30 Temmuz 2010 Cuma

Etnik Irkçılığın Açmazında

Habur’dan davul zurnayla gelip sonra inlerine geri dönen teröristlerin o devirde “ferman” gibi buyurdukları talep mektubunun madde madde eleştirisi yapıldı mı bilmiyorum. Ama “çözüm” diye sunulan şeylerin bir anlamının olup olmadığını bir kere daha gözden geçirmekte sayısız faydalar var. Aşağıda mektubun taleplerle ilgili kısmı, http://www.netkeyfim.com/guncel-haberler/teslim-olan-pkklilar.html adresinden alıntılanmıştır.

Şimdi mektubun satır satır eleştirisine/ yorumlanmasına geçelim:

Türk devlet yetkililerinin ve tüm barışseverlerin attığımız bu adımlar karşısında gereken sorumlulukla hareket edeceklerine inanıyoruz. Kısaca ve özce ortaya koyduğumuz mesajlarımızın pratikte hayat bulması ve ortak yaşam koşullarının olgunlaşması için en öncelikli taleplerimizi şöyle sıralayabiliriz;
TALEPLER
- Abdullah Öcalan’ın hazırladığı Kürt sorununun barışçıl ve demokratik siyasi çözümü için yol haritasının ilgili muhataplarına verilmesini ve tüm kamuoyuna açıklanması,
Abdullah Öcalan, Türk kanunlarına göre iki defa yargılanmış, temel haklarına kısıtlama getirilmiş, cinayetlerden, terörden ve insanlığa ihanetten hüküm giymiş ahlâken de dışlanmış bir suçludur. Dolayısıyla hayatının, kişiliğinin ve fikirlerinin toplumumuz için hiçbir önemi yoktur. Kendisi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla toplumun geri kalanıyla ilişki kurması engellenmiş bir mahkûmdur. Dolayısıyla onun bize herhangi bir “yol haritası” sunmaya hakkı yoktur.

- Askeri ve siyasi alana dönük operasyonların durdurulmasını ve Kürt sorununun barışçıl ve demokratik siyasi çözümünün önünün açılmasını ve bu çözümün Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesine bağlı olarak Kürt halkının özgür iradesini esas alma temelinde diyalog ve müzakere yöntemiyle gerçekleştirilmesini,

“Askeri ve siyasi alana” dönük operasyonlar ifadesi PKK’yı bir tür “asker” saymanın ve siyasî alan denen şeyin de bu ülkenin kanunları çerçevesinde meşru bir siyaset mekânı olduğunu söylemektir. PKK ve onun silahsız uzantıları ne meşru bir askeri güçtür ne de meşru siyaset yapıcılarıdır. Etnik ırkçılık bir siyaset konusu olamaz. Bu gün siyaset sahasında etnik ırkçılık yapanlar, diğer ülkelerdeki “ vatana ihanet” benzeri yasanın bizde olmamasından yararlanmaktadırlar. Oysa hırsızlık, hakkında bir yasa olmasa bile suç sayılan bir eylemken etnik ırkçılığın siyaset konusu yapılabilmesinin engellenmesi de aynı şekilde temel haklar ilkesi açısından gerekirdi. Ne silâhlı ne de silâhsız organlarıyla bir meşruiyet taşıyan etnik ırkçılığın Türkiye’nin demokrasisinde söz sahibi olması, demokrasi ve haklar kuramı açısından çelişkidir. Fikirlerini ikna yoluyla değil de silâhla ve tehditle kabul ettirmeye çalışan, fikirlerinin temelinde de ırkçılık yatan oluşumlar, gayrı meşrudurlar ve muhatap alınamazlar. Bunun yanında meşru bir devletin vatandaşlarına yönelik silâhlı bir tehdidi kabul etmesi, onunla müzakereye oturması söz konusu olamaz. Vatana ve millete yönelik silahlı tehdidin önünde iki seçenek vardır: Adalete teslim olmak veya yok edilmek.
- Türkiye demokratik ulusunun bir parçası olarak Kürt halk kimliğimiz temelinde ve anayasal güvenceye sahip olarak özgür, eşit ve birlikte yaşamak,
Türkiye bir ulus değil bir ülkedir. Demokrasi uluslar için bir niteleme değildir. Demokratik ulus olmaz. Kürt kimliğinin temelinde isteyen istediği şeyi ifade edebilir. Bunun için zaten hiçbir engel yoktur. Eğer Kürt’ler Kürt oldukları için eğitimden uzaklaştırılmıyor, mülk edinmeleri engellenmiyor, sağlık hizmetinden ayrımsız yararlanabiliyor ve mahkemelerde herkes gibi dava açıp yargılanabiliyorlarsa “Kürt halk kimliği temelinde” bir çözümden bahsetmek saçmalıktır. Söyleyen şey , Kürt olunduğu için ütün bunlardan ayrıca yararlanmak gibi bir imtiyaz talebidir. Bu talep bir hak talebi değil bir kayırılma arzusunun ifadesidir.
- Anadilimiz olan Kürtçeyi her yerde özgürce konuşmak, öğrenmek, geliştirmek ve tarihi değerlerimizi, kültürümüzü ve coğrafyamızı anadilimizde yaşamak,
Eğer bir Kürt coğrafyası var idiyse nende Kürtlerin çoğunluğu batıda yaşamaktadır? Bunun sebebi, bu toprakları vatanlaştırıp üstüne kendi damgasını vuran ve kendisine Kürtlerinde dahil olduğu büyük Türk Milleti’nin, kendi egemenlik sahasındaki ayrımsız hukuk biriliğidir. Bu talep tam bir anakronizm örneğidir. Ülkede yirmi yılı aşkın bir süredir zaten Kürtçe rahatlıkla konuşulabilmekte ve bununla ilgili her türlü yayın da yapılabilmektedir. Bu ir ifade hürriyeti talebidir.

- Çocuklarımızı Kürtçe adlandırmak, Kürtçe eğitmek ve büyütmek,
Bu zaten yapılmaktadır. Çocukları Kürtçe büyütürken Türkçe öğrenmelerini engellemek mi gerekmektedir? Bu gün yaşları yirmiyi bulan hatta belki daha da büyük Kürtçe isim taşıyan pek çok vatandaşımız vardır. bu yapılabilirken bunu bir talep diye öne sürmek iki yüzlülüktür. Bu da bir ifade hürriyeti talebidir.
- Kürt halkı olarak tarihimizi, kültürümüzü, sanat ve edebiyatımızı özgürce yaşamak, geliştirmek ve korumak,
Tamamen havada bir taleptir. Kimsenin hangi dilde ne yazdığını kimse zaten umursamamaktadır. Bu da bir ifade hürriyeti talebidir.
- Kendi kimliğimizle demokratik toplumsal örgütlenmemizi geliştirmek, demokratik siyaset yapmak ve kendimizi özgürce ifade etmek,
“Kendi kimliğimizle” tabirinin içi boştur. Bundan ne anlamamız gerekmektedir? Etnik ırkçılık temelinde siyaset yapmaktan bahsediliyorsa ki herhalde kasıt budur, bunun ifade hürriyetiyle de demokrasiyle de bir ilgisi yoktur. Burada adı geçen kimliğin bağlamı belli değildir. Ayrıca demokratik siyaset yapmayı talep eden bir örgütün demokrasi dışı metotlarla hak talep etmesi de ayrı bir ikiyüzlülüktür. Bu da temelde ifade hürriyeti ile ilgili bir taleptir.
- Kürdistan’ın köy, kasaba ve şehirlerinde özel harekatçı, korucu ve polisin baskı ve zulmünden uzak, yeterli imkanlara kavuşmuş ve güvenlik içinde yaşamak,
Kürdistan diye bir yer yoktur. Çünkü Kürt kardeşlerimiz zaten uluslaşma maceramızda gerek coğrafi gerek tarihi olarak zaten bizimle iç içe geçmiştir. Kaldı ki “Kürdistan” diye bahsedilen her neresi ise oradaki “Türk” diye ayrıştırılmak istenen nüfus dikkate alınırsa bu tabirin öyle kolayca kullanılamayacağı anlaşılır. Buradaki gülünesi saçmalık şudur ki bizden egemenlik sahamızın koruyucularını bölgeden uzaklaştırmamız istenmektedir. Bu madde ile bölgenin bizim egemenliğimizden çıkarılması, PKK denen terör örgütünün insafına bırakılması istenmektedir. PKK gayrı meşru bir örgüttür. Amacı ve kuruluş şekli ırkçıdır. Yöntemi ölümdür. Bir devletin görevi zaten milletin egemenlik sahasında böyle örgütleri yok etmektir. Dolaysıyla gayrı meşru bir örgüt ve devletimizin düşmanı olarak PKK’nın bize güvenlik güçlerimizi nasıl kullanacağımızı söylemeye hakkı yoktur. Onun iki hakkı olabilir: Teslim olmak veya yok edilmek.
- Türkiye’nin demokratikleşmesini ve bunun için sivil-demokratik bir anayasanın hazırlanmasını istiyoruz.

Bir terör örgütünün bizim anayasamızla herhangi bir ilişkisi olamaz.
- Bu taleplerimiz temelinde, Kürt sorununun demokratik çözümünü, Türkiye’de barış ve demokrasi isteyen herkesle tartışmak ve birlikte çalışmak için bu adımı atıyoruz. Biz bu adımımızla tarihi yaşamaya geliyoruz. Adımımızın başarılı olacağına inanıyor ve bu temelde tüm barışseverleri saygıyla selamlıyoruz”

Taleplerin çoğunluğu, ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilebilecek taleplerdir. Bu taleplerin karşılanması, birincisi zaten hemen hepsinin karşılanmış olması, ikincisi de bir devletten ifade hürriyeti hakkını talep edeceklerin o ülkenin meşru ve kabul edilmiş vatandaşları olması gereklerinden dolayı zaten imkânsızdır. Bu talepleri dile getirenler bu ülkeye kafa tutan etnik ırkçı terör örgütünün mensuplarıdır.
Yoksa herkes bilmektedir ki bu neredeyse otuz yıldır gerek basılı gerekse işitsel olarak Türkiye’de sayısız Kürtçe yayın yapılmakta, isim konulabilmektedir. İnsanların seçme seçilme haklarını kullanırken ırksal bağlantılarının sorulmaması eğer medeniyet değilse insanları ırksal bağlantılarına göre resmen ayrıştırmanın nasıl bir medeniyet olacağı sorusu cevaplanmalıdır.
Bu talepleri ileri süren örgütün ırkçılığını kınamayan başta liberaller olmak üzere Türk adına düşman enternasyonalist sosyalistler ve dincilerin, bu talepleri bize dayatmaya kalkan örgütün her türlü kaçakçılıkla kendisini finanse etmesinden, hırsızlık, haraç gibi yan gelirlerle beslenmesinden neden rahatsız olmadıklarını ayrıca sormak isterdik. Sosyalistler ve dinciler zaten “Amaç güdülü” ahlaklarıyla amaca giden her yolu ve vasıtayı meşru sayarlar, tamam… Ama hiç olmazsa liberaller bu konuda ideolojilerinin gerektirdiği ahlâkî tutarlılığı göstermeliydiler.

Bir çözüm olacaksa, bu, eli kanlı bir etnik ırkçı yağma örgütünü aklıyla değil, çözüm, meşruiyet sınırlarına dikkat ederek bu ülkenin ve milletin bölünmezliğini benimseyen insanların samimi ve barışçı aklıyla meydana gelebilir. Zaten bu açıdan bir sorun olmaması etnik ırkçılığın vahşetini tetiklemektedir.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Türk Adını Silmek



Bir AKP milletvekili Türk adının Anayasadan kaldırılacağını, böylece demokratikleşmenin önündeki engellin de kaldırılacağını söylemiş.


Anayasadan “Türk” adını çıkarmak mantıksızlığının saçma dayanağı var:

Birincisi Türk’ü bir kabile, bir etnisite, bir ırki homojenite bağı olarak görmek…

İkincisi, demokrasiyi, herkesin oyu nispetinde egemen olduğu bir rejim sanmak…

İktidar partisinin sözde ideolojisine göre insanlar dinlerine göre ayrılmaktadır. Siyaset bir fikir pazarıdır. İktidar partisinin geldiği siyasî düşünce, dini, doğrudan bir siyasî doktrin olarak kabul ettiğinden, fikrini pazarlayacağı müşteri kitlesini de buna göre belirlemiştir. Buna göre de “millî görüş” denen görüşün muhatabı “Müslümanlardır”.
Dolayısıyla bu kitlenin dışındakilerin ne olup ne olmadıkları iktidar partisinin görüşüne göre önemsizdir.


Sorunun yukarıdaki iki yanılgıdan daha önemli yönü iktidar partisinin, aldığı oy oranı ile toplumu kendi dünya görüşüne göre dizayn edebileceğini sanmasıdır.
O halde iktidar partisinin bilgisizliğini ortaya koymalıyız.


Birincisi, Türk’ün bir etnik ad olmadığı, etnik bağların, kabile asabiyesinin çok üstünde bir soyut ad olduğudur. Bu ad, aile, aşiret, kabile, kavim gibi somut beraberlikleri aşan ve insan ilişkilerinin akrabalıkla, ırkla, etnisiteyle değil de kurallarla kurulduğu bir beraberliğin adıdır.

Dolayısıyla “Türk” adı ile herhangi bir aile, aşiret, kabile kavim adı aynı anlama gelmemektedir.
Bu gün etnik ırkçıların öne sürdüğü tezlerin temel yanlışlılığı budur. Onlar ilkel ve ırka dayalı bir “halk” Marksist anlayışını, demokrasideki parçalarla bir tutmakta ve toplumu bölmekte bu yanlış parçalılık anlayışını bize dayatmaya kalkmaktadırlar. Etnik ırkçılar için Kürt bir ırkın adıdır. Onlar Türk’ü de aynı seviyeye indirmek istemektedirler ve iktidar partisi sahip olduğu dünya görüşüyle bu sosyolojiye aykırı ırkçı görüşü desteklemektedir.


