hizbullah da Kürtçülükle/ Türk düşmanlığı ile kendini karakterize ediyordu. Hizbullah’ın terör eylemleri, solcuların Marksist terör örgütlerinin eylemlerini görmezden geldiği gibi modern dindarlık tarafından görmezden geliniyordu.

Nitekim on yıla yaklaşan iktidarıyla modern siyasal dindarlık, Türk adını telâffuz etmekten ısrarla kaçınıp Türk düşmanlığı açısından etnik Kürt ırkçılığı ile kol kola yürümektedir. Türk adını anayasadan çıkarmaktan bahseden modern siyasal dindarlık, demokrasinin milletleşmeyi reddetmeye yetebileceğini düşünmekte…

Modern dindarlık, demokrasi vasıtasıyla yok etmeye çalıştığı millî değerlerimizin yerine ancak Arap örfünü koyabilmektedir. Çünkü hiç kimsenin “yeni baştan bir toplum yaratması” mümkün değildir. Modern dindarlığın kaynaklandığı gecekondu muhafazakârlığının kavrayamadığı şehirleşme, tartışmayı ve çeşitlenmeyi gerektirmektedir. Bu ortam ise ancak belli değerlerde mutabakat ve bu mutabakatın sağladığı güven ortamında sağlanabilir.

Modern dindarlık bu çeşitlenmeden son derece korkmaktadır. Herkese aynı türbanı ve cüppeyi giydirerek bir mutabakat ortamı sağlayabileceğini sanmaktadır. Kendisininki dışında bir Müslümanlık olabileceğini dahi düşünememekte ve şehirli olmayan, akla dayanmayan, tartışmayı reddeden, inkârcı şeditliğinin yetersizliği ile daha da hırçınlaşmaktadır.

Çünkü modern dindarlık, kendi kurallarını oluşturmuş köy yaşantısından uzak düşmüş, şehrin kıyısında ama şehir yaşantısının uzağında kalmıştır. Bu durum onun şehrin konforuna özenmesine yol açmış ama sahip olduğu köy yaşantısı kalıntılarının şehrin yaşantısına cevap vermekte yetersiz kaldığını da ortaya çıkarmıştır.

İşte modern mahrem, bu yetersizlikten dolayı kökenin reddi ve şehirleşmeye duyulan dinci düşmanlığın zehirli sinerjisinden ibarettir. Onun yetersizliği dayandığı nasların muhkem veya müteşabih olmasını ayırt edememesinde derhal kendini göstermektedir. Bundan dolayıdır ki aslında modern dindarlık yeni bir değer yaratamamakta, Arap örfünü taklit ederek, içinde yaşadığı toplumun bu örfe yabancılığını “cehalet” diye niteleyerek kendisine bir dokunulmazlık alanı elde etmeye çalışmaktadır.

Bundan dolayıdır ki iktidar partisinin ve sempatizanlarının Türk toplumunun sürüklendiği etnik bölünmeyi bir tehdit olarak görmediklerini gözleyebiliyoruz.

Çünkü onlar zaten Türk toplumunun müşterek değerlerine karşı şiddetli bir düşmanlık besliyorlar. Çünkü onlar şehirleşmeyle meydana gelen ve aslında milletleşmenin modern şeklini meydana getiren büyük çeşitlenme karşısında duydukları derin acz duygusunu giderebilmek için toplumu kendi kenar mahallelikleri seviyesine çekmeye çalışıyorlar. Türban tartışmalarının özü bundan ibarettir. İş ciddi ilâhiyatçılara bırakıldığında bahsi geçen surenin ilgili ayetinde “başı örtmekten” bahsedilmediği defalarca söylenmesine, mevcut baş örtme şeklinin adeta Yahudice bir mutaassıp yorum olduğundan bahsedilmesine rağmen “geleneği cehaletle” özdeşleştirmeye varan “modern mahremin” bu tür tartışmaları ısrarla reddetmesinin sebebi de bu yetmezliktir.

Asıl tehlike bu yetmezliğin toplumsal dinamiklerle artık tolere edilememesi, soğurulamamasıdır. Çünkü siyasal dinci iktidar sahipleri “sınırlanamaz” bir iktidar elde edebilmenin bütün araçlarını ellerine geçirerek toplumu devlet eliyle şekillendirebilmenin imkânına kavuşmuşlardır. Dolayısıyla, toplumun, sahip olduğu değerleri iktidara karşı savunmak imkânı, elinden alınmak üzeredir ve hatta alınmıştır.

Siyasal dincilik veya modern dindarlık, dini de toplumun değerlerini de hikmetinden sual olunmaz küllî bir iktidarın emrine amade kılmıştır. Böyle bir ortamda milletin ırkları aşan bir kavram olduğunu, dolayısıyla milli devletin kabile gerilimlerinin ötesinde bir mutabakat olduğunu, kabile ırkçılığının demokrasiye bu yüzden zarar vereceğini, laikliğin, dinin, iktidarın levyesi olmaktan men edilmesi anlamına geldiğini izah etmenin hiçbir önemi ve anlamı kalmamaktadır.

Bir kere “vatan”, “bayrak”, “millet”,” millî egemenlik” kavramlarını yok ettiniz mi, teröristlerle mutabakata varmak gayretlerinin, insanları dolaylı olarak türbana sokmanın, insanlara, iktidara karşı tutumlarına göre muamele etmenin de hiçbir önemi kalmaz. Yüksek yargıyı hükümet seçimlerine müdahalesine açık hale getirmek, ancak gerçek liberal demokrasilerde bir tehlikedir. Yoksa milleti keyfinizce içine tıkabileceğiniz “tramvay” rejimlerinde, sürünün vatmanlığında hangi felakete sürüklendiğinizin hiçbir önemi yoktur.

Siyasal dincilik veya modern dindarlık yukarıda bahsettiğimiz değerleri “tartışmaya açarak” kendi toplumumuzun var olmak sebepleri ortadan kaldırmaktadır ve bu değerlere düşmanlığından dolayı da yaptığından zerrece pişmanlık duymamaktadır.

Modern dindarlık, asla mevcut değerlere bağlı kalarak dinî sembollerin ifade hürriyetini talep etmemektedir. O, mevcut değerleri yok ederek kendi egemenliğini kurmak ve bunu da mevcut demokrasiyi kullanarak yapabilmeyi istemektedir.

Sahip olduğumuz ve milletleşmemizi sürdüren değerlerin korunması, Türkiye’nin melez bir din devletine dönüşmesi ve etnik ırkçılık temelinde ayrışması gibi iki yapışık tehlikenin önüne geçilmesi açısından elzemdir. Bu iki tehlike yapışıktır çünkü ikisi de değerlerimize ve anlam dağarcığımıza düşmandır.

Demokrasinin bir toplum mühendisliği aracı olmadığı, etnik ve dinî sembollerin ifade hürriyetinin sınırlarının olduğu ortaya konmadıkça gerçek bir hukuk devleti haline gelemeyeceğimiz gibi bölünmek tehlikesinden de kurtulamayacağımız artık açıkça anlaşılmalıdır.

22 Ekim 2010 Cuma

Modern Dindarlığın Yol Açtığı Değer Ve Anlam Kaybı I




Nilüfer GÖLE’nin “Modern Mahrem” adlı kitabıyla sebep olduğu en büyük yanılgı, “geleneksele” karşı “yaratılmış yeni bir değerler kümesinden” bahsettiği idi.

Oysa yazarın bahsettiği modernite yeni bir değerler takımına işaret etmiyordu. Yazar sadece “çağdaş” bir dindar tepkiden, refleksten bahsediyor, bu tepkinin değer yargıları ile ilgili içeriğine ışık tutamıyordu. Kitabın, özünde basit bir ankete dayanmasından dolayı, yaşları gereği “modern” olmaları beklenen üniversite öğrencilerinin “ne olmadıklarını anlatan” ama ne olduklarını açıklamakta aciz kalan kitap ile Türk kamuoyu uzun zamandır “modern türban” diye bir hurafenin peşinden gitmekte.

Gözden kaçan bir başka şey “modern türbanın” gelenekseli reddederken aslında “geleneksel” diye ifade edilen şeyin ne olduğuydu. Ayrıca, “geleneksele” Comteçu “akıl dışılık” bir nitelik izafe edilmesiydi... Sözüm ona modern türban ile genç dindarlar, “akıl dışı”/ “hikmet dışı” buldukları geleneği reddediyor, kendi hikmet dağarcıklarına göre yeni bir giyim tarzı icat ediyorlardı.

Buradaki temel yanlışlara göz atmaksızın, “ yeni modernite” diye algılanan “modern dindarlığın” içeriksizliğini ve sebep olduğu tahribatı anlamak imkânsız.

Bir kere şunu açık ve net bir şekilde belirtmeliyiz ki “geleneksel” denerek üzeri örtülen ve geçiştirilmeye çalışılan kültür, Türk kültürüdür. Fars’ların din devletlerinde dahi tamamen reddedemedikleri örf, nasıl iş başında kalmış ve çarşaf dayatmasına rağmen gevşek bir örtünme modeliyle ayakta kalmışsa, Türk kültüründeki örtünme biçimi de “geleneksel” diye nitelenen şekli ile asırlardır kendini devam ettirmişti.

Öyleyse buradaki ret, “geleneksele” karşı değil, “Türk’e” karşıdır. Nitekim “modern” diye nitelenen üniversite türbanlılığının ortaya çıktığı dönemdeki yaygın akımın, İran’ın Müslüman ülkelere pompalamaya çalıştığı, enternasyonalist dinci devrimcilik olduğu hepimizin malûmudur. Nilüfer GÖLE, anket çalışmasıyla sonuçları ortaya koymuş ama sonuçları meydana getiren güdülenmeye ışık tutamamıştır.

Şule Yüksel ŞENLER’in basit bir modadan etkilenerek kendince tasarladığı bir örtünün bir ideolojik sembol halini alması da “Türk’ü reddetmekle” karakterize üçüncü dünya siyasal dinciliğine özenen siyasal dincilik için sözde modern bir dayanak olmuştu.

“Türksüz bir islâm” amacını güden siyasal dinciliğin içinde beliren “geleneğin reddi” tepkisi orta vadede, siyasal İslamcılığın bölünmesine yol açtı.

Bu ayrışma “entelektüel bir kavramsallaştırmaya dayandığı” sanılan siyasal örtünme şeklinin aslında değerli iktisatçı Erdal ERTÜRK’ün “gecekondu muhafazakârlığı” diye ortaya koyduğu “değer uyuşmazlığının” bir sonucuydu.

“Modern” diye tabir edilen ve aslında çağla değil, ortam değişikliğiyle ve bundan kaynaklanan değer çatışmasıyla kendini belli eden örtünme şekli, Türk milletleşmesine, onun dayandığı değerlere karşı İranvari bir devrimci tepkisellik ve Arapvari bir nakilci tutuculukla siyaset sahnesinde boy gösteriyordu.

Modern isyancılar geleneği, “cahiliye dönemi” ile bir tutuyor ve kendilerini “hak yolun” temsilcileri gibi görüyordu ama meselâ Hz. Peygamberin hikmete dayalı yenileştirmeciliğine en ufak şekilde yaklaşamıyorlardı.

Mesela uzun yıllardır Siyasal İslamcılığ’ın toplumu ayrıştırmakta ahlâksızca istismar ettiği Nur Suresi 31. ayetinde bahsedilen örtünme şeklinin ne olduğu ile ilgili hiçbir tartışmayı hoş karşılamıyorlardı. Hikmete dayandığını iddia ettikleri hareketlerine dayanak gösterdikleri bir ayete “muhkem ayet”( tartışılmaz) olarak bakılması gerektiğini iddia ediyorlardı. Buna mukabil, meselâ dedelerinin Kur’an’la yakınlığının hikmet yönünden kendilerinden çok daha fazla olduğu dönemlerde neden Türk toplumunda “Türban” diye bir örtünme şeklinin meydana gelmediğini düşünmeye yanaşmıyorlardı.

Modern mahrem” aslında nesebin reddiydi, Türk olmaktan utanmanın ve Türk olmanın Müslüman olmaya engel olduğuna dair kafalarda yaratılmaya çalışılan devrimci İslamcılığın ve Vahabî köleciliğinin kabul edilmesiydi.

Nitekim ilk dönemlerinde siyasal dinci kesimde yoğun olarak İran siyasal İslâmcılığı’nın marşlarının dinlenmesi modası daha sonra birer göbek havasını andıran Arapça sözlü ilâhilerin dinlenmesi şeklinde epey sulandırıldı. Nitekim günümüzde dinci denebilecek kanallarda tef ile çalıp söylenen tuhaf, sözde ilâhiler, “Müslüman’ın” Arap şeklinde olması gerektiğine dair siyasal İslamcı garabetin bir ifadesidir.

“Modern türban” “Türk olmayan bir şeylerin” arzusunun ifadesiydi ama “Ne olması gerektiğine” dair özgün bir cevap veremiyordu. Çünkü “modern” olarak pazarlanmasına rağmen şehir kökeni olmayan, “modernin” içermesi gereken yenileştirici yorumları yapabilmek gücünden mahrum bir akımdı.

Modern dindarlık “modernitenin” içerdiği tartışma kültürüyle ilgilenmiyor ve bunu da “Demokrasi bir tramvaydır!” diyerek pervasızca ilân edebiliyordu. Kendi haklılığının ilahiyat çerçevesindeki sorgulanmasına dahi tahammül edemiyordu. Türkiye’deki çarpık demokrasi anlayışını istismar ediyor ve haklılığı sorgulanmaksızın sadece “inanmak ve talep etmekten” dolayı “hak sahibi” olmak istiyordu. Bu yöntemiyle meşruiyet testi kavramını baştan reddediyor, kendisi dışındaki herkesi gayri meşru ilân ediyordu. Oysa demokrasi her talebin “hak sayıldığı” bir rejim değildir.

Modern dindarlık önce toplumu “Müslümanlar” (kendileri) ve Müslüman olmayanlar olarak ikiye ayırıyor, sonra, meşruiyeti tartışılma dışı bırakılmış kendi kavramlarını, topluma dayatmanın, “demokratik hakları” olduğunu iddia ediyordu.


(Devam edecek)

20 Ekim 2010 Çarşamba

Modern Dindarlığın Fert Düşmanlığı ve Mutluluk Korkusu



Dinin siyasî bir araç olarak kullanımı çok eski olmakla beraber bir ideoloji haline getirilmesi öyle görünüyor ki sömürge karşıtı sosyalist hareketlerin etkisiyle başlamıştır. Dikkat edilirse batı karşıtlığının kökten geliştiği eski Avrupa sömürgelerinin tamamındaki ideolojik dini hareketler sosyalisttir.

Dinin, siyasetin kaldıracı olarak kullanılmaya başlaması dört halife sonrası dönemdir. Aslında o dönemde bile din adına yapılan haksızlıklar vardır ama ahlâksızlığa din yoluyla meşruiyet kazandırmanın kurumsallaşması Emevî hanedanı ile yerleşmiştir.

Dinin siyasetin kaldıracı olarak kullanılmasının toplum hayatındaki etkisi, dinin toplumdan uzaklaşıp, karar vericilerin eline geçmesi olmuştur. Din artık “sıradan” insanların ilgilenebileceği, üzerinde düşünebileceği bir “mutluluk aracı” değildir. Oysa dinin tanımında “ Dünya ve ahiret mutluluğuna götüren bir yol/araç” olduğundan bahsedilir.

Dolayısıyla herhangi bir konunun dindeki yeri gibi sorular artık Müslüman ferdin aklının dışına taşınmış, bu tür sorulara cevap verme “makamları” / otoriteleri oluşturularak bir din profesyonelliği, daha açık söyleyecek olursa ruhbanlık sınıfı geliştirilmiştir. Hiç kimse İslam âleminde ruhbanlığın olmadığını iddia edemez. İran’da devleti yöneten mollalar, Arap ülkelerindeki tartışılmaz din profesyonelleri veya ülkemizdeki devasa bütçeli Diyanet İşleri Başkanlığı, din konusunda ferdin yok sayılmasının, onun aklının yok sayılmasının ve profesyoneller iktidarının en açık delilleridir.

Tasavvuf, bu profesyonelleşmeye karşı, ferdin “kişisel gelişimine” dinî temelli bir yol çizmesi açısından halk tarafından daha sıcak karşılanmıştır. Buna mukabil, din kaldıracına sımsıkı yapışmış otoritelerce, ferdin kontrolünü zaafa uğrattığı açıkça belli olduğundan, daima tehlikeli bulunmuştur.

Bunun sebebi, tasavvufun, daha bu dünyada, dürüst bir insanın, çevresine olumlu tesiri ile “mutlu olmasını” sağlayacak “kişisel gelişim” araçları sağlamasıdır. Tasavvufun temelinde kişinin ferdi iradesi ile iyilik yapması ve doğruluğun tabiatı hakkında sürekli ferdî bir farkındalık yaşaması vardır. Bundan dolayıdır ki resmî din kurumları, iktidarların ahlâksızlıklarını sürekli meşrulaştırmaya çalışırken onları eleştirenler hep tasavvuf erleri olmuşlardır.

Tasavvuf kurumu zamanla zayıflamıştır. Tasavvuf kurumunun yerine geçen dinî kurumlar ise onun yetkinliğine ve insana saygısına sahip olamamıştır.

Tasavvuf kurumunun boşluğu modern bir yapılanma olan dinî cemaatlerle doldurulmuştur.

Cemaatlerin tarikatlardan farkı, bunların üyelerini her şart ve şekil ile tektipleştirmeye çalışmasıdır. Tarikatlerde kişinin kendi mezhebine ve meşrebine göre yürütülen bireysel eğitim çalışmasının yerini cemaatlerde “ büyüklerin” idare ve dikte ettiği, aynılaştırıcı bir “ehlileştirme” gayreti almıştır.

Burada kaybedilen ve kaybedildiği de bir türlü anlaşılamayan şey, “ferdin mutluluğudur”.

Neden böyledir?
Tasavvuf kurumunda, gaybın farkına varmak, ilâhî güzellikte erimek ancak ve yalnız ferdin kendi gayreti v iradesi ile mümkündür. Mürşit yalnızca ona yol gösterir. O yüzdendir ki tasavvufta, “ Sufiler, Hakk’ın varlığında eriyerek en yüce zevke ulaşmıştır ki gene de kendi nefislerini düşünmüşlerdir” denmiştir.