Türk, tarihi derinliğe sahip, hukuk birliği çevresinde bir araya gelmiş, çok geniş katılımlı bir kavimler birliğinin adıdır! Dolayısıyla böylesine derin ve geniş bir beraberlik, adı yalnızca aile ilişkilerine, kan bağına dayalı aşiretçi, kabileci, ve nihayetinde ırkçı siyasetçiler için ulaşılamaz bir nimettir. Siyasî dinciler, dinin bir türlü sağlayamadığı bütünlüğe karşı millî bütünlüklere daime hasetle bakmaktadır.


Bundan dolayı, iktidar partisinin dünya görüşünde “Türk” nefret edilesi bir addır. Bir vakit sosyalistlerin materyalist enternasyonalizmlerine hedef olan Türk adı bu gün dinci bir enternasyonalizmin nefretiyle karşı karşıyadır. Bu gün Türk adının telaffuzuna, siyasal dincilerin, “ırkçı” , kafatasçı” diye yaklaşmaları tesadüf değildir.


İkinci yanlış demokrasinin bir parçalı egemenlik alanı olduğunun sanılmasıdır. Buna göre bir grup çoğunluktan farklıysa ondan farklı ve ayrı egemenlik alanı/ yasama alanına sahip olabilmeli. Yani çoğunluğun belirleyiciliğinden kendini ayırabilmeli.


Bu anlayışı öne sürenler, istedikleri gibi yaşanan etnik temelli, harita devletlerinde süregelen katliam ve vahşeti gözlerden gizlemek istemektedirler. Onlar kurucu millî çoğunluğa dayanmayan, çok etnisiteli, milletleşememiş toplulukların içine tıkıldığı harita devletlerinin durumundan ders almamaktadırlar. Bu tür devletlerde her aşiret, devlet otoritesinden ayrı egemenlik alanı istemektedir. Irak’ın durumu budur. ABD sözüm ona demokrasi vaadiyle girdiği ülkede, aşiretlerin devletleşmekten uzak, kuralsız ve güce dayalı yönetim anlayışlarını bir araya getirememiştir. Ülkemizdeki etnik ırkçılar da tam bunu arzulamaktadır.


Millî devletin koruyuculuğuyla meydana getirilmiş maddi bütünlükten yararlanmak ama millî bütünlüğü reddetmek istemektedirler.
Yeşil kartla bedava tedavi, edilmek ama bunu sağlayan Türk kimliğini reddetmek istemektedirler.


Ülkenin istenen yerinde yaşamak istemekte ama kendilerine bunu sağlayan millî kimliğin çevrelerinde olmasını istememektedirler.


Millî devletin bütünlüğüyle sağlanan vergi havuzundan yararlanarak, içinde Türk olmayan üniversitelerde okumak istemektedirler.


Millî devletin düşük maliyetleriyle sağlanan enerjiyi kullanmak ama o millî bütünlüğü tanımamak istemektedirler.


Millî devletin sağladığı emniyet ortamında yaşamak istemekte ama kendilerine özel güvenlik işletmelerinin gene millî devletçe finanse edilmesini istemektedirler.
Bir yandan ülkenin her yanında çalışmak istemekte ama millî çoğunluğun vergileriyle Türkçesiz üniversite diplomalarıyla çalışmak istemektedirler.

Bütün bunları da “oy oranından” başka bir şeye dayanmaksızın yapmak istemektedirler.
Ve hiç kimse bu taleplerin özünde “ırkçı” olup olmadığını sorgulamamaktadır.
Hiç kimse her “etnik” sayılacak grubun bu tip taleplerinin karşılanması durumunda ne olacağını düşünmek istememektedir. Daha da kötüsü bu talepleri neden bölünmesi istenen milletin karşılaması gerektiğini söylememektedir.

Kimliğinde ırkına dayanarak “Kürt” yazılmış bir insanın, bu günkü konforuna nende sahip olması gerektiğini kimse sormamaktadır. Resmen ve ırken belli şekilde Kürt olmaktan dolayı daha rahat iş imkânlarına kavuşulacağını, mı sanmaktadırlar? İşe girişlerde bir insana etnisitesinin, ırkının sorulmasının önünü açtıklarını fark edememekte midirler?


Alışverişlerde artık insanların birbirlerine ırklarına göre davranacağının farkında değil midirler?
Ancak etnik terörün dayatmasıyla meydana gelebilecek bu tip bir resmi ırk ayrımından sonra insanların birbirlerine güvenebileceğini, birbirleriyle eskisi gibi rahatlıkla komşuluk edebileceğini mi sanmaktadırlar?


Daha da önemlisi şu ki “özerklik” istedikleri bölgede Türk millî çoğunluğunun eskisi gibi hizmet edeceğini mi sanmaktadırlar? Türk’e yabancılaşmış bir bölgede kimden sağlık, eğitim, enerji, bankacılık hizmeti alabileceklerini sanmaktadırlar?


O vakit acaba ülkeyi bir arada tutan millî çoğunluğun “oy oranını” reddetmenin maliyetini şimdiki etnik ırkçı siyasetçiler ve onların sahipleri karşılayacak mıdır?

Şu anda Kuzey Irak’ın hayatta kalması, hâlâ millî bütünlüğünü koruyan bir Türkiye’nin, bu bütünlük sayesinde koltuklarında oturan iktidar partisinin sayesindedir! Türkiye’nin millî bütünlüğü etnikçi siyasetin ırkçılığıyla bozulursa ortada ne şimdiki gibi bir iktidar kalır ne de Kuzey Irak’tan nemalanan cemaatçi sermaye.


Türkiye’nin millî yapısının sosyolojiye, tarihe aykırı şekilde kanunlar vasıtasıyla bozulması halinde öncelikle çoğunluğu ülkenin batı kesiminde yaşayan Kürt kardeşlerimiz artık eskisi kadar huzurlu yaşayamayacaklardır ki bunun ciddi ve düşündürücü örnekleri su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Ülkenin millî bütünlüğünün resmen reddi, millî çoğunlukta ciddi bir güvensizlik yaratacaktır. Bu güvensizlik, etnik terörle aynı tarafta görünen herkese mutlaka yansıyacaktır. Bunu söylemek bir tahrik değildir. Nitekim bu güvensizlik kendini göstermiştir.


Eğer millî bütünlüğün kanuna dayalı, anayasal reddi gerçekleşirse bu, millî çoğunlukta egemenlik kaybı ve terörün yeni egemenliği şeklinde anlaşılabilir ki bu, çok da yanlış olmaz.
Ülkemizdeki en büyük eksiklik, Kürt siyaseti içinde, kendini Türk millî bütünlüğü içinde gördüğünü söyleyen, etnik terörü tamamen reddeden, ifade hürriyetinin, etnik ırkçılığın söylemlerinin dışında barışçı şekilde savunulabileceğini söyleyen bir yapının ortaya çıkmamasıdır.

Hal böyle olunca, etnik terör karşısında sessiz kalan, herkes Türk Milleti’ni tedirgin etmektedir.
Birileri Türk Milleti’ne kanunlar yoluyla egemenliğini inkâr ettirmeye çalışmakta, yasama gücü yoluyla onu, egemenliğinden vazgeçmeye zorlayabileceğini sanmaktadır.
Egemenlik, millî devletlerin doğal hakkı ve güdüsüdür.

Diğer her şey bunun üzerine bina edilir. Türk Milleti’nin adını yasalardan silerek onun egemenliğini de yok etmiş olursunuz ve bunun sonunda ortaya çıkacak kaostan ve yıkımdan da ancak kendi etnik ırkçı sapkın “hümanizminiz” sorumlu olacaktır.

Fade to Black için 3. etüd

27 Temmuz 2010 Salı

Wherever I May Roam için etüd

Iron hand için etüd

Fade to black için İkinci etüd

Brothers in Arms için Etüd

Taş Atan Çocuklar Sorunu Nasıl Çözülmelidir?



Kopan fıtınanın gözü sanırım şurası:
Çocuklar, kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmaları ve örgüt propagandası suçunu işlemeleri halinde ''terör suçu'' işlemiş gibi yargılanmayacak.”


Kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak ve örgüt propagandası yapmak bir suç mudur, değil midir?


Cezaî ehliyeti olmayanların suç işlemeleri halinde, işlenen fiilin suç olmak özelliği ortadan kalkar mı?


Elbette ortadan kalkmaz.


Peki ama işlenen suçun mahiyeti nedir? Suçu “suç” haline getiren kasıt unsuru burada nedir? Terör örgütünce kullanılan çocuklar, bunu sıradan bir yaramazlık olarak mı yapmaktadırlar, yoksa alenen bölücü,etnik ırkçı bir terör örgütüne yardım etmek için mi?


Kim yaparsa yapsın, işlenen suç alenen terör örgütünün propagandası, ona yardım ve yataklıktır.


Suçu işleyenlerin reşit olmamaları, sorumluluğun velilerince/ vasilerince paylaşılmasını gerektirir.


Eğer bu sorumluluk ailelere paylaşılmayacak ve çocuklar kendi başlarına yargılanacaklarsa, reşit insanlar gibi yargılanmaları gerekir.


Nitekim daha geçen aylarda bir batı ülkesinde tecavüz suçu işleyen çocukların reşit insanlar gibi yargılanıp ceza almaları gerektiğine mahkeme karar vermişti.


İşlenen suçun farklı olması yargılama usulünü değiştirmemeli.

Çocukların korunması bahanesiyle yapılan bu değişiklikler çocukların terör örgütünce artık çok daha fazla kullanılmasına yol açacaktır. Nitekim terör örgütünün toplumsal tabanında kan davalarında reşit olmayan fertlerin sıkça kullanıldığı bilinen bir gerçektir.


Sanıkların âdil yargılanma hakları hususundaki düzenlemeler şüphesiz çok gereklidir. Yalnız hiçbir düzenleme suça açık kapı bırakmamalıdır.


Ülkenin bütünlüğüne yönelik suçları işlemenin, baklava çalmakla aynı olmadığı uygulamalarda gösterilmelidir.

“Taş atan” çocukların TMK mağduru olarak tanıtılması büyük bir yanılgıdır, daha da kötüsü kasıttır, ahlâksızlıktır..

Mağdur” haksızlığa uğramış kişi demektir. Polise taş, Molotof kokteyli, havai fişek atarak ona zarar vermek, bir suçtur ve bu suçtan dolayı sanık olana “mağdur” denemez!

Yeni düzenlemeyle çocuklar yasanın koruması altında suç işleyebilecek hale gelmiştir. Artık bir çocuk baklava veya ekmek çaldığı için rahatlıkla cezaevine gidebilecekken, polis öldürdüğü için adeta ödüllendirilmiş olabilecektir.


“TMK mağduru” diye adlandırılan çocukların cezaevi şartlarını konforlu bulmaları şaşırtıcı da değildir. Çünkü zaten çoğu, ailelerinin yanında köprü altı çocukları gibi yaşayan, dilendirilen, mendil sattırılan, istismar ve taciz edilen çocuklardır. Buna rağmen “ Pişman değiliz!” diyerek meydan okumaları, cezaların caydırıcı olmadığının, kamu vicdanının dikkate alınmadığının bir delilidir.


“Taş atan çocuklar yasası”, çocukların suça yönelik algılarını bulandırmaktadır. Terör örgütünün propagandasıyla çocuklarda suç işlemenin, kuralsızlığın, kötülüğün geçerli ve mutlak olduğu kanaatinin yerleştirecek fevkalâde hatalı bir düzenlemedir. Bu şekilde bir “etnik saldırganlık” hissi daha kolay yerleştirilecek ve haklılaştırılmış olacaktır.

Bu yasa nefret suçunun meşrulaşması anlamına gelmektedir.
Bu yasa ile terör örgütü “alt yapısını” güvenli şekilde oluşturmakta, yürümeye yeni başlamış çocuklardan birer stajyer terörist yetiştirebilmek imkânını elde etmektedir.


Çocukların suçtan uzak tutulmaları hem onların şahsî sorumlulukların göre bir ceza ve infaz sisteminin tavizsiz uygulanması hem de bu sorumlulukta daha büyük payı taşıyan ailelere, uygun yaptırımların uygulanmasıyla ancak mümkün olabilir.


Güvenlik kuvvetlerine mukavemet eden çocuklar derhal ve mahkemeye çıkarılmaksızın önce ıslah evlerinde rehabilite edilmelidir. En az bir yıl ıslah evlerinde rehabilite edilen çocukların yakınlarıyla görüşmeleri yasaklanmalıdır. Bu süre zarfında çocukların velayeti, ebeveynlerinden alınarak devlete devredilmelidir. Bu süre Islah evinden sonra aynı suçu işleyen çocuklar, yetişkinler gibi yargılanarak gereken cezaya çarptırılmalıdır.

Islahevi aşamasından sonra suçu tekrar işleyen çocuğun ailesinin devletten kaynaklanan sosyal imkânlarına kısıtlama getirilmelidir. Ayrıca bu ailelerin çocuklarına davranışları gözlenmeli, dilendirilen, satıcılık yaptırılan çocukları varsa, bu çocuklar derhal ailelerinden alınarak devletin velayetinde okutulmalı ve ailelerinin istismarından korunmalıdırlar.


Kanun ancak ve yalnız hukukun korunmasına hizmet edebilir. Kanun, birilerinin hukuki maliyetini diğerlerinin sırtına yükleyemez. Kanun ancak hukukî sorumluluğu ayrımsız şekilde uyguluyorsa hukuka hizmet eder.


Bundan dolayıdır ki “taşa atan çocukların” yaptıkları işin sorumluluğunun en başta ayrımsız şekilde bu çocukların ailelerine hatırlatılması, sadece ülkemizin bütünlüğü açısından değil, o çocukların yetiştiği ilkel toplumsal alt yapının ıslahı için de elzemdir.