“Ölmeden önce ölmenin” maksadı dahi doğru yol üzerinde teslimiyet ile Hakk’ın varlığıyla bu dünyada bir olabilmeye yaklaşabilmek ve nihaî mutluluğa daha bu dünyada erişmeye çalışmaktır.

Oysa cemaatlerde bu tip bir terbiye yoktur. Cemaatler, size herhangi bir “ferdî”mutluluk vaat etmez. Buna mukabil, sizde, ahirette alacaklı olmak yanılgısı yaratırlar. Cemaatlere göre din, her an gözetilmezse derhal zarar görecek, iman da her an kaybediliverecek bir şeydir. Bu yüzden sık sık bir araya gelinerek, “ağabeylerin” gözetiminde cemaat üyeleri birbirlerine kim olduklarını hatırlatmalıdırlar. Bunun, cemaat üyesini mutlu edip etmediğine bakılmaz. “Hizmetin” kişinin mutluluğunda bir yeri olup olmadığı da önemsizdir.

Kişi sadece cemaat otoritesinin kendisine biçtiği vazifeyi yapması kadar değerlidir.

Modern cemaatlerin bu tutumları aslında, Emevi siyasal dinciliğinin topluma yayılmasından başka bir şey değildir.

Bunun en basit dayanağı şudur: Tasavvuf ehli, iktidarların işleri hakkında daima sorgulayıcı olmuşken günümüzün cemaatleri iktidarları, “her en surette olursa olsun kullanılacak” birer güç merkezi olarak görmektedir.

Cemaatlerin nihaî amacı, toplumu kendilerine benzer bir büyük cemaat haline getirmektir. Burada konuyu dağıtmak pahasına bir şeyi belirtmeliyiz ki birer toplumsal yapı olarak bütün cemaatler aynı güdülerle hareket eder. Sosyalistlerin büyük ölçüde dinsiz olmaları, meselâ dini cemaatlerle aynı saiklere sahip oldukları gerçeğini değiştirmez.

Ama bunun bir bedeli vardır ve o bedel ferde ödetilmektedir: Mutluluktan feragat!

Oysa mutluluğu arayabilmek, hatayı da yapabilmek, yanlış karar verebilmek durumudur aynı zamanda.


Bu dünyada kişiye, mensubiyet duygusunun bulanık güvencesinden başkasını vaat edemeyen cemaat dinciliği veya günümüz modern dindarlığı, mutluluğu, “cemaatin (onlara göre dinin) emirlerine uyulduğu takdire öteki tarafta edinilmesi garanti” bir tür mal varlığı gibi sunmaktadırlar.

Kişiyi bu dünyada mutluluğu aramaktan vazgeçirmek için de dünyayı ( masivayı) alabildiğine kötülemekte, bu dünyayı “yaşanmadan atlanması gereken” bir durak olarak göstermeye çalışmaktadırlar. “Ölmeden önce ölmek” fikrinin sıradan ve bayağı yorumlarının cemaatlere ait olması bu yüzdendir.

Çünkü kişinin bu dünyada mutluluğu araması, kendi aklınca bu dünyayı yorumlaması, kısacası kendi başına var olması demektir. “İmamı olmayanın imanı olmaz!” hurafesinin anlamı ise kişinin “kendisi olmaktan vazgeçmesi gerektiğidir.”

Meselâ başörtüsünün siyasi bir konu haline getirilmesinin sebebi, baş örtmek isteyenlerin bundan duyacağı kişisel mutluluk falan değildir. Siyasi başörtüsü konusu, kadınların varlığının bu dünyada erkek egemenliğinden uzak tutulmasını sağlamak, örtünmek fiili hakkındaki ferdî akıl yürütmeleri engelleyerek bu konuda bir profesyoneller ve cemaatler egemenliği yaratmaktır. Gayet çarpıcı bir tezatla resmen bir din devleti olan İran’da dahi baş örtmenin çok daha serbest şekilleri varken “gayrı resmi” bir din devleti haline, seçimler vasıtasıyla yavaş yavaş getirilen Türkiye’de örtünme şekilleri çok daha tutucudur.

Bu dünyada bu şekilde örtünecek kadınların Cennet'e vasıl olduklarında nasıl giyineceklerine dair ise hiçbir açıklama yoktur. Çünkü “mutluluğun” ertelenmiş bir yeri olan cennet'te dahi tasvirine hiçbir şekilde yaklaşmamak modern dindarlığın en çok dikkat ettiği şeydir.

“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” hadisi mesela modern dindarlığın en az hatırladığı hatta mümkün olduğunca telaffuz etmekten kaçındığı bir hadistir. Buna mukabil, modern dindarlık cemaatleşemeye zemin hazırlayıcı, tektipleştirici her tülü hadis rivayetinden alabildiğine istifade etmektedir.

“Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” hadisi, bu dünyada mutluluğun yolunu gösteren sözlerden biridir. Bu, mutluluğun topraktan çıkan, bulunan, “hazır” bir şey olmadığını, onun ancak ferdi emek ve karşılıklı etkileşimle elde edileceğini anlatan çok önemli bir ifadedir.

Oysa cemaat halindeki modern dindarlar için bu hadis açıkça anlamsızdır ve kamuda kendini her geçen gün daha da belli eden modern dindar kadrolaşma ve tavırlarda bu hadisle hiç bağdaşmayan sayısız örneği karşımızda bulmaktayız.

Şüphesiz bazen siyasi dinci vekillerin ağızlarından kaçan, geçmişe dönük “intikam” arzularının bu tavırlarda etkisi olabilir. Ama bu tavırların temelinde yatan şey, mutluluk duygusundan bihaber olmaktır.

Çünkü bir işi yapmanın amacının, sadece o işin yapılması olduğuna dair cemaat tarafından kafamıza kakılan o despotik bilinç için artık “Allah rızasının” yerini cemaatin rızası almıştır.

Cemaat için “mutluluk” bu dünyada tadıldığı takdirde bizi doğruca cehenneme yollayacak bir zevk ve şehvet kaynağıdır. Öyleyse bu dünyada “Allah rızası” için yapılacak işlerin içinde mutluluktan bir eser bulunması düşünülemez! İşin kötüsü şudur ki bu çarpık anlayışla kendilerini, ailelerini ve çevrelerini alabildiğine mutsuz eden insanlar, Cennet'i, Allah’tan bir alacak olarak talep edebileceklerini sanmaktadırlar.








16 Ekim 2010 Cumartesi

Söz İnsanlıktır






Diyelim ki annenize sigaranın zararlarından bahsediyor ve bunu içmenin akılsızlık olduğunu söylüyorsunuz.

Anneniz sigara içmeyen biri ise bu sözlerinize çok seviniyor, sizi şapır şupur öpüyor…

Eğer anneniz sigara içiyorsa haddinizi bilmeniz konusunda sizi adamakıllı paylıyor… Aklınızı kendinize saklamanızı söylüyor.

Şu var ki her ikisi de sizin sigara içmediğinize dair bir kanaate varıyor

İyi ama neden?

Aslında siz sigaranın zararlarından bahsederken kendi alışkanlıklarınızın ne olduğunu söylemiyorsunuz ki… Annenizin işittikleri sadece ağzınızdan çıkan bazı kelimeler… Bu kelimelerin herhangi, bir şeyi gerektirmesini beklemek akılcı mıdır?

Eğer siz sigara aleyhinde bu kadar konuşup da sigara içerseniz en azından ayıplanırsınız, değil mi?

Veya en azından sigara içmenin, önüne geçilmesi çok zor bir tür bağımlılık olduğu ve sizin de iradesizliğinizden dolayı bu alışkanlığı sürdürdüğünüze dair bir mazeret beyan etmeniz beklenir.

Dikkat edilirse ağzımızdan çıkan sözlerin her biri bizi içinde yaşadığımız toplumla mutlak şekilde bağlıyor. Bunun en güzel ifadesi “Sözüm, senettir.” cümlesidir.

Neden?

Çünkü başka türlü, ileriye dair bir tahmin ve beklenti geliştirmemiz, bir bilgi edinmemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü aksi takdirde, isteklerimizi karşılamanın yolunu ve yordamını kaybedeceğizdir

Ortada henüz hiçbir satış yokken bir üreticinin kâr etsin veya etmesin, işçilerinin ücretlerini ödemesi gerekliliği de bundandır. Çünkü üretici, işçilerine, üretiminden elde edeceği kârın beklentisini sunarak onların emeklerini satın almıştır. Eğer bu beklenti gerçekleşmezse üreticinin vaadi boşa çıkar.

Sözleşmeler, karşılıklı beklentilerin yazıya geçirilmiş halleridir.

Ne gariptir ki meselâ sosyalistler, işçilerle işveren arasındaki sözleşmelerin ahlâkîliği üzerinde ısrarla dururken, mülkiyet kavramını, uçucu ve bağlayıcı olmayan basit bir söz saymakta beis görmezler.

Oysa üzerinde pazarlık yapılan her şeyin, mübadele edilen her malın üzerinde uygulanan işlemler meselâ “mülkiyet” kelimesine dayanır. Eğer bunun sadece şarta bağlı, anlamsız bir ses yığınından ibaret olduğunu düşünüyorsanız, bu kelimeyi sözlükten silmeniz halinde, onun ifade ettiği kavramın yok olup olmayacağını düşünmelisiniz.