23 Temmuz 2010 Cuma

Açık İnsan Korkusuz Toplum



Hayatım boyunca bana en sık yöneltilen eleştiri : “Açık olduğumdur”.
Bu “açıklığın”, rahat tanınmak, görüşlerinin hemen anlaşılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Genellikle bu özellik de bana bir zafiyet gibi aksettirilmiş ve dikkatli olmam hususunda uyarılmışımdır.

İşin içindeki “beni” bir kenara bırakırsak…
İnsanların, bir insanın “açıklığını” dostluklarından dolayı bile olsa tehlikeli bulma eğilimlerinin yaygınlığı çok düşündürücü.

Bu, toplumumuzun, öğrenilmiş bir ikiyüzlülükle malûl olduğunu gösteriyor aslında.
İki insanın tanışması, birbirlerini karşılıklı tanımaları demektir. Bu tanıma da iki insanın gönüllü olarak karşılıklı birbirlerine açılması demektir. Tanışmaktan hoşlanmadığımız insanlara daha az açılır ve hatta onlarla fazla konuşmayız.
Ama bunun ötesinde bir toplumun, ferdin kendini ifade etmesi hakkına nasıl baktığına dair çok önemli bir ipucudur, “kendini kapatma” refleksi.

Kendini kapatmak, “saldır veya kaç” hayvanî refleksinin bir şeklidir.
Bu, dış dünyayı peşinen düşman bilmenin bir ifadesidir.

Tabiata söz geçirip de, rüzgârdan, yağmurdan, sıcaktan ve soğuktan kendini koruyacak barınaklar yapıp vahşi hayvanlardan uzaklaşabilen “insan” için kendi dünyası artık büyük ölçüde kontrol altındadır.
Bundan dolayı da insan, temel ihtiyaçlarını gidermenin ötesindeki faaliyetlerle kendini gösterir.

Yani “medeniyet yapar”!

Medeniyet ile insanlar, artık kendilerini geri kalan tek tehlikeye, kural tanımayan insanlara karşı korumaya başlamışlardır.

Medeniyeti var eden, kuralsız yani yıkıcı insanların her zaman azınlıkta kalacaklarına dair zımni mutabakattır.

Eğer hayatımızın korunmasının mutlak bir hak olduğuna dair bir mutabakata varamasaydık barınacak evlerimizi inşa edemez, alış veriş yapamaz, aile kuramazdık.
Kısaca insan olamazdık.

Eğer insan olarak var isek bu hem kuralsızlığın hem sahip olmanın aynı anda var olamayacağını bilmemizdendir.

Günlük hayattan bütün kötü örneklere rağmen canımızın istediği yere gidebileceğimize dair o “kendiliğinden” güven tamamen insanların “âdil” sayılacak davranışlar hakkındaki iradî mutabakatına dayanır. Bu mutabakat toplumun bir araya yığılıp oyladığı bir şey değildir.

Bu mutabakat, “zarar vermemek için gösterilen ferdî iradelerin” ortaya çıkardığı sonuçtur ki bu “ahlâk” dediğimiz şeyin ta kendisidir.

Görüldüğü gibi insanda, hayvanlardaki varoluşsal korku medeniyetle beraber yok olmuştur. Medeniyet ile, yani beraber yaşamak iradesi ile insanlar, “korkuyu” doğal refleksler sahalarından uzaklaştırmışlar, hayatın korkulacak bir şey olmadığı bilincini elde etmişlerdir.

Bundan dolayı da “kendini ifade etmek”, özünde insan için bir korku kaynağı değildir, olmamalıdır. Çünkü kendini ifade etmek “varoluşunu” ilân etmektir.
Çünkü “varoluş” insan tabiatını, tabiatın diğer unsurlarından kesin şekilde ayıran duvardır.

Çünkü insan için varoluş “tehlikeden uzak kalmanın, “ hayatta kalabilmenin” ötesinde geçmiştir. Çünkü insan, var olabilmek için var olduğunu idrak etmek zorunda olan tek canlıdır!

Bundan dolayıdır ki kendisini “kapatamaz”.
İnsanın kendini kapatması, var olduğunu başkalarına göstermekten çekinmesi, kendi toplumunu, kendi varlığına, tabiatın diğer unsurları gibi tahdit olarak görmesi anlamına gelir.

Bu, güçlünün zayıfı, büyüğün küçüğü yediği hayvanî şartların kabulü anlamına gelir.
Bu, kendi hayatını tehdit altında görmenin ev aynı zamanda da başkalarının hayatı için de bizatihi bir tehdit olmanın itirafıdır.
Yani hayvanlaşmanın itirafıdır!

Bir toplumda, kuralları tanımayanlardan duyulan korku, hayatı yönlendirmeye başlamışsa, o toplum insanlıktan çıkmak üzeredir. Çünkü insanoğlu için iki tercih vardır: Medeniyet veya ölüm!

Medeniyet, insanoğlunun dünyada tek varoluş biçimidir.
Ve medeniyet, sözün kuvvete galebe çalması demektir. İknânın zorbalığa, mantığın hiçliğe, eserin reflekse galebe çalması demektir. Kısaca bilincin, hayvanlığa galebe çalması demektir.

İşte “terör” denen eylemi insanlık dışı yapan şey de budur.
Şiddeti, yani hayat hakkını tehdit etmeyi bir “dil olarak” kabul ettirmeye çalışanlar, kafalarımızdaki kelimeleri söküp yerine biçimsiz bir korkuyu yerleştirmeye çalışmaktadırlar.

Varoluşumuzdaki temel güven duygusunun yerine korkuyu getirmeye uğraşmaktadırlar. Onlar herhangi bir davanı haklı savunucusu veya kahramanı değildirler. Onlar insanlığı “korku” vasıtasıyla kendi sürülerine benzetmeye çalışan hayvanlardır.
“Kahramanlık”, “özgürlük”, “ hak” gibi kavramlar insanla ve insandan dolayı var olan kavramlardır. Bunlar, varlığını “sözle” ortaya koyan ve sözün, varoluşunun biricik gerçekliği olduğunu fark edebilen canlının, insanın değerleridir. Bunlar elde edilmek ve korunmak istenen varlıklar oldukları ve sadece insanlar için böyle oldukları için “değer” diye adlandırılan kavramlardır.

Bu yüzdendir ki diğer insanlara karşı kaba güç kullanımını başlatanlar, verdikleri zarara göre haklarını kaybeder, kınanır veya yok edilirler.
İnsanlığın Hitler ve Stalin’le beraber yürütülememesinin sebebi sözün ve şiddetin/korkunun aynı anda bulunamamasındandır.

İnsanın “açık olması” bu yüzden “normaldir”!

İnsanın açık olması, çevresindekilerden emin olması ve kendisinin de bir tehdit olmadığını göstermesidir.

Aksi davranış ise söze güvenmemek, yalanla var olunabileceğini sanmak ve yalanla anlamsızlaştırılan dilin yerine korkunun/ şiddetin geçmesine izin vermek demektir.
Terörün hayatımızı zindan etmesini istemiyorsak şunu bilmeliyiz ki söz hakkını hayat ya söze veya teröre bırakmak dışında bir seçeneğimiz yoktur. Terörün, bizi var eden ifade imkânlarını kullanmasına, bizim değerlerimizden bahsetmesine izin verdiğimiz takdirde bize kalacak tek şey susmak, ve terör mezbahasında yok edilmeyi beklemek olacaktır.












Etnik Siyasetin Meşruiyet Sınırı Açısından Kürt Etnikçiliğine Bakış III


Kürt etnikçi siyaseti iki ayak üzerinde durmaktadır: Irk ve dil farklılığı…


Irkî farklılığı takip edilebilir aile ilişkilerine, dil farklılığını da maddi unsurlarla ortaya koyarak “Türk olmadığını” dolayısıyla da Türk varlığının egemenliğini ve belirleyiciliğini tanımadığını söylemektedir. Federasyondan, konfederasyona ve bağımsızlığa kadar bütün söylemlerinin temelinde Türk millî egemenliğine yani belirleyiciliğine isyan vardır.

Memleketimizde şüphesiz Kürtçe ifade hürriyetine yönelik haksız kısıtlamalar getirilmiştir. Çoğunluğun temel haklar hususundaki duyarlılığının çok daha fazla olması mecburiyetinden dolayı bu tip kısıtlamaları, iki yüzyıldır devam eden etnik ırkçı isyanlara rağmen hoş görmek mümkün değildir.


Mesele şudur ki bir ülkede devletin sürdürmesi gereken asgari işleri yürütürken gözetmesi gereken usulleri belirleyen, o ülkenin millî egemendir. Bir ülkede tek bir hukuk ve tek bir emniyet sağlayıcı olacaksa, bunu sağlayan da tek bir millî egemen vardır.
Bundan dolayıdır ki ülkeler tek bir bayrak, tek bir dil ve tek bir milletle anılırlar.
Türkiye’de etnik ırkçı siyasetçiler, kendilerine tek bir millî egemenlik altında sağlanan hukuk ve özgürlükler ortamının imkânlarını kullanarak bu tekliğe karşı isyan etmektedirler. Türkiye’de hukuk birliğinin yarattığı imtiyazsızlık ortamının yaratıcısı, Türk Milletidir. Türk Milleti kendi bağımsızlığıyla yarattığı bu hukuk ortamından yararlanan herkesin ortak adıdır. Kaldı ki bu ad Türkiye’ye has da değildir. Bu birlik tarihin bile çok öncesinde kurulmuş büyük ve kapsayıcı bir birliktir.


Bu birliğe ırkı ve dili bahane ederek karşı çıkmak aklı da hukuku da inkâr etmektir.
Ülkemizde etnikçi Kürt siyasetinin ırkçılığı, genetik aynılığı soyut bir kural birliğinin önünde saymasındandır. Bu kaçınılmazdır çünkü Kürt etnik ırkçılığı ilk isyanından bu yana izolasyon, kapalı toplumu sürdüren aşiretçilik üzerinde yürütülmüştür. Kürt’ler aşirete dayanan kapalı toplumculukları, kurala dayanmak bilincini geliştirememeleri, belli bir coğrafî dağılımın ötesinde var olamamaları yüzünden milletleşememişler, kültürel açıdan sınırlı, ırken de fazlasıyla homojen kalmışlardır.


Kürt etnik ırkçı siyaseti, Kürt’lerin kendi içine kapanma, aşiretçilik, iş bölümünde yetersizlik gibi konularda açılmalarını sağlamak yerine, millî egemen çoğunlukla iletişimini ırkçı temelde kesmeye yönelmiştir. Bu ayrışmayı da ırkçı davranışının kaçınılmaz sonucu olan şiddet vasıtasıyla sürdürmeye çalışmıştır.


Kürt etnikçi siyaseti her ne kadar Kürt’lerin bir “ulus” olduğunu söylemekteyse de onu, ırka ve lisana bağlı tanımlamasıyla zımnen bir etnik gruba indirgemektedir. Kürt’lerin kurala değil de aile birliğine dayalı yalıtılmış aşiret yapılarından dolayı gerçekleştiremedikleri uluslaşmayı, bürokratik bir otarşiyle gerçekleştirmek hayali, sosyolojiye aykırıdır. Milletleşmelerin büyük ölçüde tamamlandığı, millî devletlerin hemen hemen son şekillerini aldıkları bir devirde, elde silâhla hukuk birliğine karşı ırkçı ayaklanmalar çıkarmanın hümanizmde de hukukta da bir yeri yoktur.


Kürt etnikçi siyaseti, basitçe halledilebilecek bir ifade hürriyeti kısıtlaması sorununu, ırkçı bir isyan ile çözmeye kalkmış, tabiri caizse çekiçle yumurta kırmaya kalkmıştır. Bu yolla, bir vatan ve hukuk birliği içinde kalınarak çözülmesi gereken bir sorunda meşruiyet sınırını ihlal etmiştir.
Hukuka dayalı soyut bir ad olan Türk’e ırkçı temelde karşı çıkarak kendi kimliğini bu şekilde savunmak ifade hürriyeti içinde değerlendirilemez. Çünkü bu ırka dayanmayan bir hukuk birliğinin haklar takımını kötüye kullanmaktır.
Kaldı ki bunun ötesinde Türk millî egemenliğine açıkça isyan eden bir terör örgütüne meşruiyet izafe etmek de Türk vatandaşlığıyla bağdaşmayan, doğrudan “ihanet” kapsamına giren bir davranmıştır.


Kısacası Türkiye’de Kürt etnikçi siyaseti, ırkçılığı ve şiddeti benimsemesiyle meşru etnik siyaset yetkisini kaybetmiştir. Irkçı ve terörist bir örgütlenmenin “parti” sıfatıyla haklar ve özgürlükler ortamını kullanmasına müsaade edilmesi, yalnızca ırkçılığın ve şiddet yoluyla imtiyaz elde edilebileceği algınsının yerleşmesine yol açacaktır. Ülkemizde liberal demokrasinin yerleşmesi, hukuk devleti idealinin gerçekleşmesi, isteniyorsa etnik ırkçılığa dayalı imtiyaz taleplerinin dile getirilmesi yasaklanmalı ve hukuk sağlayıcı millî egemenliğimizin bölünmesine izin verilmemelidir.
BİTTİ

22 Temmuz 2010 Perşembe

Etnik Siyasetin Meşruiyet Sınırı Açısından Kürt Etnikçiliğine Bakış II


Bir ülkedeki devlet kurucusu millî çoğunluğun yanında, nüfus açısından az sayıda, uzlaşmaz bir kültürel farklılıklarla kendini belli eden, ülkede belli bir coğrafyaya büyük ölçüde bağlı, kültürel farklılıklardaki uzlaşmazlıklar yüzünden, egemen millî unsurla soy bağı kurmamış veya çok az kurmuş topluluklar, “etnik” olarak nitelenebilir.


Bir topluluğun “etnik” sayılması, onun bir hukuk devleti açısından farklı sayılmasını gerektirmez.
Bir devlet, çoğunlukça belirlenen ve çoğunluğun uyduğu her türlü kural ve sınırlamayı gözeterek, çoğunluk için geçerli olan hakların azlıklar içinde geçerliliğini gözetir, korur.
Bir çoğunlukça belirlenen derken kastımız, temel haklara riayet hususunda sağlanan çoğunluk mutabakatıdır yani devletin rızaya dayalı temellendirilmesidir. Yoksa çoğunluğun her türlü keyfî karar için tanrısal bir yetkiyi haiz olduğu değildir.


Dikkat edilirse devletin meşru temellendirilmesinde kurucu bir çoğunluktan bahsetmekteyiz. Hukuk kurallarının evrenselliğine rağmen bu kuralların uygulanması için kendi aralarında mutabık kalan “çoğunluklar” “evrensel” değildir. Yani kimliksiz, nötr, geleneksiz, renksiz insan yığınları değildirler. Bir arada yaşamak iradesini, üzerinde mutabık kalınacak genel kurallara dayandırmış bu büyük toplumlar, milletlerdir/uluslardır.

Dolayısıyla bir meşru devlette hukuk birliğini sağlamanın temelinde o hukuk birliğini sağlamak iradesini gösteren bir milletin varlığını tanımak yatar. Millî bir çoğunluğa dayanmaksızın ve neredeyse tamamı siyasî güç mücadelelerince kurulmuş harita devletlerinde “belirleyicilik” sorunun çıkmasının sebebi budur.


Bu durumda, bir ülkede “vatandaşlığın” yani hukuk birliğinden kaynaklanan hak müdafaası hürriyetinin, müessesesinin var olabilmesi için o hukuk birliğini sağlayan ve koruyan “kimliğin” tanınması kaçınılmazdır. Zaten bağımsızlığın ve daha da önemlisi egemenliğin gerçek manası budur.


Bundan dolayıdır ki bir devlet bütün vatandaşlarını, kendini kuran ve kendi kimliğiyle şekillendiren çoğunluğun adıyla tanır. Bu, hem haklar ve hem sorumluklar açısından, ülke vatandaşlarının hepsinin aynı şekilde gözetileceğinin ifadesidir. Bundan dolayıdır ki bir millî devlet veya moda tabirler “ulus devlet” vatandaşlığı egemen milletin adı üzerinden tanımlar. Bunun yanında siyaset yoluyla devleti yönlendirmek hususunda da gene aynı bağımsızlık ve egemenlik ölçüleriyle bütün vatandaşları yetkili kılar. Devletin, vatandaşlarını bir kimlikle” tanıması, devletin vatandaşlarına bir dayatmasından değil, devleti, bir araya gelerek kurmuş olan milletleşmiş toplumun “kimlik birliği” yönünden irade göstermesinden dolayıdır.


Bu yüzdendir ki hiç kimse kendi temel haklarını, bir ülkenin kurucu millî çoğunluğunu reddetmek veya onun hukuk koruyucu ve emniyet sağlayıcı tekelini yok etmek için kullanamaz.
Bu durumda “etnik grupların” siyaset mekanizmasına girişleri” imkânsızlaşmış mıdır?
Elbette böyle bir durum yoktur. Çünkü kendini “farklı” hisseden gruplar daima olacaktır. Mesele şu ki bu farklılık hissi tek başına hukukî ve siyasî bir “kaynak” teşkil etmez.
Temel hakları açısından çoğunluktan farkı olmayan bir azlık grubunun “farklılık hissi” ancak farklılık hissinin özgürce ifade edilmesini istemekle sınırlıdır.


Temel hakları açısından kısıtlanan, çokluktan bariz şekilde ayrılan gruplar içinse ihlal edilen hakların niteliğine göre karşı çıkma hakkı söz konusudur. Bir insanın hayatını tehdit ettiğinizde, onu öldürmeğe teşebbüs ettiğinizde size şiddet göstermesine şaşmamalısınız.
O halde temel haklar konusundaki resmî ve ciddi bir ayrıma tabi tutulmayan “etnik” grupların isyan etmek ve kurucu çoğunluğu inkâr etmek gibi bir hakları olamaz.


Tadil edilebilir bir devlet içinde etnik siyasetçiler yalnızca, kendi gruplarındaki bireylerin temel haklarının gözetilmesi konusunda uyarıcı olarak görev yapabilirler. Bunun dışında bir ülkeye “anadil”, devletin işleyişi, eğitim vs. konularda kendi farklılıklarını dayatmaya hakları yoktur. Çünkü bu vb konularda zaten kurucu millî çoğunluk belirleyici olmak hakkını yani bağımsızlığını dünyaya tanıtmış ve tek meşru belirleyici haline gelmiştir.
Bundan ayrı olmak üzere “demokrasi” tanımı gereği “çoğunluğun barışçı yönetimidir.” Demokrasi ile yönetilen bir memlekette o ülkenin millî kurucu çoğunluğunun belirleyici olması zaten demokrasinin de gereğidir.


Temel hakların tanınması dışında hiçbir grubun ırkî, lisanî vs farklılıklara “ayrıca” hak tanınmasını istemeye bu sebepten hakkı yoktur!


Temel hakların korunmasının kontrolü dışındaki her türlü “etnik” talep millî çoğunluğun egemenlik hakkına müdahaledir, isyandır. Bundan dolayı da egemenin sağladığı hukuk birliğine isyan ile gayrı meşrudur.


Gelelim Türkiye’deki Kürt etnikçi siyasetinin, etnik siyaset için çizdiğimiz meşruiyet sınırlarına ne kadar riayet ettiğine…

Türkiye’de Kürtler, iki yüzyıldır süren sayısız isyanla her ne kadar Türk varlığına karşı gelmiş olsa da gerek din kardeşliği gerekse derin tarihi benzerliklerden dolayı asla Türk çoğunluk için “etnik” bir grup sayılmamışlardır. Aksine, ırkî mülâhazaları çoktan aşmış, derin bir tarihî kökü ve hukuk beraberliği ile temayüz eden Türk varlığının hep bir parçası sayılmışlardır.
Yani etnik grupların sahip olduğu “uzlaşmaz kültürel farklar” Kürtler için söz konusu değildir.
Bundan dolayıdır ki özellikle Anadolu coğrafyasında geniş bir dağılım göstermişlerdir. Şüphesiz bazıları, isyan eden aşiretlerin dağıtılmasının gönüllü bir dağılım olmadığından bahsedecektir ama egemen bir milletin meşru devletine karşı isyanın cevapsız kalmasını beklemek herhalde hukukla bağdaşamaz.


Kaldı ki dağıtılan aşiretlerin batıdaki yerleşimleri toplumsal açıdan bir sorun teşkil etmemiş, ırk gözetmeyen ve son derece geniş karınlı Türk çoğunluk içinde Kürt’ler kadim kardeşlerimiz olarak rahatlıkla iş kurmuş, yerleşmiş ve tahsil görmüşlerdir.


İki yüz yıllık tahriklere rağmen Türk varlığı Kürt kardeşlerinin hukuk açısından ayrı bir yere konmasını aklına dahi getirmemiştir ve getirmeyecektir de. Bu memleketin mahkemeleri bütün davaları “Türk Milleti” adına çözerken kimseyi bu millî bütünlüğün dışında saymamıştır.


Türk Milleti adına yürütülen adalet, Türk diye ayrı bir ırk tanımaz ve bu ırka da imtiyaz tanımazken yani “Türk olmanın” hiç kimseye fazladan bir hak vermediği bir memlekette “Türk olmamaktan” dolayı hak talep etmek bir hak arama şekli olamaz.


(Devam edecek)

Türkiye’de Anlam Kaybı ve Etnik Terör



Bu ciddi bir akıl tutulması. Bu ciddi bir bilinçsizlik hali.
Bu ciddi bir değersizlik hali… Yani elde etmek ve korumak istediğimiz hiçbir şeyin olmaması hali…


Sanki sağ ve sol, öne ve arka, aşağı ve yukarı yokmuş ve biz sıvılaşmış bir evrende sıvılaşmaktayız, diğer her şey gibi.


Sanki iyi ve kötü, doğru ve yanlış yalnızca birer sıvılaşmış kelime ve aslında bilinçlerimiz de eriyip gitmekteler.


“Ülke”, “vatan” yalnızca birer yol levhasından ibaret. Kapıkule’de bizi karşılayan ama içeriği olmayan bir toprak parçası.


Bu sıvılaşma beynimizi öyle tahrip etmiş ki artık anlamları bile umursamıyoruz.
Anlamları umursamayınca katiller, mütecavizleri, hainleri, satılmışları da göremez oluyoruz.


Çünkü bu sıvılaşma ihanet edilecek hiçbir değer de bırakmıyor elimizde.
Beyinsiz birer empati yumağı haline getirmeye çalışıyoruz birbirimizi.

“Dağdakiler de bizim!”, “ Gerilla ölmesin, analar ağlamasın!” diyen biziz!
Ne dediğimizi fark etmeden, bir anlamını bizi nerelere sürükleyeceğini idrak edemeden.
Biz kelimeleri anlamsız göstergeler sanıyoruz artık. Dolayısıyla “katil” dendiğinde sadece birilerinin diğerlerine yakıştırdığı ama özünde anlam taşımayan, onu üzerinde taşıyan adamla da bir ilgisi olmayan bir isim sanıyoruz.


Çünkü ne katille ilgili bir anlam takımımız var, ne de vatanla ilgili. Hastalıklı bir takım “düşünürler” “ vatanı en büyük kötülüklerin kaynağı” saydığı diye vatan kelimesinden korkan, onu yok sayınca iyileşeceğimizi sanan, beyinsiz bir kitleye döndük.
Katile neden katil denir hiçbir fikrimiz yok!


Çünkü gerçeklerle kelimeler arasındaki bağa inanmıyoruz artık.
Gerçekleri isimlendirmeden anlamaya çalışırken isimleri anlamsızlaştırıyoruz.
Vatanın anlamını bilincimizden silmeyi hümanizm sayarken onun ilişkili olduğu olumsuz anlamları da sildiğimizi göremiyoruz.


Çünkü meselâ vatan yoksa vatana ihanet de yoktur. Çünkü eğer vatan yoksa “egemenlik/ hâkimiyet” de yoktur, buna bağlı olarak “düşman” da yoktur! Çünkü eğer vatan yoksa “şehadet” de yoktur, şehit yoksa terörist de yoktur. Vatan yoksa “millet” de yoktur, millet yoksa, komşu da yoktur, diplomasi de yoktur, hasım da yoktur!
Bu nörotik, bu hastalıklı hümanizmle anlamları sakatlayıp yok ederken gerçekleri de yok ettiğimizi sanıyoruz.


Belki vatanı yok ediyoruz zihinlerimizde “düşmanla” beraber ama düşman olduğu yerde duruyor. Şehidi yok sayınca öfkemizin yok olacağını sanıyoruz ama terörist her gün katliam yapıyor. Milleti yok sayınca herkesle aynılaşıyoruz sanıyoruz ama sınırlar oldukları yerde duruyor. “Herkesle sıfır problem” deyince problemler yok oluyor sanıyoruz ama bizden yok olan şeyleri fark edemiyoruz.


Anlam kaybı, kavramları ve olguları anlamamızı sağlayan sınırları ortanda kaldırıyor. Her şeyi birbirinin içine geçen ama asla tam göremediğimiz, algılayamadığımız koskoca bir bulanık kitle haline getiriyor.


Tam bir tarafı anlamak üzereyken sıvılaşmış anlamlar, birbirlerinin üzerinden akıyor ve bizi tanımsız bırakıyor. Artık ailemizi tehdit ederek siyaset yaptıklarını iddia edenlerin çelişkilerini göremiyoruz. Çünkü korku yaratarak kabul ettirmekle, ikna etmeye dayalı siyaset eylemi arasındaki farkları ortadan kaldırmış oluyoruz.


Çünkü artık kendi ailesini taciz eden, çocuklara tecavüz eden, karılarının, kızlarının intiharına sebep olan, ailesini, aşiretinin keyfi kararıyla köpek gibi öldüren, inekleri, sahipleriyle beraber katleden adamı niteleyecek hiçbir kelime kalmamıştır.


Kelimelerin arasındaki sınırları kaldırmakla sebep olduğumuz şey, hayatla ölüm arasındaki sınırı kaldırmak, katilin ve mütecavizin, anlam sahasını işgal etmesine izin vermektir.
Biz kelimeleri yok sayarak onların anlamlarını, yani zihnî sınırlayıcılıklarını ortadan kaldırıyor ve katillerden, mütecavizlerden, teröristlerden bunu anlamalarını, durmalarını bekliyoruz. Ama zaten onların yapmak istedikleri de bu.

Diyalektik materyalizmi bir maymuncuk gibi kullanan ve Marksist şiddeti kafalarımıza kabul ettirmek için kelimeleri keyiflerince sarf eden etnik ırkçılar, önce vatanımızı kafamızdan silip sonra kendi hayatımıza ve anlam dağarcığımıza bizi düşman ederek bizi zihnen yok ediyorlar.
Bundan sonrası kolaydır. Vatan, millet, bayrak gibi kelimelerin anlam ilişkilerini reddeden, hatta bunları insanlığın düşmanı sayan bir zihin için evini kimin işgal ettiğinin bir önemi yoktur. Böyle bir zihin yaşamak arzusunu kaybetmiştir. Onu yok etmek için tüfeği doğrultup nişan almanıza gerek yoktur. O zaten tüfeğin namlusunu, kendi şakağına kendisi dayayacaktır.








21 Temmuz 2010 Çarşamba

Etnik Siyasetin Meşruiyet Sınırı Açısından Kürt Etnikçiliğine Bakış I


Görünenler üzerinden hareketle kabaca “etnik” sıfatının anlamını kavramaya çalışalım.
Etnik diye nitelenebilecek gruplar için genellikle “ırk” üzerinden bir farklılaştırmaya gidiliyor, görebildiğimiz kadarıyla. Yani etnik sıfatı artık doğrudan ırk farklılığını dile getirmek için kullanılıyor.