Sovyetler tecrübesi, toplumumuzun temeli olan kavramların devletçe yeniden inşa edilebileceği beklentisiyle çalıştırılmış bir toplum mühendisliği laboratuarının insanlık dışı örnekleriyle doludur.

Bir çocuktan, ailesinden daha çok partiye bağlılık göstermesinin istenmesinin ve bunun dayatılmasının yarattığı kaos hâlâ unutulmamıştır.

Bu deney, Marx’ın “sınıf bilinci” saçmalığının hayata geçirilmesi gayretinden başka bir şey değildi.

Marx kendince bir takım sözler etmişti, ve bir takım insanlar bu sözlerden bir takım beklentiler geliştirmiş ve bu beklentilerine ulaşmak için her yolu denemişti.

Sözleri, “sınıfın kendi bilincine göre sarf edilmiş, bağlayıcılığı olmayan, görece ifadeler” şeklinde algılamayı yöntem sayan sosyalistler, iş Marx’a gelince “mülkiyet”, “üretim araçları” gibi kelimeleri aynen Marx’ın dikte ettiği şekilde kullanıyor ve buna dayalı bir bağlamda, kolektif bir beklenti dağarcığı yaratmaya çalışıyordu.

Oysa durum böyle olmadı. Sözlere “sınıfın” emrettiği anlamlar yüklenemiyor, beklentiler, proleter diktatörlüğünün emriyle şekillenemiyordu. Çünkü meselâ “mülkiyet” kelimesini ne kadar kötülerseniz kötüleyin, bireylerin “kendilerine ait olandan” vazgeçmeleri mümkün olmuyordu. Bunun yanında insanlara benimsemedikleri, rıza göstermedikleri hiçbir “paylaşımı” hoş gösteremiyor, benimsetemiyordunuz.

“Kardeşlik”, “barış” ve “özgürlük” kelimeleri silâhların namlusuyla anlamlarını değiştiriverebileceğimiz ses yığınları değildi. İnsanların ellerindekini alıp başkalarına dağıtmakla insanlarda kardeşlik hissiniz yaratamıyor, devlet eliyle besleyerek ve okutarak ve onlara kanalizasyonlar, metrolar yaparak “özgür” olduklarını düşündüremiyordunuz. Veya herkesi her an öldürebilecek büyük bir gücün varlığında, o gücün keyfî kabullerine göre neyi suç sayıp neyi saçmayacağını bilememenin korkusuyla hareketsiz kalmanın “barış” olmadığını insanların anlamasını da önleyemiyordunuz.

O halde kelimelerin anlamlarını yapılanlardan yola çıkarak ifade etmiyorduk. Aksine, yapılanların, yani halin, ideale yakın olup olmadığına bakıyorduk. Esas olan anlamdı. Hiç kimse Sovyetler tecrübesinin korkunçluğuna bakarak özgürlük ve barış kelimelerinden vazgeçmedi ama o tecrübenin, bu kelimelerin anlamlarıyla uyuşmazlığına bakarak, o dönemi ahlâki olarak yargıladı, yargılamaya devam ediyor.

Bu yüzdendir ki günümüzde etnik ırkçılar, onların yardakçısı, vatansızlıkta birleşen nevzuhur liberaller, sosyalistler ve dinciler sürekli kelimelerin anlamlarını çarpıtmaya çalışıyor.

Bu yüzdendir ki siyasetin, sosyolojinin, tarihin ve hukukun terimlerinin yukarıdaki kesimlere istismarına engel olmalı, kelimelerin anlamları üzerine gerilen perdeleri yırtmalı ve hakikati korkmadan söylemeliyiz.

Unutmamalıyız ki “anlam” sadece insanda mevcuttur ve anlamı örtmeye çalışanlar ancak insanlık düşmanlarıdır.









12 Ekim 2010 Salı

Ütopyacı Liberallerin Yıkıcılığı





Dünyada iki temel ideolojinin var olduğunu söyleyebiliriz: Sosyalizm ve liberalizm.
“İdeoloji” yanılgısıyla ortaya atılacak her düşünce veya plan, otoriterime veya hukuka yakınlığına göre bu iki ideoloji arasında bir yerde yer alacaktır.
Meselâ yıllarca Nazileri “sağcı” sayan zihniyetin, NAZİ kısaltmasında bir “sosyalizm” ibaresi geçtiğini bilmemeleri veya görmezden gelmeleri manidardır. “Sağcı” sayılan Mussolini,bir Marksist olduğunu ifade etmiştir.


Bunun yanı sıra piyasanın görünürde en rahat işlediği ABD’nin uygulamalarının pratikteki yeri de sorgulanmamıştır. ABD Locke’tan mülhem liberal ilkeler üzerine kurulmuş ve fakat bu ilkelerden bilhassa tadilatlar ile uzaklaşmış bir ülkedir.
O halde… “Olması gereken” ve “yapılan” arasındaki farka sürekli dikkat etmemiz, sağlıklı bir politika geliştirebilmemiz açısından elzemdir.
Ülkemizde 1995’ten bu yana liberalizm çeşitli tercümelerle tanıtılmaktadır.

Bu çevirilerde dikkat ettiğimiz önemli ortak özellik şudur: Liberal düşünürler, toplumu “yeniden inşa” edilecek bir yapı olarak görmemektedirler! Liberal düşünürler (ki Rawls’un liberal sayılmasındaki ısrarı anlamak mümkün değildir ve dahi Mill’in… Çünkü bu düşünürler kendi düşüncelerinin içinde topluma müdahaleyi barındırmaktadır ve bu da bahsettikleri azıcık “hürriyet” kavramını da zaten yerle bir etmektedir.) toplumun “tadilatından” bahsederler. Bunu da ancak yeni, karşılaşılmamış sorunların çözümünü önerirken dile getirirler. Bu da “henüz keşfedilmemiş” ancak varlıkları, kendilerine uyulduğu içn “sezilebilen” kuralların keşfedilmesi ile mümkündür.

Popper “Açık Toplum Ve Düşmanları” adlı eserinde(1) Hayek’in “kurucu rasyonalizm”(2) diye nitelendirdiği ütopyacılığın gerçeklerden uzaklığına dikkat çeker.
O halde düşünmemiz gereken şey şudur: Gerçek nedir?


Gerçek , “Kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir”.

İşte sosyalizmin en büyük iddiası, “gerçekleri” ortaya koyduğunu söylemesidir.
Marx ütopist olmadığına dair bütün iddialarına rağmen bütün yazdıklarıyla ütopyaya giden yolu açmıştır ve Lenin de bu ütopyanın yol inşaatına akla gelebilecek her türlü ahlâksızlıkla müteahhitlik yapmıştır. Bir avuç bolşeviğin, Rus milletinin kaderine hükmetmesi, Lenin’in Marx’tan devraldığı çarpıtılmış otoriteryen diyalektik mantıkla ahlâkı yıpratabilmesi sayesinde olmuştur.


O halde ortaya kabaca şu manzara çıkıyor.
Esasen sosyalizmle, liberalizm arasındaki gel-gitler ütopyacılıkla keşifçilik arasındaki gel-gitlerdir.
Bugün ülkemizdeki liberalizmin temel problemi, liberallerin bu iki nokta arasında ütopyacılığa yakın durmalarıdır.


Bunun da sebebi, liberal camianın bir geleneği olmamasından dolayı, düşünce zümresinin çok kısa süre içinde eski Marksistlerce doldurulmuş olmasıdır. Bunun sonucunda liberal camia, tercüme ettiği düşünürlerin fikirlerini tahlil edemeden, sindiremeden Marksist ütopyacılığın söylemlerinin etkisi altına girmiştir. Bugün basın yayında “liberal” etiketiyle yazıp çizen ve fakat geçmişlerinde bu fikirden zerrece haberi olmayan yazarların tamamının Marksist kökenli olması tesadüf değildir.


Bu durum liberal düşüncenin durmasına yol açmıştır. Liberaller artık mevcut durumu, “gerçeğe” yakın şekilde tahlil etmek yerine, Marksist toplum mühendisliği ütopyalarına göre şekillendirmek arzusuna düşmüşlerdir. Nitekim, meselâ ülkemiz gerçekleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir “federalizm” hayalini” mütemadiyen savunmaları, bir “yeniden inşa etmek” şehvetinin ifadesidir.


Liberaller, liberalizmin temelindeki ciddi ve derin “keşfetme”, “anlamak” ve en önemlisi “zarar vermemek” ilkelerinden uzak düşüp Marksizm’in ve daha ziyade Leninizm’in “eylemci” kestirmeciliğine saplanmışlardır.


Bu yüzden de üzerinde konuşulan kavramların anlamlarını tartışmak yerine “mevcut verileri” gerçek yerine koyarak konuşmayı adet haline getirmişlerdir.
Bu tutum, “mevcut verilerin” meydana geliş şeklini hiç düşünmemenin bir sonucudur. Ülkemiz için “mevcut toplumsal veriler”, inanların bir takım tercihlerinin sonucu meydana gelmişlerdir.(3) Ülkemizin liberalleri, tercihlerin sonuçlarını görmezden gelerek hem toplumsal düzenin “kendiliğindenliği” hem “ adil davranış kurallarının oluşumu” ve en önemlisi bireysel özgürlükle ilgili her şeyi göz ardı ettiklerini görememektedirler.




Yani liberallerin “mevcut olana”, “hale” dayanan gerçeklik algısı, “anlamdan ve bağlamdan” uzak bir illüzyon bağımlılığıdır ki bunun da sebebi, ütopyacılığın sebep olduğu zihinsel uyuşmadır.
Ütopyacılık bize iki şeyi sürekli söyler. “Başkası mümkün” ve “Hemen şimdi!”
Bugün liberaller, oluşumu bin yılları bulan bir toplumsal yapı ve bu yapıya göre şekillenmiş devlet yapısından gayrisinin mümkün olabileceğini ve bunun hemen yapılabileceğini savunurken “keşifçilikten” ne kadar uzak düştüklerini işte bu zihnî uyuşma yüzünden görememektedirler.
“Gerçekten” uzak düştüğünüzde, yerçekiminden kurtulmuş olmazsınız.


Liberal düşünürlerin keşifçiliği seçmelerinin sebebi budur: Toplumla ilgili tasavvurlarda, toplumu bir arada tutan “yerçekimi” yani kurallar ve kurumlar göz ardı edilemez! Burada “kurumun” sadece bürokratik anlamda kullanılmadığını söylememiz gerekmektedir. Kurumlar, kurallara göre şekillenmiş “ortak işleyişlerdir”.
Bu açıdan mevcut liberal söylemlere baktığımızda, bu söylemlerin bizi götürdüğü hedeflerin neler olduğu ortaya çıkmaktadır.


Ütopyacı Marksizm’le ifsat edilmiş liberallerimiz, “serbest ticaret” düşüncesini bir tür “ dünya hükümeti” ideali için gerekli görmektedir. Serbest ticaretin meydana gelmesi için her devletin uyması gereken “büyük ve tartışılmaz evrensel kanunların yaratılması” düşüncesi baştan aşağı ütopyacıdır. Oysa uluslar arası serbest ticaretin gerçekleşmesi için devletlerin piyasaya müdahalelerinin azaltılması dışında “pozitif” (âmir) hiçbir etkiye gerek yoktur. Nitekim serbest ticaretin sağlanması için kurulmuş Avrupa Ekonomik Topluluğunun gayet ironik şekilde bir bürokratik birlik haline getirilmeye başlanması ile birlikte birlik ülkeleri arasında ciddi hoşnutsuzluklar meydana gelmiştir. Bu durum Avrupa milletleri arasında “millî egemenliklerin ilgası” gibi algılanmaya başlamıştır. Buna en trajikomik örnek Polonya’nın birliğe girdikten sonra yaptığı “Demirperde” benzetmesidir.


Oysa hiçbir liberal düşünür “egemen milletlerin” varlığını tartışmaya açmamış, milletleşmeye itiraz etmemiştir. Çünkü mevcut haldeki egemen milletlerin uzun zamana dayalı, bireysel tercihlerin sonucu olarak kendiliğinden gelişmiş yapılar olduğunu inkâr etmemişlerdir. Mises “Dünya Hükümeti” fikrine esas teşkil eden “evrenselcilik” anlayışının yanlışlığını (4)ortaya koymuştur.


Türk liberallerinin keşifçilikten uzaklaşması, onları Marksist kökenli etnik ırkçılarla aynı safta buluşmaya itmiştir. Böylece büyük ve tarihî bir gerçeklik olarak yani sebep sonuç bağlamının bir ürünü olan “millet” kavramını, mevcut durumdaki etnik hoşnutsuzluk, geçimsizlik ve ırkçılık siyasetinin “gerçekliğine” saplanarak reddeder hale gelmişlerdir.


Ülkemiz için liberalizm değil ama, liberalizmin felsefesinden uzak düşmüş liberaller şu an en büyük tehlikedir. Çünkü onlar, gerçeklik hakkındaki Marksist çarpıtmayı ayırt edememekte “Başkası mümkün” hayalciliğiyle korunması gerekeni yıkmaya, “Hemen şimdi” histerisiyle de aklı sakatlayarak eylemciliğe geçmeye çalışmaktadırlar. İçeriksiz ve “acilci” eylemciliği ile öne çıkan “Genç Siviller” saçmalığı bunun en berbat örneklerindendir.


Ülkemizde maalesef liberaller “haklar” kavramını, tam da “kolektivist” bir yaklaşımla “talep” ekseninde değerlendirmekte ve bir talepte bulunan kişi sayısına göre o talebin hak sayılması gerektiği kanaatinin, sosyalistlerden ve Marksist etnik ırkçı Kürt le birlikte savunmaktadırlar. Keza aynı şekilde demokrasiyi de “ sayısal grupların ayrı ayrı birer kanun yapabilmek” hakkı olarak etnik ırkçılarla beraber anlamlandırmaları demokrasiyi bölünmenin bir aracı haline getirmektedir.

Liberaller bugün anlayamadıkları “haklar” ve “demokrasi” kavramlarının, etnik ırkçı Kürtçülerce istismarına payandalık etmekte ve bunun sonucunda “ırkçı/ otarşik” bir sosyalist bürokratik yapının oluşumuna zemin hazırlamaktadırlar.


Bu zemin, toplumun “ırklar” temelinde ayrışmasına, “somut benzerlikler” dışında bir beraberlik ölçüsünün bir daha tesis edilememesine yol açacaktır. Bu, “kurallar etrafında beraber olmak” halinin sonsuza kadar ortadan kalkması demektir ki toplumu, en küçük benzerlik birimlerine kadar parçalamaya götürür. Bu durum, insan beraberliğinin kurala dayalı olmak durumunun “soyut” halinin aşınması, tahrip olması demektir ki bir çeşit somut “hayvanlaşamaya” doğru gidişi işaret eder. Bu insanlığın yıkılışı anlamına gelir.
“Anlamak”, “keşfetmek” ve “zarar vermemek” ilkeleri, liberalizmin müdahalesizlik ilkesinin temelleridir.

Ülkemiz liberallerinin felsefesizliğine ve nevzuhur komünist eskisi liberallerin bilinçli istismarına karşı liberal ilkelerin doğru ve eksiksiz anlaşılması için mücadele etmek her şeyden önce bir ahlâkî zarurettir.

1) Açık Toplum Ve Düşmanları: 110

2) Kanun, yasama Faaliyeti Ve Özgürlük: 38
3) İnsan Eylemi: 168
4) a.g.e 144

4 Ekim 2010 Pazartesi

Usul Yeterince Gözetiliyor mu?


Ergenekon davası başladığından bu yana bir tuhaflık her tarafımızı kuşatır oldu. Bazılarımız ona "korku imparatorluğu" diyor.

Kendi hakkındaki iddianameye cevap veren genç teğmenimiz iddianamenin boş olduğundan bahsediyor ki işte iş burada düğümleniyor sanki?

Şüphesiz savcıların görevi "iddianame" hazırlamaktır... Mesele şu: "Canım biz iddianameyi hazırlayalım, gerisi nasıl olsa gelir.." mi denmektedir? Neden böyle düşünüyorum? Çünkü üç yıldır içeride tutulan sanıklar var ve hepsi aynı şeyi söylüyor:" Neyle suçlandığımızı bilmiyoruz, anlayamadık!"

Diyelim ki savcılar "keyfi" iddianameler hazırladılar... Dikkat! Sadece farz ediyoruz! Mahkeme heyeti, hazırlanan iddianamenin usulüne ve içeriğine bakmaz mı? Meselâ bir sanık hakkında beşyüz sayfalık iddianame olabilir mi?

Böyle bir şey hâkimin önüne geldiğinde "Sayın savcı, beşyüz sayfalık suç işlemeye ömür yetmez, sadece sanığın yargılanmasını istediğiniz suçları yazın." demesi gerekir mi, gerekmez mi?

Bundan öte... Şüphesiz ceza davalarında dava süresince dosyaya her yeni delil eklenir. İyi ama meselâ delillerden bazılarının geçersizliği söz konusu olursa dava esnasında o delile dayanan iddialaırn geçersiz olup olmadığını tespit etmek de mahkeme heyetinin yetkisinde midir, değil midir?

Veya... Mahkeme heyeti suçlamayla ilgili her delili anında değerlendirirken suçlamaya itirazların geçerlililğini de anında değerlendirmez mi? Sanık bir delilin ve buna bağlı iddianın geçersizliğini o anda gösterirse, iddianamenin ilgili bölümü artık yargılama dışı bırakılır mı, bırakılmaz mı?

Savcıların dava açmalarıyla ilgili bir usul rejimi yok mudur?
Bunu sormamın sebebi şudur: Yarın birgün, bir şekilde iktidar olan herhangi bir parti, hâkim ve savcı atamalarında yetkiyi ele geçirir de ( Hangi parti olursa olsun) yargı içinde kadrolaşır ise savcıların iktidarın canını sıkan herkesi dava etmesini engelleyecek bir usul mekanizması yok mudur? Hâkimler her iddiayı "dava konusu" saymak zorunda mıdır? Bir davanın açılmasıyla ilgili olan nihaî kişi hâkim ise davanın açılma gerekçesi ve suçların niteliği, delillerin konuyla ilgisinin olup olmadığı gibi konuların daha en başta incelenmesi gerekmez mi?

Eğer böyle olmuyorsa o vakit "yargının yükü" diye ağlamamız beyhudedir. Çünkü her iddianın dava haline gelmesinin en başta sanıklarla ilgili muazzam bir maliyeti var.