Irk kelimesinin insanî meselelerde hele de üstünlük tartışması açmakta kullanılmasının ahlâksızlığı da ortada…


Buna rağmen dünyada hâlâ belli bir coğrafyada neredeyse kendisini dünyadan yalıtmış halde yaşayan, diğer topluluklarla pek fazla karışmayan, karışmamaya da özen gösteren topluluklar yok mu? Elbette var. Bu durum genetik aynılığı sürdürmeye yarıyor mu? Evet.
Ayrıca bu tip “yalıtılmış” topluluklarda geleneklere bağlılık diğer topluluklardan daha sıkı bir şekilde devam ediyor mu? Buna da evet…
Buraya kadar ortaya koyduğumuz bir takım gerçekler kabaca “etnik” denen grupların eşkalini bize gösteriyor.


Etniklikle ilgili bir başka unsur, “etnik” denen grubun, içinde yaşadığı çoğunlukla “uzlaşmaz” bir far göstermesidir. Bu unsur önemlidir, çünkü azlık/çokluk ilişkilerinin seviyesini belirler.
Bir başka ve siyasî sonuçları açısından önemli husus da azlık grubun, içinde yaşadığı toplumun egemenlik sınırları dışında yaşayan egemen bir başka çoğunluğun parçası olup olmadığıdır. Bu noktada azlıkları birbirinden ayırt etmemiz için önemlidir.


Bu tanımları veya farkları ortaya koymak, azlıkları birbirinden ayırt etmek ve siyasî faaliyetler içindeki yerlerini anlamak açısından hayatîdir.


Ortaya koyduğumuz kıstaslara göre bir memlekette, demokrasi sınırları içinde yapılabilecek meşru siyaseti tanımlamaya başlayabiliriz. Zira siyaset, taleplerin, devlet yönetimini etkilemesi için yürütülen resmî ve meşru bir faaliyettir. Bu açıdan siyaset, “devlete kendini ifade etmek” veya ifadenin etkenliğini sağlamak, onu hayata geçirmek faaliyetidir. Bu açıdan da ifade hürriyetinin sınırlarıyla kayıtlı bir faaliyet sahasıdır.


İfade hürriyeti temel bir haktır. Yani maliyeti başkasına yüklenmeksizin, doğuştan getirilen, hayat ve mülkiyet haklarıyla beraber dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez en temel menfaatlerdendir.


Bunun bir hak olması, kişinin/ferdin, bu hakkın kullanımından dolayı taşıdığı sorumluluk dışında, hiçbir keyfî sınırlamaya tabi tutulamayacağı anlamına gelir.


İfade hürriyetinin önemi, “farklı” hissedenlerin, var olduklarını, varoluşsal temel menfaatlerinin dokunulmaz olduğunu, diğer herkese hatırlatabilmelerinden gelir.
Bu farklılık hissi, her konuda ortaya çıkabilir.


O halde sorulması gereken soru şudur: Bir farklılık hissinin “devlete kendini ifade etmek” veya ifadenin etkenliğini sağlamak anlamında ifadesi nasıl olmalıdır?

Bu sorunun cevabı yukarıda siyasetin sınırlarını belirtirken kısmen verilmiştir.

Siyasetin ifade hürriyetinin sınırları içinde meşru olması demek farklılık hislerinin izharı ve bununla ilgili “taleplerin de” aynı sınırlamaya tabi olduğu anlamına gelir.

O halde ifade hürriyetinin sınırları nelerdir?

Aslında ifade hürriyeti hakkının sınırları diğer iki temel hakla olan ilişkisinin de belirleyicisidir.
İfade hürriyeti:
1- Başkalarıyla mülkiyet ilişkilerimizi belirleyen her türlü sözleşmede beyanın doğruluğu
2- Başkalarıyla olan toplumsal ilişkilerde hayat hakkını tehdit eden şiddet ve zor kullanımı ve tehdit unsurlarını içermemek

Kayıtlarıyla sınırlanmıştır.

Bunun yanı sıra, elbette herhangi bir menfaatin “hak” sayılabilmesi için geçerli olan “maliyetsizlik” unsuru da ifade hürriyetinin “varoluşsal” sınırı olarak hatırlanmalıdır.


Maliyetsizlik unsuru, bir menfaatin varlığının bir başkasına bir maliyet yüklememesi durumudur.


Bir hukuk devletinde, başta devlet olmak üzere her makam ve örgütlenme, ferdin temel haklarına kesin bir saygı gösterir. Hukuk devletinde “zor kullanmayı” asla devlet başlatamaz! Devlet ancak temin ettiği hukuk biriliği ve emniyet düzenine karşı girişilen şiddet eylemlerini ve kendi kurucu millî unsuru içindeki ferdî husumetleri gidermek için şiddete başvurabilir.

Dolayısıyla, vatandaşların kendi rızalarıyla var ettikleri zor kullanıcı tekelin varoluşu, vatandaşların şiddet kullanımıyla ilgili sınırlarda mutabık kalmalarındandır. Dolayısıyla da bir memlekette “devlet” dışında bir başka zor kullanma makamına izin verilemez.

Bu makamın, yani devletin meşruiyeti, bir ülkede “herkes için ve her zaman” geçerli kuralları gözetecek, herkesin her zaman kendi gözetiminde tutabileceği, denetleyebileceği tek zor kullanıcı olmasındandır. Bu yüzdendir ki hukuk devletinden uzaklaşıldıkça devlet meşruiyetini kaybeder.
Şu halde, kendini “etnik bir grup” olarak hisseden toplulukların, bir hukuk devletinde, kendilerini siyaset sahasında ifade etmelerini anlamlı kılan sınırlar nelerdir?

Bir hukuk devleti tanımı gereği, bir ülkede “herkes için ve her zaman geçerli” olan kuralların işlemesini temin ettiğinde hiç kimse için hiçbir sorun yoktur.

Ne zaman ki devlet, kuralların işletilmesinde bazı toplulukları/ azlıkları veya çoğunluğu kayırmaya başlar ve bunların sorumluluklarını görmezden gelirse, sorun o zaman ortaya çıkar.

Bu akıl yürütmemize “gerçekten hukuk devleti diye bir şeyin olmadığı” savıyla karşı gelecekler için daha gerçekçi bir tanım olan “tadil edilebilir devlet” tabiri ile cevap verebiliriz. Nitekim tadil edilebilir devlet, hukuk devleti idealine doğru toplumun her bir birimince yani bireylerce yönlendirilebilen, her bir ferdin meşru hak müdafaasının, devlet işleyişinde müteessir emsal teşkil edebildiği devlettir.

Bu durumda, daha önce kaba hatlarıyla ortaya koyduğumuz etnikliği şimdi biraz daha netleştirebiliriz.

“Etniklik” bir ırki farktan ziyade bir toplumsal görecelik durumudur. Bütün bunlara rağmen toplumsal yalıtımdan dolayı takip edilebilir soy ilişkileriyle meydana çıkan ırkî farklılık da söz konusu olabilir.


(Devam edecek)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Etnik Irkçılığın Vahşet Tasarısına Kısa Bir Bakış


Bu arada malum KCK yapılanmasının sözleşmesinde ise şunlar yazılı: “Kürt halkının demokratik konfederasyon ilkeleri temelinde birliğini esas almak, bölge halklarıyla eşitlik ve kardeşlik temelinde Demokratik Toplumcu Orta Doğu Konfederasyonunu geliştirmek, küresel emperyalizme karşı halkların Küresel Demokrasi Kongresi’nin yaratılması temelinde mücadele ederek sömürüsüz, baskısız, adil bir küresel sistem yaratmak”.

Yeniçağ yazarlarından Özcan YENİÇERİ’nin bugünkü yazısından bir bölümü aktardım.
Etnik terör örgütünün şehir yapılanmasının kuruluş amacını özetleyen uzun ve bir o kadar Marksist anlamsızlıkla dolu bu cümle incelenmeye değer.

Cümle “Kürt halkı” ifadesi ile başlıyor. Nedir Kürt halkı, kimdir? Buradaki “halk” kelimesi sosyolojik olarak hiçbir anlam ifade etmiyor. Zira ne farklı bir kavimler birleşimine, ne farklı bir kavme ne de farklı bir ırka gönderme yapıyor. Kısacası Kürt halkı dendiğinde kafamızda ne gibi bir kavram oluşması gerektiğini bize gösteremiyor.

Burada “halk” kelimesinin kullanılışı, “millet” kelimesini görmezden gelmek çabasından başka bir şey değil. Sosyolojik tekamül, çeşitlenme ve medenileşme süreçlerinin hepsini göz ardı ederek bir sosyolojik ismi (Kürt) bir yarı ekonomik terimle bağdaştırma çabası…
Marksistlerin bütün muhtemel aksi beyanlarına rağmen “halk” kelimesi toplumun bir tabakasını ifade eder. “Sınıf” terimi açıklayıcılığını yitirmiş, yanlışlığı artık ayan beyan bir terim olduğundan kullanımı da yanlış olacaktır.

“Halk” terimi, toplumun çoğunluğunu oluşturan orta ve alt gelir düzeyleri için kullanılır. Cevaplayıcılık, açıklayıcılık açısından, bu terimin tek kullanım şekli budur. Bunun dışında bu terimin, kültürel, etnik/ırkî hiçbir açıklayıcılığı yoktur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Marksist millet düşmanlığının, sosyolojik otosansüründen geçebilmiş tek kelimedir, “Halk”…

Dolayısıyla “Kürt halkı” dendiğinde Kürt “milletinin” mi, Kürt, “kavminin” mi, Kürt kabilelerinin mi, yoksa Kürt kavmi içindeki bir sosyal tabakaya mı işaret edildiği anlaşılamamaktadır.
Ayrıca şurası da unutulmaktadır ki “Kürt halkı” denen kitlenin oluşma şekli belirtilmemektedir. Kürt halkı hukuk temelli oluşmuş bir beraberlik midir, ırki kökenini aile bağlarına dayalı takip eden bir klan/ kabile midir, belli değildir.
Gelelim bundan sonraki ifadeye…

demokratik konfederasyon ilkeleri temelinde birliğini esas almak” Hangi demokrasi ve kiminle konfederasyon? Burada da demokrasi kelimesinin Marksist algılanışı devreye girmektedir. Bahsedilen şey bildiğimiz “liberal demokrasi” değildir. Çünkü hiçbir liberal demokrasi, oy gruplarına bağlı bölünmeleri meşru saymaz. Demokrasi, belli bir yüzdeye ulaşmış her oy grubunun, kendini çoğunluktan ayırabilmek hakkının olduğu gibi bir saçmalığı kabul etmek değildir. Dolayısıyla sırf bir ad ve nüfus taşıyor diye her kabilenin, her aşiretin her kavmin ayrı bir devlet kurması hakkının var olduğunu söylemeye demokrasi denmez. Çünkü böyle bir “hakkın” kimden alınacağı, böyle bir “hakkın” kime ödetileceği sorusu, Marksist diyalektik canbazlığın dahi altından kalkamayacağı bir sorudur.

İfadenin içinde “konfederasyon” terimi geçiyor. Yani gayet gevşek ve bağımsızlığın bir adım berisindeki bir beraberlikten bahsediliyor. Konfederasyonlar aslında “bağımsızların” birliğidir ve özünde hiçbir bağlayıcılık da taşımazlar. Peki bu konfederasyon kiminle kurulacaktır? Yazarın yazısında daha sonraki cümlelerde belirtilen ama buraya aktarmadığımız Ortadoğu ülkeleriyle…

Etnik terör örgütü bu konfederasyon için bölge ülkelerinin rızasını gözetmiyor. Bir kısmı büyük devletlerin çizdikleri harita devletleri olmasına rağmen, meselâ Türkiye Cumhuriyeti gibi bir millî devletin millî iradesini hiçe sayabiliyor. Türk Milleti’nin kendi devletinin şekli üzerindeki tasarrufunu çiğneyebileceğini sanıyor. Bu açıdan mesela “federasyon” gibi millî bir beraberliğe dahil gibi görünen bir oluşumu dahi arzu etmiyor. Bu arada hayal edilen Kürt devletinin rejimi konusunda hiçbir fikir ileri sürülmüyor. Meselâ kurulmak istenen etnik ırkçı devletin içindeki aşiretlerin de “bağımsızlık” talep etmesi durumunda ne yapılacağından hiç bahsedilmiyor.

Devam edelim…
bölge halklarıyla eşitlik ve kardeşlik temelinde Demokratik Toplumcu Orta Doğu Konfederasyonunu geliştirmek

Bir önceki cümledeki boşluk burada dolduruluyor. “Bölge halkları” kimlerdir? Halk kelimesinin muğlâk anlamsızlığından daha önce bahsettik. “eşitlik ve kardeşlik temelinde” İfadesinde “eşitlikten” ne kast edilmektedir? Öyle sanıyorum ki buradaki eşitlik bildiğimiz liberal demokratik kuramdaki “kanun önünde eşitlikten” ziyade Marksist söylemdeki “gelir ve tüketim” eşitliğidir. İyi de kimin ürettiğini kim, kime nasıl pay edecektir? Madem konfedere bir birlik düşünülmektedir, bu birlikte, meselâ niçin Türk vergi mükelleflerinin etnik ırkçı Kürt konfederasyonunu beslemesi mecburiyeti olacaktır? Cümle biraz daha açıklayıcı biçimde “Demokratik Toplumcu” sıfatıyla içeriğini belli etmekte… “Sosyalist” kelimesinin içerdiği siyasî ahlâksızlık ve terör tarihinin üstünü örtmek için “toplumcu” terimi kullanılmış ama tasarının özünde Marksist/ kolektivist olduğu da gayet açık… Etnik terör örgütü, yalnızca kendi ırkçı devletini tasarlamıyor burada, “bölge haklarına” da bir devlet şekli olarak konfederasyonu “öğütlüyor”.

küresel emperyalizme karşı halkların Küresel Demokrasi Kongresi’nin yaratılması temelinde mücadele ederek sömürüsüz, baskısız, adil bir küresel sistem yaratmak”.