Bir kere bir insanın "sanık" haline gelmesi bile onun itibarına gölge düşürmektedir. Basınımızda bilhassa sol egemen popüler kanallarımızda ve gazetelerde, ideolojik karalama mekanizması olarak mahkûm olmamış insanların "falanca davanın sanığı" diye anılması ahlâksızlığı hâlâ sürmekte...

Aksi takdirde günlük hayatımız içinde en sıradan davranışlarımızın bile herhangi bir dava konusu olup olmayacağını, bundan dolayı suçlanıp suçlanmayacağımızı düşünerek yaşamak zorunda kalacağızıdr.

Umulur ki sırf bu korkuyu taşımamak için tek tip fertlerden oluşmuş koskoca bir kapalı toplum haline gelmeye razı olmayalım....

2 Ekim 2010 Cumartesi

Mevcut Etnikçi Siyaset Ve Nefret Suçu




Nefret suçu: “ Bir kişiye veya gruba karşı ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi önyargı doğurabilecek nedenlerden ötürü işlenen, genellikle şiddet içeren suçlar” şeklinde tanımlanmış.

Dikkat edilirse “suçun kim tarafından işlenildiğine dair” herhangi bir hüküm yok ki bu da kuralın “herkes için ve her zaman” geçerli olması bakımından elzemdir.


Nefret suçu, özellikle ABD’deki ırkçı nefret merkezli geliştirilmiş bir kavram. Bundan dolayı zımnen “azlıklara yönelik” bir suç olarak düşünülüyor.



Oysa suç tanımında suçu işleyenin azılıktan mı, çoğunluktan mı olduğuna dair herhangi bir şart ifadesi bulunmuyor. Dolayısıyla mesela Afrika kökenli bir Amerikalının da diğer ırklara veya topluluklara yönelik olarak bu suçu işlemesi mümkün…

Türkiye’de bu kavramı, enternasyonalist bir takım liberaller etnik ırkçılığa bir tür payanda olarak telaffuz eder oldu.

Nefret suçu Türkiye’de etnik ırkçılığın ve onun payandası bir takım liberallerin mırıldandığı gibi yaygın bir sorun mudur?

Eğer böyle bir durum var ise meselâ memleketimizde Kürt kökenli Türk vatandaşlarına karşı yaygın bir nefret, aşağılama, şiddet veya taciz söz konusu olmalı.
Kestirmeden söyleyecek olursak; etnik teröre nefretin zirveye çıktığı, acıların en fazla hissedildiği şehir cenazelerinde dahi sarf edilen hiçbir sloganda Kürt kardeşlerimize yönelik en ufak bir nefret ifadesine rastlamıyoruz.

Nitekim sözde siyasetçi etnik Kürtçülerin giriştiği tahriklerin göbeğinde bile halkımız nefretlerini Kürtlere değil PKK’ya yönelik olduğunu pankartlarla sık sık gösterdi.

Buna mukabil etnik terörün siyasi yardakçılarının ifadelerinde doğrudan doğruya Türk millî yapısının ve devletinin hedef alındığı ve bunlarda duyulan açık nefreti defalarca gördük. “Bombalar savaşın bir parçası!” diyerek Türkiye’de sanki ırk temeline dayanan bir iç savaş varmış da bu yüzden bazı insanların ölebileceği” anlamında bir cümle, “İşgalci TC Kürdistan’dan defol!” gibi bir pankart, “Kürtler hayatınızı cehenneme çevirecek !” gibi bir tehdit ve bunlara benzer sayısız hadsiz cümle asla “nefret suçu” kapsamında değerlendirilmedi.

Üstelik bu suçlara çocuklar da alet edilerek nefretin, sonraki nesillere aktarılmasına da defalarca rastladık.


Görünen o ki nefret suçu, yalnızca geçerli olduğu ülkelerdeki “azınlıklara karşı haksızlıkları” içeriyor.

Nefret, herhangi bir ferdin veya grubun, herhangi bir grubun varlığına, düzenine karşı yönelttiği her türlü şiddet tehdidi, şiddet, nefret ve “reddi” de içerir.



Bir memlekette, vatandaş olan azlıkların haklarının reddi nasıl bir suç ise azlıkları açıkça reddetmeyen ve onları da çokluğun sahip olduğu haklardan yararlandırıp aynı sorumluluklarla sınırlandıran bir egemen topluma karşı red, inkâr , tehdit, şiddet ve şiddeti tahrik, eylemleri de bu suç kapsamına girer.



Bu suçun doğrudan doğruya işlenmesinin yanında, meşru egemenliğe karşı silâhla karşı çıkan, terörü meşru ifade hürriyeti ortamını kısıtlamak için kullanan, amacı belli bir ırksal egemenliğe dayanan örgütlenmelerin eylemlerinin övülmesi, teşvik edilmesi, bu örgütlenmelerin sözcülüğünün yapılması da nefret suçudur.



Türkiye’de etnik ırkçı Kürtçü partilerin temel hedefi, Türklük kimliği içinde kabul edilerek , kendilerine siyasi temsil hakkı tanınmış ve milletin en mahrem mevkilerinde görev almalarında hiçbir sakınca görülmemiş Kürt kökenli Türk vatandaşlarını, ırka dayalı şekilde ayrıştırmaktır. Bu ayrıştırmayı iki koldan yürütmektedirler.



Birincisi hepimizin bildiği şekilde ayrışmayı silâhla Türk Milleti’ne kabul ettirmeye çalışmak…
İkincisi de etnik terörü Kürt topluluğuna yayıp hem teröre meşruiyet kazandırmak hem de daha alçakça bir şekilde teröre duyulan nefretin, Kürt kökenli yurttaşlarımıza yönelmesini sağlamak için tahriklere girişmek.



Etnik ırkçı Kürtçü siyasetçiler ikinci maddeyi gerçekleştirmek içindir ki bu gün arkalarına liberalleri almaya çalışmaktadırlar. Liberallerimizdeki yaygın enternasyonalist vatansızlıkları ve değer yoksunlukları da bu oyunlara rahatlıkla alet edilmelerine sebep olmaktadır.



Özellikle ikinci sebepten dolayıdır ki artık “etnik temele dayanan söylemlerin” siyaset sahasına çıkması yasaklanmalıdır. Çünkü etnik ırkçı Kürtçü sözde siyasetçiler artık açık bir şekilde de ( başbakana edilen aleni küfür gibi) nefretlerini göstermektedirler. Onlar kendi nefretlerinin meşru olduğunu ve bu nefretin ancak kendi isteklerinin kayıtsız şartsız kabul edilmesiyle “ geçici olarak durdurulabileceğini” hemen her beyanlarında dile getirmektedirler.



Etnik terörün her propagandasına kullanılan “Kürt Halkı” gibi ifadeler, bir memleketin meşru vatandaşlarını terör ve vatana ihanet suçlarının ortaklığıyla itham etmek ve bu ortaklıkla o insanlara karşı nefret oluşturmak gayretinden dolayı açıkça suçtur!
Bir eylemin kanuna dayanmaksızın suç sayılamayacağına dair kabul son derece eksik anlaşılmaktadır.



Meselâ “vatana ihanet” ile ilgili kanunun ilgası “vatana ihanet” suçunu ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü hepimizin millî egemenliğe dayalı olarak üzerinde yaşadığımız ve ferdiyetimizin de içinde taşıdığı manevi bir değer olarak “vatan” hâlâ mevcuttur. Bu durumda henüz ifade edilmemiş, kodifiye edilmemiş, yazılmamış yeni bir suç türünün ortaya çıkması halinde, yasama kararı beklenmeksizin, suçun, hangi temel hakkın ihlaliyle ilgili olduğuna dair mahkeme kararı gecikmeden verilebilmelidir.



Kaldı ki etnik ırkçı Kürtçü siyasetçiler sadece nefret suçunu değil, yıllardır “vatana ihanet “suçunu yüzlerce kez işlemişlerdir.



Bu sebepten, “nefret suçu” yasama ile tanımlanmamış bile olsa, herhangi bir milletin millî egemenliğine yönelik açık nefret, red, inkâr, şiddet ve şiddet tehdidi mevcutsa bu eylemlerin suç olmak niteliği muallakta bırakılamaz.



Tekrar etmemiz gerekirse, etnikçi siyasetin, toplumsal nefret yoluyla ayrışma ve şiddet tehdidi metoduna yakınlık gibi iki büyük kriterden mutlaka biriyle beslendiği ortada olduğundan , etnik temelli söylemlerin siyaset sahasından çıkarılması, yasaklanması acilen gerekmektedir.

Eşitlik İdeali Ve Milletleşme III


2. Bölümden devam....


İşte bu noktada, insanlar eş-dost, hısım-akraba olmadıkları, bambaşka kanları taşıyan, başka kültürlerden insanlarla ilk defa bir araya geliyor ve o güne kadara yaşadıklarından çok daha ileri bir beraberliğe imza atıyorlardı: Devletleşmeye…

Peki buna neden razı oluyorlardı. Neden kabilelerinin “egemenlik” hakkından vazgeçerek, işleri kendi kabilelerinden olmayanlarla beraber bir “kayyuma” götürüyorlardı?
Bunun sebebi, “kuralın”, kavrayıcılığı ve cevap verebilmek yeteneği idi.