Uzun ve bir o kadar anlamsız cümle nihayet bu yan cümle ile bitiyor. Yan cümle “küresel emperyalizme” karşı diye başlarken Marksist içeriğini bir kez daha belli ediyor. Marksizmin bildiğimiz anlamda bir “ liberal demokrasi” istemediği, hatta onu küçümsediği herkesçe malum…
Bunun da ötesinde bu cümleyi söyleyen örgütün, kendi deyimiyle bizatihi “emperyalizmin” köpeği olduğu da herkesçe malum. Burada “köpek” bir hakaret değildir. Köpek güç üstünlüğüne göre varoluşunu kabullenmiş bir canlıdır. Kaldı ki köpek, sadakat noktasında, kendisiyle aynı şekilde güce boyun eğen insandan daha yüksek bir mevkidedir. Çünkü köpek bir kez kendisini besleyen bir güçlüyü bulduğunda, “sahibine” asla ihanet etmez. Oysa güce göre sadakat ilişkileri kuran insanların sadakati muvakkattir, daha kötüsü anlamsızdır. Herkesin bildiği gibi etnik terör örgütü Ortadoğu ile ilgili büyük devletlerin plânlarının bir maşası, köpeğidir.

Bu gün “ulus” olduğunu, bağımsızlık istediğini söyleyen Kuzey Irak yığışması lideri, bu sözleri ancak bir işgal gücünün koruması altında edebilmekte, bir işgalcinin merhametine muhtaç olduğunu fark edememektedir.

Etnik ırkçı örgüt, ukalâlığını sürdürmekte, kendi insanlarının hayatı üzerindeki şiddet tehdidini, kendi insanlarının imajını nasıl kirlettiğini görmezden gelerek bir de kendine “küresel” bir misyon biçmektedir. Etnik ırkçılığın kendisi zaten Kuzey Irak başta olmak üzere ciddi bir tehdit, baskı ve zulüm odağıdır. Bu arada Kürt kardeşlerimiz aslında etnik ırkçı örgütün “insanları” falan değildir. Etnik ırkçı örgüt, ırka dayalı saflaştırılmış bir bağımsızlık hayaliyle Kürt kardeşlerimizle aynı kökten gelme hakkını kaybetmiştir. Çünkü “kardeşlik” aynı karından doğmakla başlar ama şarta bağlı olarak iradî şekilde sürdürülür.

Etnik ırkçı örgüt, Kürt kardeşlerimizin, hukuk temelinde yürüyen Türk milletleşmesi sürecinde edindiği bütün medeni haklara Marksist/ırkçı bir melez vahşet ideolojisiyle karşı çıkmaktadır. İnsanlığı kucakladığı iddia edilen Marksizmi yalnızca Leninist eylem plânında iç savaş geliştirmek için kullanmaktadır. Marksizmin enternasyonalizminin hangi milletin ne gibi bir işine yaradığı ise bu güne kadar cevaplanmamış bir sorudur ayrıca…

Etnik ırkçı Kürt örgütlenmeleri , Kürt kardeşlerimizi, ellerinde silâhlarıyla komşu aşiretin ineklerini vuran, kendi bacılarını keyfî kararlarla katleden, mülkiyet hakkı, aşiret reislerinin iki dudağı arasında olanların kabile ilkelliğine geri götürmek istemektedir.

Hiç kimse alışverişle, rızayla ve hukukla oluşturulmuş bir beraberlikten doğan kardeşlikle, fikre, iradeye, ahlâka yer veremeyen biyolojik bir kabile kardeşliğini bir tutamaz. Biz kardeşlikten bahsettiğimizde, kurucu millî egemenin koruyuculuğu ve adaleti altında teşekkül etmiş kurallara uymak iradesini gösterenlerin kardeşliğinden bahsederiz. Etnik ırkçılar ise yalnızca batın aynılığından…

Böle bir oluşumun, “yağmadan” başka bir anlama gelmeyen Marksist “adalet” ilkelliğini bize dayatmaya kalkması dahi onun yok edilmesi için başlı başına bir sebeptir.

Evet bir tür Ortadoğu ortaklığı şüphesiz geliştirilmelidir. Lâkin bu ortaklık, millî devletleri tehdit eden, her türlü hukuk birliğini inkâr eden ırkçı bir kabile örgütlenmesinin yarım aklının önerdiği saçmalıklar temelinde değil, bu ırkçı örgütlenmenin kökten yok edilmesi temelinde kurulmalıdır.

Ekonomik akıl (ki ekonomi, mantıklı davranışların özünü teşkil eder) bize maliyetleri düşürmenin “en yakındakiyle alışverişten” geçtiğini göstermektedir. O halde Ortadoğu ülkeleri birbirlerine karşı Kürt etnik ırkçı terörünü kullanmak yerine bu örgütlenmeyi yok ederek ekonomik ilişkilere yönelmeli ve gelişmenin maliyetini düşürmelidir. Etnik ırkçılığın bizi götüreceği tek yer savaştır, yok oluştur. O halde bu sona ulaşmadan önce etnik terörün kökü kazınmalıdır.

18 Temmuz 2010 Pazar

Profesyonel Ordu Tasarılarında Değer Yoksunluğu



Profesyonel ordu tartışmaları gündeme bomba gibi düştü.


Burada öyle görünüyor ki ordumuzun profesyonellik anlayışı ile hükûmetin anlayışı arasında ciddi bir fark var.


Türk ordusu kendi bünyesinde kendi disiplini ve millî duygularıyla yetiştirilmiş bir sürekli kadrodan bahsederken hükûmet, “kiralık askerlerden” bahseder gibi görünüyor.
İktidar partisinin enternasyonalist dünya görüşü “millî” olan her şeye yabancı kaldığından “ordudan” da “değer taşımayan” bir silâhlı gücü anlıyor.
Bu da zaten başta liberaller olmak üzere milliyet düşmanı her kamp için bulunmaz bir nimet haline geliyor.


Türkiye’de darbelere karşı oluşturulan müşterek muhalefet, ordu kavramına yaklaşımlarla ciddi şekilde çatlamış görünüyor.


Türk Ordusu’nu sevmenin, doğrudan doğruya darbe taraftarlığı olduğu havası yaratıldığında, artık iktidarın millete ne kadar yabancılaştığı, adeta “mankurtlaşmış” olduğu da ortaya çıktı.
Enternasyonalist, Anglosakson kültürüyle sulandırılmış dinciliğiyle sıradan Müslüman’larda artık ciddi tedirginlik yaratmaya başlayan iktidar partisinin “ordu” algısı, millî hizleri de çok ciddi şekilde rencide etti.


Çünkü iktidar partisini “değerler skalasında” millete dair hiçbir şey yok. O “milletten” bahsedenleri kafatasçı olmakla suçlayan, içi boşaltılmış bir insanı savunmayı hümanizm sanan çarpık bir anlayışın temsilcisi.


İktidar partisinin bu gün profesyonel ordudan anladığı Irak’ı kana bulayan her türlü askeri terbiyeyi, kuralı hiçe sayan, sorumsuz yetkili satılık askerler…
Hükûmetin aklından geçen şey, ABD’nin Black Waters ile yaptığını yapamayacak olmasından dolayı gene çarpık devletçi sistemimize yamanmış bir tür sorumsuz yetkili çapulcular birliği gibi görünüyor.


İktidar partisi şehit cenazelerindeki “infialden” dolayı “sahipsiz ve harcanabilir” savaşçılar istihdam etmek istiyor.


Elbette ABD’nin savaş konseptinden ezbere aparılmış bu taklitçi anlayışın milletin “değerleriyle” örtüşüp örtüşmediğini umursamıyor bile.


Çünkü “kendinden saymadığı” bir milletin ahlâkını ve felsefesini önemsemiyor. İktidar partisi için şehitlerimiz herhalde “dar-ül harp” bir memleketin imanı belirsiz ölüleri ?
İktidar partisi milliyet düşmanlığı ve değer yoksunluğu yüzünden olsa gerek, terörle mücadele edecek “profesyonellerin” de kendisi gibi değer yoksunu ve parayla kurulup oynatılacak kuklalar olacağını tasarlıyor. “Sarkık bıyıklılar” deyip de milliyetçilikleri için suçladığı vatan evlâtlarından kurtulmanın yolunun bu olduğunu düşünüyor.


Bu arada sayısız faili meçhuller için öncelikle terör örgütünü suçlamamasının ahlâkî yoksunlunu bile hissetmiyor.


Türk evlâdının parayı aldığında Türklüğünü aklından çıkararak savaşacağını sanıyorlar. Çünkü onlar zaten bu vatanı Türk yapan değerler bütününden rahatsız oluyorlar.
Profesyonel ordu veya özel birliklerin denetlenme usullerini bile açıklamadan, onların nasıl olup da birer kadrolu PKK militanı olmasının engelleneceğinden bahsetmeden, “sarkık bıyıklılar” söylemiyle Türk’ten ayrılmış bir devlet sisteminin bir parçasını daha tasarlıyorlar gibi görünüyor.


Eğer profesyonellikten bahsedilecekse, bu ordumuzun bünyesinde, gayrı nizami harpte uzmanlaşmış bir kadroyla gerçekleştirilebilir.
Daha kendisine küfreden, açıkça özerklik ilan eden, devlete açıkça savaş ilan eden siyasi rakipleri hakkında hiçbir işlem yapamamış, millet iradesinden bahsedip de millet iradesini etnik ırkçı teröristlere ve onun yandaşlarına ezdirmiş bir idarenin ne kadar “sivil” olduğu veya ne kadar oy aldığı hiç önemli değildir.


Profesyonel ordudan bahsederken ABD gibi küresel bir gücü sözüm ona demokrasi götürmek için gittiği ülkelerde rezil eden paralı askerlerin durumundan ciddi dersler çıkarmak gerekir.
Ama elbette bunun için Türk diye bir millet olduğunu ve önceliğin bu millete ait olduğunu idrak edecek kadar değer sahibi olmak gerekiyor.

Etnik Irkçılığın Doğal Vahşeti



Ülkemizdeki Kürt etnik ırkçılığı, aslında bütün diğer etnik ırkçılıkların basit bir ahlâkî numunesidir.


Soyut kurallar etrafında bütünleşmiş bir toplumu inkâr edip ırka dayalı benzeşmeyle dünyadan ayrılmayı bize “hak” diye sunmak, Kürt etnik ırkçılarının da diğerleri gibi bize sunduğu, “demokrasi” kaplanmış bir zehir tabletidir.

Kürt etnik ırkçılığı, devletlerin oluşum sebebini idrak edemeyen, sebep sonuç ilişkilerinden mahrum, dolayısıyla ahlâktan mahrum bir harekettir.
Devletler, insanoğlunun, kaba kuvvet dışında, herkes için ve her zaman geçerli olan kurallara bağlanma ihtiyacını izhar etmesinden başka bir şey değildirler.

Şüphesiz “devlet” adıyla anılan pek çok zor kullanıcı örgütlenme kurulmuştur. Mesele odur ki bizi günümüze ulaştıran, medeniyetin maddî ve manevî gelişimini sağlayan “devletler”, üç beş savaş efendisinin, çapulcunun, sürü liderinin tehdit yoluyla sürdürdüğü beraberliklerden daha gelişmiş ve kurala dayanmayı ilke edinmiş örgütlenmelerdir.
Etnik asabiyetin var olma sebebi kural değil benzeşmedir.

Kurala dayalı oluşturulan beraberliklerde yani modern devlet ve onun öncülerinde benzeşme, kurala dayalı beraberliğin doğal sonucuyken etnik ırkçıların “devlet” taleplerinde benzeşme, beraberliğin gerek/şartıdır.

Bunun pratikteki anlamı şudur: “Benze veya öl!”
Nitekim bunun örneği bu gün Kuzey Irak’ta yaşanmaktadır.
Bu haddini aşan bir tespit midir?
Aslında Kürt etnik ırkçılığı hepimizin bildiği medenî beraberliği arzulamakta da Türk çoğunluk mu bunu istememektedir?

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki “Türk” diye sözüm ona ırken ayrılan çoğunluğun, kimseyi reddettiği, inkâr ettiği yoktur. Öyle olsaydı Kürtler ülkede iş bulamaz, okuyamaz, istedikleri yerde yaşayamazdı.

Ekmek alırken, ayakkabı alırken, saat alırken, tatil yaparken, işyeri sahibinin “etnisitesini” sormayan bir çoğunluğun, ayrımcılık yaptığını söylemek haksızlıktan da öte ahlâksızlıktır.
Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Türk’ler için Kürt adının varoluşsal bir uzlaşmazlığı yoktur. Bu uzlaşmazlık, meselâ etnik asabiyesi çok yüksek olan ve Türk’ün milletleşme sürecine hasetle bakan Rum ve Ermeni kavimleri için vardır.

Herhangi bir Türk için bu topraklarda barış içinde yaşayan, bu vatanın diline düşmanlık beslemeyen, bu vatanın bütünlüğünü benimseyen herkes Türktür!
Bu,”farklılıkların inkârı” anlamına gelmemektedir. Bu, bu topraklarda özgürce yaşayabilmenin, bu topraklara anlam vermenin adıdır!


İşte bu yüzden aşiret, kan bağı, akrabalıktan gayrı beraberlik bilmeyen Kürt etnik ırkçıları için bu tip bir soyut mutabakat, fevkalâde anlaşılmaz ve ürkütücüdür.
Ülkenin dört bir yanına özgürce dağılıp iş kurmanın, mülk edinmenin, okumanın özgürlüğünü hangi toplumsal ahlâki kabullere dayandığını düşünmek, aşiret kararıyla evlâtlarını öldürmelerinin engellenmesini bile “asimilasyon” diye niteleyen bir takım vahşiler için erişilmez bir fazilettir. Bu “vahşiler” kendi topluluklarının milletleşme sürecinde kurala bağlanmasını hazmedemeyen etnik ırkçı Kürt siyasetçilerdir.

Onları “vahşi” diye nitelendirmemiz bir tahkir değildir.
Çünkü onlar şiddeti biricik “dil” olarak kullanmaktadırlar.
Çünkü onlar yalnız talep etmekte ve talebi kimin karşılayacağını önemsememektedirler. “Kimin ödeyeceği” onların umurunda değildir. Hak edip etmediklerine, taleplerinin varoluşsal meşruiyetinin olup olmadığına bakmaksızın talep ettikleri için vahşidirler.