Şunu da gözden kaçırmamalıydık ki bu birleşmelerde her kavim aynı kültürel cevaplama kabiliyetine sahip değildi. Her kavmin kültürü beraberlikte yerini alıyor ama bir kültür ki o kültür beraberliğin omurgasını teşkil eden kavmin kültürü oluyordu, cevaplama kabiliyetinden dolayı bir ağırlık merkezi teşkil ediyor ve diğer “küçük kültürleri” kendine çekiyor ve beraberliğin tonunu belirliyordu.
Böyle olmak zorunda mıdır?


Eğer bir kere beraber olmak iradesi sağlanmışsa böyle olmak zorundadır. Çünkü zaten “emniyet sağlayıcı tekel” ihtiyacı başlı başına bir karara verici makam ihtiyacının kendisidir. O makam zorla dahi sağlanmış olsa muhakkak “kanunlarıyla” düzen oluşturmak ve kendini meşrulaştırmak zorunda kalmıştır.


İşte bu noktada artık kavimler eski kimliklerinin yerine kurulan beraberliğin ortak kimliğini kullanmaya başlarlar. Bu şekilde “ Kabilemin, kavmimin şefinin kurallarının yerine, yeni beraberliğin kurallarını benimsiyorum ve kullanıyorum” derler. Bu aşamadan sonra kabile ve kavim adları ortadan kalkmasa dahi, üzerinden işlemlerin yürütüldüğü yeni kimlik/ad, beraberliğin ortak adı olarak “faturalandırılır”.


Dolayısıyla, kabile/kavim adlarının “resmi” faturalarda yer almadığı, işlemlerin yeni kurulan ortaklığın markasıyla yürütüldüğü bir yerde kabile veya kavimlerin bu ortaklığı reddi anlamsız ve hatta haince bir davranıştır. Bu, ortaklığın haksız feshi ve zimmet suçu anlamına gelir. Çünkü ortaklığın adıyla kullanılan krediler ve elde edilen menfaatlerin üstüne, ortaklığa aykırı şekilde yatmak anlamına gelir.


Burada oluşturulan toplumsal ortaklığın adı “Millettir”. Bu ortaklıkla, ortak olan kabile veya kavimlerin kendi dillerinin olması dahi, onları ortaklığın sorumluluklarından kurtaramaz. Çünkü bu, diğer ortakların da aynı adın kullanılmasıyla ilgili beklentilerine karşı bir sorumluluktur.

Konunun çok uzağında kaldığı düşünülse de işte insan toplumu için yegâne eşitlik, toplumsal mutabakatlara herkesin uyacağına dair oluşmuş hakkaniyet beklentisidir ki, “kanun önünde eşitlik” denen şey de bu beklentilerin tazmini için bir istisnasızlık durumunu ifade eder.
Eğer “kanun önünde eşitlikten” bahsetmek istiyorsak her şeyden evvel, “emniyet ve adalet sağlayıcı bir tekelin” varlığı üzerinde mutabık kaldığımızı peşinen bildirmemiz de icap eder. Bu eşitlik dışında insanların tamamına mutluluk verecek bir “pozitif” eşitlik sağlamak mümkün değildir!


Kabile veya kavim ortaklığının oluşturduğu daha üst seviyedeki hukuk temelli beraberlikte, beraberlik öncesi kimliklerin “tedavülden kaldırılmasının” sebebi budur! O kimlikler, kabilelerin, kavimlerin kendi arasındaki işlemlerde, kullanılsa bile ortaklığın iç işlerinde ve ortaklığın diğer ortaklıklarla işlemlerinde yani uluslar arası ilişkilerde bir değer taşımazlar. Taşımamaları da gerekir kabile/ kavim değerlerinin resmen kullanılması, kabileler çağının şiddet ve yağma dönemine dönmek anlamına gelecektir.


Eğer hem her ortağın ayrı ayrı kendi değerlerini kullanmasını kabul eder hem de bu ayrılığa rağmen hukuk sağlayıcı bir tekel kurmayı hayal edersek saçmalamış oluruz. Beraberliğin amacı “tek bir hakimin hükmüne rıza” yoluyla hakkaniyet beklentilerinin eşitlenmesi ise işin içine ayrı bir “ değer yargısı” sistemi sokamazsınız. İşte etnik ırkçıların sürekli yaptıkları eşitlik istismarının çarpıklığı bu çelişkiden kaynaklanmaktadır.


Türk Milleti ( inşallah) nihaî bir savaşla milletleştiğini, kime Türk deneceğini, kimin “Türk” markasının hisse senetlerinden nasıl yararlanacağını, şirket ortaklığının künyesinin nasıl oluşturulacağını, kurucunun ve büyük ortağın kim olduğunu, kimin patron sayılması gerektiğini dosta düşmana ilân etmiştir.
Bu anlaşma ile de kendi hükümranlık sahasındaki herkese kendi kimliğinin, şirket ortaklığının hisselerinin imtiyazını tanımıştır.


Bundan dolayıdır ki mahkemeler, artık kimin hangi kabileden milletleşmeye dahil olduğuna bakmaksızın, davaları“Türk Milleti adına” çözmeye başlamışlardır.


İşbu sebeptendir ki etnik ırkçıların dedelerinin bütün ihanetlerine rağmen, onların torunları “suçun şahsiliği” ilkesinin herkese, “milletin bütün fertlerine” eşit şekilde uygulanması sayesinde “Türk olmanın” getirdiği doğal ve temel haklardan Tür Milleti’nin hükümranlık sahasında yararlanabilmişlerdir.


Etnik ırkçıların bundan daha fazla ve büyük bir eşitlik bulabilmeleri mümkün değildir. Çünkü içinde yaşadıkları “kanun önünde eşitlik” ortamı ancak emniyet sağlayıcı tekeli oluşturan devletleşme mekanizması ile bu mekanizma da ancak devletleşmenin omurgasını teşkil eden toplumsal kimlik ortaklığı ile sürdürülebilir.


Oluşan “tek kimliğin”, öneki devirlerdeki soy-sop, kandaşlık, görerek tanıma ölçülerinin çok üstünde, ileri ve soyut bir nitelik taşıması sayesindedir ki aynı ülkede yaşayan tanımadığımız insanlarla barış içinde yaşayabileceğimizi biliriz.


İşte bu noktada etnik ırkçılığın “eşitlik” tezlerinin bizi götüreceği yer tam da devlet öncesi kabile savaşlarıdır. Şüphesiz orada da bir eşitlik vardır ama o eşitlik, ferdin hayatını kutsal sayan insanî bir eşitlik değil, ancak çakala, kurda karşı ayakta kalabilenin yaşadığı, ölümün kayıtsızlığıyla mühürlenmiş hayvanî bir eşitliktir.


İşte bu yüzdendir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin temelindeki Türk adı/markası korunmalı bu adın sağladığı büyük ve meşru ortaklık korunarak, bu adın sağladığı hakemlik kabul edilerek sorunlar tartışılmalı ve çözülmelidir. Yoksa insanî bir beraberliğin, hayvanî bir “eşitlik” saplantısına feda edileceğini düşünmek ham hayaldir. Bu konuda ısrar edenler, medeniyete savaş açmış insan dışı yaratıklar olarak, insan varlığının devamı için yok edileceklerini bilmelidirler.

1 Ekim 2010 Cuma

Çözümü Türk Milleti Belirler


Türkiye Cumhuriyeti’nin, üzerine inşa edildiği “milletleşme” felsefesi ve mantığı bu günlerde “şiddetle” sorgulanıyor ve kafaları, millet kavramını almayan bir takım kabilecilerin hırçınlıkları, milletimize dayatılmaya çalışılıyor.


Özetle söyleyecek olursak: Kürt, bir kabileler koalisyonunun en fazla bir kavmin adıdır. Kürt toplumsal yapısı, milletleşememiş, ırkî tekdüzeliğe, akrabalık ilişkilerine dayanan, gördüğünü, tanıdığını yaşatmak dışında insanların geri kalanına herhangi bir soyut değer atfetmeyen fert tipine dayalı bir yapıdır.


Türk Milletleşme sürecinde, tarihleri, meşru egemen karşı sayısız isyanla dolu, birbirlerini dahi düşman kabul eden ve kurallı yaşamaya yabancı bu kabileler koalisyonuna hukuk biriliğine dahil olmaları ve vatandaşlık haklarından yararlanmaları için ortak kimlikte buluşmak imkânı tanınmıştır. Bu kimlik Türk kimliğidir.


Nitekim milletleşmiş bütün toplumlarda da aynı mekanizma hemen hemen yürümüştür. Kuzey Afrika’da katliamlar yapan Fransa’da bugün Arap kökenli pek çok Fransız vardır. Fransız devleti, bunları Fransız sayar ve hukuk önünde de öyle muamele görürler. Keza Almanya’da artık arkaik ve geri kavmiyetçi, kabileci gerilimleri yaşatmaya imkân yoktur. ABD gibi bir federasyonda dahi millî bütünlük bütün eyaletlerin üzerinde tartışmasız mutabık kaldığı ve bedeli kanlı bir iç savaşla ödenmiş bir “değerdir”.


Bir tarafta kendi ailesi dışındaki her varlığı düşman gören aşiret bağlılığı ve gerilimi, diğer tarafta tanımadığı, görmediği ama ortak değerlere ve kurallara bağlılıktan dolayı “benzerlik” hissedilen insanları korumaya değer bulan millet ferdinin kurala dayalı varlığı varken bu ikisini “demokrasi” terazisinde tartmak mantıksızlıktan öte ahlâksızlıktır.