Onlar gerçekte hukuk ve demokrasiyle ilgilenmemektedir. Onlar edindikleri kolektivist ideolojileri ile hak ve demokrasi kelimelerini amaçlarına uygun olarak kullanabilecekleri, içlerini kendi keyiflerince doldurabilecekleri birer fikrî maymuncuk olarak kullanmaktadır.
Onlar vahşidirler, çünkü kelimelerin anlamlarını çarpıtarak insanları yanıltmaktan utanamamaktadırlar.

Onlar vahşidirler çünkü yalanları ortaya çıktığında benzerlerinin kendileriyle bir tutulmasından hiçbir vicdanî sıkıntı duymamaktadırlar.

Etnik terör örgütü, milyonlarca masum Kürt’ün kendisi gibi vahşi ve katil bilinmesini özellikle istemektedir. Sözüm ona demokratik haklara dayanan bir özerkliğin böyle bir ahlâksızlıkla elde edilmesinden rahatsız olmadıkları için Kürt etnik ırkçıları vahşidirler.
İşte bundan dolayı medeniyet, kendini var eden değerlere düşmanlık besleyenlere hoşgörü gösteremez. Vahşilere yasama organında yer vermek, demokrasinin ölümünü ilân etmek demektir.

Bir topraktaki egemen millî çoğunluğun adını, yasama metinlerinden çıkarmak medeniyeti geliştirmez ama yalnızca vahşilerin ayrışma arzularını, ırkçı saflık histerilerini, keyfi otarşi emellerini daha da azdırmaya yarar. Türkiye’de biz Kürt kardeşlerimizi egemen millî çoğunluğun, “Türk” adının ayrılmaz bir parçası kabul etmişken bu kabulü, ırka ve dile dayanarak reddetmek vahşete kapı aralamaktır.

Türk siyaseti etnik ırkçılıktan arındırılmadıkça, etnik ırkçılığın bir siyaset olmadığı kabul edilmedikçe sükûneti temin etmemiz de mümkün olmayacaktır.


17 Temmuz 2010 Cumartesi

Türkiye’de Milliyetçiler Neyle İlgilenirler?



Türkiye’de milliyetçiliğin tarihi bir tepkiler tarihidir aslında. Önce Balkanların kaybına, daha sonra imparatorluğun geri kalanının kaybedilmesine, fiilî düşman işgaline, komünist iç savaş tahriklerine ve daha sonra da Türk adından nefretle kendini var eden Ermeni ve Kürt ırkçılıklarının vahşetine duyulan tepkiler Türkiye’de milliyetçiliği daha doğrusu siyasî milliyetçiliği karakterize eder.


Tarih boyunca büyük ve egemen bir millet olmanın verdiği gururun, bir imparatorluğun kaybıyla zedelenmesi Türk milliyetçilerinin iyileşmeyen yarasıdır.
Bundan dolayı Türk milliyetçileri için tarih her zaman önemli bir varoluş sebebi sayılmıştır.
Hatta belki biraz da mübalâğa edersek neredeyse tek varoluş sebebi ve ilgi sahasıdır tarih, Türk milliyetçileri için.

Milliyetçi camiada tarihe duyulan ilgi, “gelenek” ile bağdaştırılmış ve fikri bir hiyerarşi meydana getirilmiştir. Böylece sürekli, tarihin ve “eskilerin” peşinden gidilen ciddi bir kast yapısı kurulmuştur.


Bu kast yapısında, milliyetçi gençlerin neyle ilgilenmeleri, neler okumaları gerektiği hep katı bir disiplinle dikte edilir.

Buna kast yapısı dememizin sebebi şudur ki bu yapı içinde milletini sevmek asgari müşterekinde buluşmak yetmez. Hatta bu hemen hemen önemsizdir. Bu mensubiyet müştereki doğrudan yaşlılara biat haline dönüştürülür.


“Bu, milliyetçiliğin genel tabiatı mıdır?” diye soracak olursak, buna “evet” diye cevap vermek zordur. Bizdeki özel haliyle milliyetçilik, en baştaki seçkinci ve şehirli yapısından koparak popüler ve tepkisel siyasete dönüştüğü andan itibaren bu hale gelmiştir.


Maalesef Türk Milliyetçiliğinin büyük ocağı da bu sığlaşmadan nasibini almıştır.
Türkiye’de milliyetçiler, tepkilerini slogan düzeyinde bir ideolojiyle ortaya koyacakları bir siyaset ortamını yeterli bulmaktadırlar.


Bundan dolayı da mesela “dokuz ışık” gibi bir “doktrinin” gerçekte hangi ideolojiye yakın durduğunu hâlâ bilememektedirler.


Çünkü popülerleşme ile ortaya çıkan sığlaşma, tepkiselliğin ötesinde derinlemesine bir fikir hareketini imkânsız hale getirmiştir. Bugün Türk milliyetçiliğinin fikri felâketinin en feci örneği, Türk Ocakları gibi bir entelektüel kurumun, kendi içinde dahi siyasî mülâhazalar ve idare-i maslahatçılıkla meşgul olmasıdır.


Türk milliyetçiliğinin köylüleşmesi ve siyasîleşmesiyle beraber “entelektüel ahlâk” ve “yaratıcılık” konuları ilgi dışında bırakılmış ve hiyerarşik bir tepkiselcilik bir ideoloji gibi benimsenmiştir.


Bundan dolayı meselâ Türk Milliyetçiliğin entelektüel merkezi olduğunu varsaydığımız Türk ocaklarından herhangi birine dünyadaki ekonomik kriz gibi bir konudaki fikrini sorsanız muhtemelen kendine en yakın bildiği Marksist dedikodulardan öte size bir şey aktaramayacaktır.

Veya ondan, tanıdığı izlenimci üç ressamın adını saymasını isteseniz muhtemelen bunun milliyetçiliği ilgilendirmeyen bir konu olmasından dolayı bilemeyeceğini söyleyecektir.
Veya ona, en son dinlediği üç türküyü sorsanız muhtemelen milliyetçi mücadelede bu tip hafif işlere yer olmadığını söyleyecektir.

Veya ona en sevdiği öykücüleri sorsanız gene kuvvetle muhtemeldir ki size cevap veremeyecektir.


Veya kaç şair tanıdığını sorsanız, şanslıysanız size Arif Nihat’tan bahsedecektir.

Ama size Türk kültürünün ihtişamından, kudretinden, onu geliştirmemiz gerektiğinden hararetle bahsedecektir. Buna mukabil Bahattin Ögel’in adını duyup duymadığını sorduğunuzda gene kuvvetle muhtemeldir ki size boş boş bakacaktır.

Çünkü Türk milliyetçiliği, kurucu babaları ve onlardan hemen sonra gelenlerin dışında düşünceyi, yaratıcılığı değil, köylülüğün, kapalı toplumculuğun itaat kültürünü benimsemiştir. Bunun en belirgin delili de hamasetimizi okşasalar da felsefi açıdan çoğu gayet boş sayısız tepkisel gazete köşe yazısından öte hiçbir derinlemesine fikrî üretimin olmamasıdır.
Türkiye’de milliyetçiler milletlerinin faydası ile ilgilenir ama faydanın ne olması gerektiğiyle ilgilenmezler. Faydanın ahlâkla bağlantısı olup olmadığı konusu herhalde bir asır daha ilgi sahalarına girmeyecektir.

Türkiye’de milliyetçiler Türk kültürü ile ilgilenir ama Türk kültürü adına hemen hemen hiçbir ürünleri yoktur. Çünkü içinde bulundukları köylülük kastı, onlara “acil siyasi tepkiler” vermek dışında bir düşünce sahası açmamıştır.

Türk müziğinin güzelliğinden bahseder ve Türk dünyası müzikleri dinler ama bağlama çalamazlar, türkü dinlemez ve söylemezler.

Türk resminden bihaberdirler, içlerinde resimle uğraşan yok gibidir, resmi “acil ve pratik” bir ilgi sahası olarak görmezler.

Sinemayla zerre kadar ilgilenmez ama piyasayı dolduran popüler sol tarih dizilerinden şikâyet ederler.

Şiirle ilgileri kısıtlıdır, kendi başlarına bir şiir zevki edinmek onlara büyük bir günah gibi görünür.
Felsefe ilgi alanlarının tamamen dışındadır. Faydayı elde etmek isterler ama onu elde etmek için gereken fikrî ve ahlâkî donanımla ilgilenmezler ki bunun da sebebi büyük ihtimalle çok yakın vadedeki fayda dışında uzun vadeli düşünemeyen köylünün ilkelliğine “gelenek” diye sahip çıkmalarıdır.

İktisatta bütün algıları Keynesyen fırsatçılıktan ibarettir. Sebep sonuç ilişkileri konusundaki inanılmaz fikrî tembellikleri onları ekonomide enflasyonist, içe kapanmacı, kolektivist, korporatist bir çizgiye iter ve hemen hiç biri de bunun farkında değildir. Bir komuta ekonomisinden yana olup da nasıl antikomünist olduklarını iddia ettiklerini hiç düşünmemişlerdir.

Dinle ilgileri gene köylülüğün içe kapanmacı tabiatıyla şekillenmiştir ve bu yüzden cemaatçi, tektürcü ve mutaassıp bir dindarlığı milliyetçiliğin hakîm tonu haline getirmişlerdir.
Kısaca şunu söyleyebiliriz ki milliyetçilik, siyasî sahadaki şarta bağımlı tepkiselliği dışında millete herhangi bir fikrî muhteva sunamamıştır. Kapalı toplumun itaat kültüründen sıyrılmadığı müddetçe de bireyin yaratıcılığından yararlanamayacak ve fikrî fakirliği içinde katılaşıp kalacaktır.







16 Temmuz 2010 Cuma

Demokrasi Bir Hak Üretme Makinesi midir?

*

*

Etnik ırkçılığın sürekli telaffuz ettiği “demokratik haklar” kavramının demokraside bir yeri var mıdır?

Etnik ırkçılar, oy oranlarınca çoğunluktan ayrışabilmek serbestisi kazanabilmeyi bir “hak” olarak görürken bunla ilgili talepler gerçekten “hak” kategorisine girerler mi?
Bu iki soruya da “ evet” diye cevap verebilmemiz mümkün değildir.

Bunun sebebi, “hakların” dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel menfaatler olması, onlarla aynı özelliği taşımayan hiçbir menfaatin de “hak” sayılamayacağı gerçeğidir.
Çünkü bir menfaat, onu talep edenlerin sayısına göre “hak” halini alamaz.
Bundan ayrı menfaatin varlığının, menfaatten yararlanmayanlarca karşılanması onun “hak” sayılmasını engeller.

Buradaki çarpıtma devlet ve demokrasi kavramlarının çarpıtılmasından kaynaklanmaktadır.
İlk olarak demokrasi, yalnızca devlet aygıtının yönetilmesi ile ilgilidir. Millî egemen kimse, onun, devlet örgütlenmesi ve çalışma sistemi ile ilgili kararları oy ile barışçı şekilde belirleyebilmesinin adıdır.

Demokrasinin bu sınırlı çalışma şekli, sürekli hukuk ile denetlenmelidir, aksi takdirde oy sahiplerinde Tanrısal bir yetki yanılgısına yol açabilir.
Haklar insanın varoluşundan kaynaklanan temel menfaatler oldukları içindir ki bunlar dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmezdir.
Bunların insanlarca keşfedilmiş olması, insanlarca yaratılabilecekleri anlamına gelmez. Bundan dolayıdır ki devlet sürekli hukuk ile denetlenmeli ve faaliyetlerinde, temel haklara kesin riayet ile kayıt altına alınmalıdır.

Demokrasinin oy sahiplerini Tanrı kompleksine itmesinin sebebi de “devlet” denen aygıtın insanüstü bir kudret sahibi olarak görülmesi ve kitlelerin kendilerince bazı menfaatler için onun üzerindeki denetleyicilik yetkisinden vazgeçebilmeleridir.
Şüphesiz devlet bir zor kullanıcı aygıttır. Ama her aygıt gibi insan iradesince kullanılan ve denetlenen bir aygıt olmalıdır.

Demokrasinin oy sahiplerine tanıdığı yetki algısı ile devletin zor kullanıcılığının büyüsü birleştiğinde ortaya adeta bir Leviathan’ın kullandığı nükleer füze üssü görünümü çıkar.
Çünkü kitleler demokrasiyi yani oy aygıtını kullanarak devlet gibi bir zor kullanıcının gücüyle her şeyi yapabileceğini sanır.

Oysa “zor kullanmak” , yaratmayı sağlayamaz. Diktatörler ellerinde silâhları ile her şeyi yok edebilir ama bu, onların aynı silâhlarla buzdolabı imal edebilmesini sağlayamaz.
Bu yüzden bir arada yaşamanın kurallarını korumak için elde edilmiş bir zor kullanma yetkisini, istediğini yaptırmak için keyfi şekilde işletmek ile herhangi bir bireye veya gruba hak değil ancak imtiyaz verilebilir.

Hiçbir insanî zor kullanıcı, hakların taşıdığı varoluşsallığı ve “maliyetsizliği” taşıyan menfaatler yaratmaya kaadir değildir.

Dolayısıyla demokrasideki oy gruplarının taleplerinden hak yaratmak da mümkün değildir.
Kaldı ki demokrasileri “oy gruplarının devletten talep etmek” mekanizması haline getirmek ne demokrasi ile ne de hukukla bağdaşır.
Çünkü demokrasi, az önce bahsettiğimiz gibi bir talep üretme mekanizması olmadığı gibi devlet de imtiyaz dağıtıcı bir Tanrı değildir.

Demokrasinin bu şekilde oy gruplarının miktarına göre devletçe menfaat dağıtılması şeklindeki algılanışı, kollektivizmin bozucu, ifsat edici etkisinden kaynaklanmaktadır.
İnsanların oylarıyla menfaat talep etmesi, devleti, kitlelerin Tanrısı sayan zihniyetin ifadesidir.
Eğer elinde oy hakkı olan herkes gruplaşarak taleplerinin hak olmasını sağlasaydı dünya cehenneme dönerdi.

Demokrasinin kolektivist algılanışı yüzünden taleplerin meşruiyeti, temel haklara riayetle test edilmelerini imkânsız kılmıştır. Demokrasinin, “dağıtıcı bir tanrı devletle” muhatap olmak olarak algılanması, taleplerin sadece kaç kişiyle ifade edildiğine dikkat edilmesi gerektiği sonucunu doğurmuştur. Bu yüzden özellikle Marksist örgütler, sürekli örgütlenmeden, yığınlardan bahsetmektedir.

Örgütlenmenin talepleri “hak” haline getireceği saplantısının vardığı tek yer Marksist bir devrim ve proleterya diktatörlüğüdür.

Aynı şekilde kendilerini farklı ırktan hissettikleri için temel hakların ötesinde taleplerinin sorgulanmaksızın yerine getirilmesini isteyen etnik ırkçılar da “dağıtıcı bir devletten” oyları nispetinde kayırılma beklemekte, hatta bunu kendi devletleri inde yapacaklarını açıkça söylemektedirler.

Onlar ırka dayalı , “saflaştırılmış” bir egemenlik bölgesinin prensipte ne kadar ahlâk dışı ve zalimce olacağıyla ilgilenmemekte, kendilerini egemenliğin kullanım araçlarından ayrımsız yararlandıran büyük millî oluşumu dışlamanın, inkâr etmenin alçaklığından endişe duymamakta ve sadece demokrasi manivelasıyla kendilerini, kendi bürokratik otarşilerine hapsetmek istemektedirler. Üstelik bu menfaatin, kendilerini ayrımsız kabul eden bir milletçe ödenmesini talep etmektedirler.

Demokrasinin hukuk altındaki benzeşme yoluyla en düşük maliyetle işletildiği millî devleti reddetmenin imtiyazsızlık ilkesini ihlal olduğu, daha kötüsü suç olduğu gerçeğini görmezden gelmek ve bu suçun da oy sayısı ile meşrulaştırılması gerektiğini söylemek etnik ırkçılığın ahlâkî eksikliğinin tipik delilidir.
Demokrasi her talebin kabul edilmesini gerektiren bir seçimle ilgilenmediği gibi devlet de kendisinden talepte bulunulacak bir dağıtıcı tanrı değildir.

Ülkeleri “ demokrasiyle yönetilememek” çıkmazından kurtarmak istiyorsak önce onları, Marksizm ve küçük kardeşi olan etnik ırkçılığın çarpık demokrasi ve dağıtıcı devlet histerilerinden arındırmamız gerekmektedir.



* "Acil durumda camı kırınız"

Etnikçi Siyasetin Demokrasiyle Varoluşsal Çelişkisi


*
Sosyalist bloğun, İkinci Dünya Savaşı ile kendine bir haklılık payı elde etmesinden sonraki dönemde demokrasi ve haklar ile ilgili düşüncelerde kolektivist bir ağırlığın kendini hissettirmeye başladığını söyleyebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Marksizm’in, insan iradesinin önüne kolektif sultayı dikmesiyle birlikte demokrasi ve haklar kuramı anlamsızlığa varacak kadar genişletilmiş, belirsizleştirilmiştir.

İnsanın bilgisini bir toplumda elde etmesinden dolayı aklının da o toplumun malı olduğu gibi sapkın ve vahşi bir fikir, bir tür ahlâkî aksiyom gibi kabul ettirilmeye çalışılmış ve demokrasinin ve hukukun böğrüne de bir bıçak gibi saplanmıştır.
Bu kolektivist düşünce en çok kapalı toplumlarca, cemaat yapılarınca kabul görmüştür. Çünkü kapalı toplumsal yapılarda, var olmanın temelinde “bir bütün halinde kalmak” güdüsü yatar. Bir bütün halinde kalmak için bütün atomları birbirine benzeyen bir kitle olarak yaşamak gerekmektedir. Burada kitleyi oluşturan birimlerin kendi başlarına var olması düşünülemez bile. Meselâ bir kapalı toplum örneği olan bazı aşiretlerde kızlar bir mal gibi alınıp satılabilirken namus üzerinde herhangi bir kaygı duyulmazken, kızların kendi sevgilerini sunacakları erkekleri seçmeye çalışmaları en büyük ahlâksızlık sayılmaktadır. Veya kan davarlında hiç kimse “aşiretin” kendisine yüklediği cinayet görevini reddedemez.

Demokrasi bir yönetim mekanizmasıdır, bir siyasî araçtır. Kendi başına bir değer içermez. Ona değer kazandıran, onu kullananların tanıdığı sınırlar ve kurallardır. Demokrasiyi hiçbir sınırlama olmaksızın, hiçbir kuralla bağlanmaksızın kullanmaya kalktığımızda karşımıza demokrasinin ahlâkî erdemlerinden bambaşka şeyler çıkar.
Demokrasi Mises’in deyimiyle, “çoğunluğun barışçı yönetimidir”.
Burada görüldüğü gibi bir hükmedici vardır. Son sözü söyleyen ve akışı belirleyen bu güç, demokrasilerde çoğunluktur.

Demokrasinin bu tanımının da özgür milli devletlerde yani milli bir kurucu çoğunluğun hüküm sürdüğü ülkelerde geliştiğini ayrıca hatırlatmalıyız. Dünya üzerinde çoğunluğun barışçı hükmünün cari olduğu ülkelerin tamamı millî devletlerdir.
Neden böyledir?

Çünkü demokrasi, bir toprağı vatanlaştırmış millî çoğunluklar içindeki genel idarî eğilimleri en iyi yansıtabilecek siyasî rejimdir de ondan.
Fakat burada tekrar, bu aracın kullanımıyla ilgili kayda değinmekte fayda vardır. Bu araç ancak belli kurallar ve sınırlamalar altında kullanıldığında mutluluk için ortam yaratır.

Peki o halde bir demokrasiyi makbul kılan kayıt ve şart nedir?
O şart, yönetimi ele almış olan çoğunluğun hukukla kesin şekilde sınırlanmış olmasıdır. Esasen bizim demokrasinin barışçılığı ile ilgili beklentilerimiz onun “oya” dayanmasından kaynaklanmaz, onun hukukla sınırlanmış olacağına dair zımni bilgimize dayanır.

Oysa bu bir otomatizm değildir. Bir ülkede işlerin oya dayandırılması, oyların mutlaka âdil kararlara imza atacağı anlamına gelmez.

Bunan dolayı, demokrasi sürekli gözetilmesi, kontrol edilmesi gereken bir araçtır. Onu doğru kullanamazsak, namlusu kafamıza dönmüş bir silâha da dönüşebilir. Bundan dolayı da “millî irade” denen lokomotifin doğru yolda olup olmadığı hukuk pusulası ile sürekli denetlenmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken şey, milletten temsil yetkisi alanların faaliyetlerinin sürekli hukuk ile kontrol edilmesi, meşruiyet testine tabi tutulmasıdır. Fertlerin hayat, mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti) haklarını ihlal eden hiçbir yasama ve yürütme muamelesi, yüzde kaç oya dayanırsa dayansın hayata geçirilemez, geçirilmemelidir.

Bundan dolayı demokrasi bir bireysel hak rejimidir. Hakların her bir birey için ancak tanımlandığı ve anlamlı olduğu bir denetleme mekanizmasına tabi olan bir çoğunluk rejimidir.

Onun her bir bireyin temel haklarına mutlak saygı ile sınırlanması bizi bir “imtiyazsızlık ilkesine” götürür.

İmtiyazsızlık ilkesi, hiçbir ferdin veya grubun demokrasiyi, demokrasinin uyması gereken temel haklardan ayrı bir hak elde etmek için kullanamayacağı anlamına gelir.
İmtiyazsızlık ilkesinin aksi, herkesin oy miktarına bağlı olarak istediğini “hak ilan edebilmesi” anlamına gelir ki bunun siyasetteki karşılığı ya korporatizmdir veya çoğunluk diktası.

Demokrasiyi bizim için emniyetli ve barışçıl kılan imtiyazsızlık ilkesidir. İmtiyazsızlık ilkesinin de dayandığı en temel ahlâki birim de bireydir.
Şimdi dönüp hemen hemen istisnasız şekilde kolektivist olan etnikçi siyaset aktörlerinin sürekli telaffuz ettikleri “demokratik haklar” söylemini, demokrasinin meşru tanımına göre yeri nerededir, buna bakmalıyız.

Etnik siyasetin özü, etnik siyaset aktörlerinin kendilerini, çoğunluktan uzlaşmaz farklarla ayırt edilebileceğini iddia eden küçük kültür gruplarının temsilcisi saymasıdır.

Etnik siyaset “farklılığın her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi” amacı ile karakterize edilebilecek bir harekettir.

Etnikçi siyasetin merkezinde, “etnik” diye nitelenen azlık grupların “ayrı durmak” güdüsü vardır. bunun dışında hiçbir konu etnikçi siyaseti ilgilendirmez. Etnikçi siyasete “siyasî” sıfatını vermemizin tek sebebi, kendisinin, demokrasi piyasasında bir arzcı olarak sunmasındandır.

Sorun şudur ki etnikçi siyasetin, “siyasî fikir arzı” toplumun genelinin ilgilendiren bir yön içermez. Etnikçi siyasetçiler için toplumun genel sorunları önemsizdir. Onlar yalnızca kendi “oy gruplarının” oylarının sayısı ile orantılı bir menfaat elde etmek isterler. Bu noktada demokrasinin imtiyazsızlık ilkesiyle çelişirler ve yaptıklar iş de siyasetten ziyade oya dayalı tehdit diye nitelendirilebilir. Çünkü etnikçi siyasetçiler demokrasiyi kendi fikirlerinin toplumun genelinden ayrı bir neticeye ulaşması için toplumun genelinin paylaştığı yönetim biçimini istismar etmektedirler.

Toplumun demokrasiden beklentisi, temel haklara mutlak riayet kaydıyla toplumun kendi genel kabullerinin herkes için uygulanmasıdır. Oysa etnikçi siyasetçiler demokrasinin oy mekanizmasını, kurallardan ayırarak kendilerine özel ve tartışılamaz bir egemenlik alanı kurmak için kullanmak isterler. Etnikçi siyasetçiler, demokrasinin kayıtlı olduğu temel hakların dışında, oyları nispetinde menfaatler, imtiyazlar talep etmektedir.

Dolayısıyla etnikçi siyasetçilerin “demokrasi” teriminin kullanışları, bireye dayanan ve haklarla sınırlanmış gerçek demokrasiden “grubun varlığının kutsandığı” kolektivist bir sapkın demokrasi anlayışına dönüşür.
Burada gözlerden kaçan bir diğer nokta etnik siyasetçilerin hareketlerinin, ırkçı özüdür. Etnikçi siyasetçiler.
Bir ülkede demokrasiden bahsedilmesini sağlayan barış ve hukuk rejimi ancak, üzerinde mutabakata varılmış bir millî kimlik ile var edilebilir, var olabilir.
Neden böyledir?

Çünkü “millet” özü itibariyle ırkî mülâhazaları aşmış ve üzerinde anlaşılmış bir büyük kimliği taşıyan toplum anlamına gelir. Çünkü millet tanımı itibariyle , “herkes için her zaman geçerli olan kurallara” dayanan bir beraberliği ifade eder. Bu arada, milletin “ tarihin bir döneminde aynı hukuk çatısı( devlet) altında bir araya gelmiş kavimler cüz’ü” olduğunu da hatırlatmalıyız.
İşte etnikçi siyasetçilerin hareketlerine “ırkçı” diyebilmemizin sebebi, hukuka dayalı toplum yerine ırkî aynılığa dayalı kapalı bir toplumu her en pahasına olursa olsun sürdürmek istemeleridir.

Onlar, bir kolektiviteyi, aynı barışçı aracı ayrımsız kullanabilmekten dolayı kendini bir egemenliğin eşit parçaları olarak gören insanlardan ırk ve lisan temelinde ayırmaya çalışmaktadırlar. Bu açıdan demokrasinin barışçılığına da karşı çıkmaktadırlar. Zaten etnik ırkçı siyasetin, dünyada da etnik terörü de kendi sözde siyasetinin bir tehdit unsuru olarak kullanması tesadüf değildir.

Bütün bu sebeplerden dolayı etnikçi bir siyasetin demokraside yeri olamaz. O demokrasinin özü ile çelişmektedir. Etnik siyasetin olduğu yerde demokrasi yıpranmaya başlar. Çünkü etnik ırkçılar asla kendilerinin de içinde bulunduğu ve sahiplenildikleri temel haklar düzlemini yeterli bulmamakta ve çoğunluğun varoluşunu ve haklarını inkâr ederek ve bu inkârın vahşete varan sonuçlarını asla idrak edemeyerek demokrasiyi de tehdit etmektedirler.

Bir ülkede “etnik” diye nitelendirilebilecek bir veya birkaç grup var ise onların temel haklarının çoğunlukça sürekli gözetilmesi için uyarıcı bir rol üstlenen sivil örgütlenmeler kurulabilir şüphesiz.Ama millî bir egemenlik alanında temel haklarından ayrımsız şekilde yararlanabilen grupların bu haklardan ayrı haklar menfaatler talep etmesi de çoğunluk diktası kadar kötü bir fesat rejimine yol açacaktır. İşte etnikçi siyasetçilerin kapalı toplumlarındaki şartlanmalarıyla beyinlerinde tahrip olmuş vicdani muhakeme budur.



* Köpek durmadan "Nefret" diye havlamaktadır
ABD Anayasası'ndaki birinci tadilata atfen "Adalet":
" Eğer bu kudurmuş köpeği koruyacaksam, bir kulak tıkacına ihtiyacım olacak!"