Bu, algıları dünyaya uyum sağlamaya yetmeyen, aklı, sınırlı sayıdaki somut ailevî kuralların dışındaki kuralları değerlendiremeyen insanlara, kurallı insanların kaderini peşkeş çekmek demektir.


Kürt toplumunun bu özelliğini belirtmek onu tahkir etmek midir? Asla! Ama hayatının büyük çoğunluğu sınırlı bir coğrafyanın çetin maddî şartlarında geçmiş ve bütün “kurumları” da ancak bu şartlara uymakla şekillenmiş bir toplumun yapısı açıkça ortaya konmazsa, bu gün yaşadığımız uyumsuzluğu izah edemeyiz.


Toplumsal şartları ne olursa olsun, algıları ne seviyede kalmış olursa olsun, Kürt topluluğuna “Türk milleti adına karar veren” hakimlerin hakemliğini kabul etmeleri anlamında Türk oldukları için aşiret, kabile mensubiyetlerini fersah fersah aşan bir medeni haklar takımı, ayrımsız verilmiştir.


“Kürt sorunu” diye sunulan sorunun aslı, Kürt topluluğundan, etnik ırkçılıktan daha medeni, soyut donanımlı bir hareketin, bir algılamanın çıkamamış olmasıdır. Ailesinden gayrsını düşman bilmekle tebarüz eden bir mensubiyet şuuru, maalesef “kurala dayanmak”,”soyut değerler etrafında bütünleşmek/benzeşmek” durumunu idrak edememiştir.



Bundan dolayıdır ki Kürtleri bir “sorun” haline getirmeye yönelik Kürt etnik ırkçılığının kışkırtmalarına karşı sunulan çözümler cevapsız kalmaktadır.
Kürt etnik ırkçılığı bu gün, kurala dayanan koskoca bir kültüre ve medeniyete, kendi aile/aşiret veya kabile kurallarını dayatmaya kalkmaktadır.


Kürt toplumsal yapısının, hayat şartlarından dolayı dayandığı olgular arası basit neden sonuç ilişkisi algısı, “toplumun” oluşumundaki soyut ilişkileri kavramaya yetmemektedir. Bundan dolayıdır ki Kürt etnik ırkçıları,“herkes için ve her zaman geçerli olması” düşünülen kural birliğinin hangi şartlarda mevcut olabileceğini algılayamamaktadır.


“Herkes için ve her zaman” geçerli olmak demek, yargı mekanizmasının “tek ve bütün ” bir sosyolojik yapının içinden çıkmasıyla mümkündür. Bu teklik de benimsenmiş ortak kurallar takımına bağlılık ve o kurallar takımını hayata geçiren egemenle yani milletleşmiş toplumla bütünleşmekle mümkündür. Keza evrensel olarak kabul edilen temel haklar kavramına rağmen her milletleşmiş toplum, ayrıca kendi örfüne dayanan kurallar bütününe göre kendi toprağında mahkemeler kurar, egemenlik zaten bundan başka bir şey değildir.

Toplumu etnik aidiyetlere göre, kan bağı ilişkilerine göre parçalayarak bu hukuk temelini ve bütünlüğünü koruyamazsınız. Bu mekanizma o şartlarda işleyemez. Bu, saatin belli bir düzenle bir araya gelmiş dişlilerini, dağıtıp ondan sonra gene eskisi gibi çalışmasını ummaya benzer.
Bütün bunlardan dolayıdır ki Kürt etnik ırkçılığının ahlâk ve hukuk dışı söylemleri birer “çözüm” olarak kabul edilemez.


Çünkü “çözüm” diye sunulan şeyler, muhatabın kabul edip etmeyeceği düşünülmeksizin, onun ikna olmasını gerekli bulmaksızın sunulan taleplerden ibarettir ve bütün dayanakları da saf şiddet tehdidi yani terördür.


Türk Milleti bu açıdan, kendi toplumsal algısının çok gerisinde, neredeyse hayvani düzeyde, sürüleşme psikolojisine yakın bir histeriyi “çözüm” adı altında aklın terazisine koymaya zorlanamaz. Çünkü çözüm diye sunulan şeylerin içinde akıl, ahlâk ve mantık yoktur.


Yıllarca Türk vatanında, kendimizden zerrece ayırmadığımız, kardeş bilerek okullarımızda okuttuğumuz, milletin kalbi olan mecliste en mahrem sırlara, Türk kimliğini taşıdıklarını düşündüğümüz için ortak ettiğimiz insanlar bu güm bu hüsnü kabulün, kayıtsız şartsız güvenin karşısına “Kürtler ayrı bir halktır!” diye çıkarlarsa yaptıklarına ihanetten başka bir şey denemez. Türk milleti bunu, Kürt etnik ırkçılığından korktuğu için yapmamıştır, etnik ırkçılıkları çok aşan yüksek toplumsal şuuruna duyduğu özgüvenden dolayı yapmıştır.


“Çözüm” diye sunulan modellerde göz ardı edilen şeylerden biri de budur. İngiltere’de İngilizler İrlandalıları hiçbir zaman “kardeş” olarak görmemiş ve onları yasama organlarının mahremiyetine dahil etmemişlerdir. Dahil edilenlerin de İngiliz egemenliğine kayıtsız şartsız bağlılığı kesinlikle gözetilmiştir. Fransa’da hiçbir mağripli, Fransız mahkemelerinin tekliğini sorgulayamaz. Almanya’da hiçbir eyalet Alman anayasasının bütünleştiriciliğine itiraz edemez. Sürekli aynı örnekleri vermemizin sebebi bunların liberal demokrasinin nispeten çok daha olgun yaşandığı ülkeler olmalarındandır.


Diğer ülkelerdeki “çözümlerin dayatılmasındaki bir başka tutarsızlık, bahsi geçen toplumlarda “vatan” denen kavrama bizdeki değerin atfedilip atfedilmediğidir. Dolayısıyla etnik ırkçılık bize “Senin vatan dediğin şeyin benim için önemi yoktur! Senin vatan bağlılığını tanımadığım için dediğimi yapmak zorundasın yoksa hayatını cehenneme çeviririm!” demektedir ve bunu da açık açık söylemektedir.


Ne yazık ki diğer ülkelerle vatan konusundaki bu farkımızı idrak edemeyen ezbere liberaller, bir takım kötü ırkçılı tecrübelerinden gayrısını bilmeyen batılı düşünürlerin söylemlerinden hareketle “vatan” kavramına saldırmakta onu yok etmeye çalışmaktadırlar ki onlara ”vatansız” dememizin sebebi budur.


“Çözüm” Türk Milleti’nin rızası dışında imkânsızdır! Etnik ırkçılar bunu böylece bilmelidir. “Çözüm” içinde terörü ve ırkçılığı barındıramaz! “Çözüm” işleyen saati parçalayarak meydana getirilemez. “Çözüm” başka şartlara göre oluşmuş yapıları, başka vücutları bize giydirmeye çalışarak gerçekleştirilmez. Kısacası etnik ırkçılıkla, ifade hürriyeti sorununa bir çözüm üretilemez.


Çözüm ancak “Türk vatandaşı” olduğunu kabul edip Türk mahkemelerinin adaletine sığınan, Türk Milleti’nin egemenliğini tartışmasız kabul ederek bu egemenlik içindeki hakları kullanmanın adının Türklük olduğunu kabul eden, bu birlik ve bütünlük içinde kendi iletişim vasıtalarıyla eser meydana getirmek dışında bir dava gütmeyen, “çözümü” Türk demokrasisi içinde arayan, milletleşmemize düşman olmayan ve bu milletleşmenin bir parçası olmak iradesi gösterenlerle beraber bulunabilir.


Aksini düşünmek Türk Milleti’ne ve devletine düşmanlık ilânıdır ki düşmanla herhangi bir tartışmaya girilmez ve çözüm araştırılmaz. Düşmanla ilişkilerde tek “çözüm”, düşmanın yok edilmesidir! Bu açıdan etnik ırkçılar, şimdilerde milli değerlerden habersiz bir siyasetin gafletinden beslenerek mecliste yer alabilmelerine rağmen bunun muvakkat bir durum olduğunu bilmeli ve durumlarını buna göre ayarlamalıdırlar. Çünkü “Türk” adının belirleyiciliğine açık düşmanlık ilanından sonra bir miktar “toprak” kazansalar bile, kendilerine mensup olduğu bilinen herkesin istisnasız şekilde ülkenin geri kalan bölgelerinden dışlanacağını ve ciddi maddi ve manevi kayba uğrayacağını bilmelidirler. Etnik ırkçı “çözümün” bedeli ancak bu olabilir.


Türk Milleti’nin çözümü ise bellidir: Türk adının tartışılmaz egemenliğinin kabulü, bu egemenliğin sağladığı hukuk birliği içinde “özel ve bireysel” şekilde yerel ifade vasıtalarının eserlerinin, serbest bir piyasada kendi talebini bulması. Bunun dışında ifade hürriyeti istismarıyla etnik ırkçı bir bürokratik otarşiye kapı aralayabileceğini sananlar, kendi açtıkları cehennem çukuruna Mehmetçik’in süngüsüyle atılacaklardır. Umulur ki etnik ırkçılar bu iki ihtimal dışında bir “çözüm” olamayacağını artık idrak etsinler…