30 Haziran 2010 Çarşamba

Doğal Bir Gereklilik Olarak Milliyetçilik Ve Enternasyonalist Cehaletin Çarpık Mantığı




Enternasyonalist liberallerimiz ülkemizi meşgul eden sorunun bir “milliyetçilik” sorunu olduğunu iddia ediyor.
Buna göre asıl sorun “insan haklarını” milliyetçilik adına görmezden gelmemiz ve hatta reddetmemiz…

Bu bakışın da temelinde “milliyetçiliğin” insanlık dışı bir güdü olduğu kabulü yatıyor.
Yani aslında “milletler” insanın varoluşuna uymayan, devletlerce uydurulmuş olgular, milliyetçilik de buna bağlı olarak saldırgan, ötekileştiren, devletçi davranışların genel adı…

Enternasyonalizme göre insanlar “eşit” olduklarına göre her birinin, hiçbir kimlik, aidiyet veya mensubiyet farkına bakılmaksızın istediğini yapmasına izin verilmeli.
Enternasyonalizmin bu bakışı, bireyi “yalıtılmış” bir varlık olarak kabul etmesi demektir. Şüphesiz prensipte her fert kendi başına bir değerdir.
Fakat, kişinin “değeri” onun diğer bireylerle etkileşimi ile ortaya çıkmaktadır. Onun “kendi” başına bir değer olması için “değer” kelimesini idrak edecek ve buna saygı gösterecek bir toplum gereklidir.

Fertler, kendi varoluşlarına duydukları saygının benzerinin diğer insanların da kendileri için gösterdiğini gördüklerinde “toplumlaşma” başlar.
İşte “benzeşmenin” nazarî temeli budur.

Bir kere bu şekilde toplumlaşmaya başlayan insanlar kendi aralarındaki iletişim ile hayata benzer şekilde cevaplar vermeye başlarlar. Belli bir yaşama biçiminde benzeşmeyle de “kültürlerini” meydana getirirler.
Buraya kadar “genel insan” üzerinden yani etiket, aidiyet, mensubiyet taşımadığını varsaydığımız insan üzerinden konuştuk.

Oysa insan toplulukları standart bir çevrede ve aynı şartlarda yaşamamaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken ayrıntı “kültürün”, doğrudan doğruya “ortam şartlarının” bir ürünü olduğu yanılgısına düşmemektir. Şüphesiz insan bulunduğu çevreye, ortama uyum sağlayacak davranış şekillerini ve cevapları geliştirir ama bu, kültürün maddi unsurlarıyla ilgilidir. Kültürün manevi unsurlarının nasıl geliştiği, toplumların kendi inanç çevrelerini nasıl oluşturdukları ise cevabını kimsenin bilemeyeceği bir muammadır.

Şüphesiz burada da çevrenin yorumlanmasının yani maddi unsurların rolü vardır ama insanların neden bir tür inancı geliştirirken diğerini geliştirmediği köken tartışması açısından anlamsızdır. Meselâ İspanyol sömürgecilerin kılıç zoruyla yerli topluluklarını Hıristiyanlaştırmasının sebebi de bunu görememiş olmalarıdır.
Toplumların oluşumları için belirlediğimiz genel kuramsal çerçeve onların patrik farklılaşmasını da aslında açıklar.

Çünkü her toplum ancak ve yalnız kendi zaman dilimi ve mekân sınırları ile kayıtlıdır. Kültürler arası etkileşimlerin olduğu şüphesiz bir hakikattir ama insanların hayatlarını sürdürmek için buldukları yöntem, zamanların büyük kısmını kendi benzerleri ile geçirerek, iş bölümünden âzâmî şekilde yararlanmalarını gerektirmiştir.

İşte “milliyet” denen olgunun nüvesini bu gereklilik teşkil eder. Aslında bu, bütün mensubiyet şuurlarının temel sebebidir. Mesele mensubiyet şuurunun kendisinde değildir. Kendisine mensubiyet hissedilen toplumun niteliğindedir.
İşte enternasyonalizmin inkâr ettiği şey de tam olarak mensubiyet şuurunun meydana gelme pratiğidir.

Teorik olarak “insan”, yargının önünde renksiz, nötr bir varlıktır. Oysa o aynı zamanda kendi şartları ve tercihi doğrultusunda kendini, diğerlerinden kaçınılmaz olarak farklı bir topluma ait hisseden bir canlıdır da...
Bu durum, ferdin varoluşunu sürdürmek için benzerleriyle daha fazla “teşrik-i mesai” içinde bulunması gerekliliğinin bir sonucudur, önce de belirttiğimiz gibi…
Bu durumda ferdin, içinde doğduğu toplumu öncelemesi, o toplumda diğerlerine göre daha fazla vakit geçirmeyi arzulaması kadar doğal bir şey olamaz.
Ama… Daha önce de dediğimiz gibi mesele bu toplumun niteliğidir.
Bir toplumun niteliği, onun fertlerine aktardığı “değerler” ve normlara göre anlaşılır.

Peki ama toplumların genel oluşum şemaları birerine benziyorsa toplumlar neden farklıdır? Yoksa Rus, İngiliz, Fransız, Alman, Amerikalı, Japon adları tamamen saldırgan milliyetçi politikacıların birer uydurması mıdır?
Elbette değildirler.

Toplumlaşma meydana geldikten sonra olduğu yerde kalmaz. Bazen savaşlarla bazen gönüllü katılımlarla toplumlar birbirleriyle iç içe girer.
Bazı toplumlar coğrafî veya başka sebeplerle bu tip kaynaşmaların dışında kalırlar ve sonunda nüfusları sınırlı, kültürel çeşitlilikleri az, birlikleri kan bağı/ akrabalık ilişkilerine dayalı bir halde kalırlar. Bunların en küçük birimi kabile en büyük birimi de kavim olarak kendini gösterir.
Katılımlarla nüfusları artan, artan nüfusun emniyet ve hak arama ihtiyacına göre de “kural geliştirici” ve uygulayıcı kurumları oluşturan daha karmaşık toplumsal yapılar da “milletleri” oluştururlar. Görüldüğü gibi buradaki benzeşmede artık, kabile veya kavim olgularını meydana getiren “organik benzerlik”, “biyolojik köken”, “ırksal aynılık” ölçüleri aşılmıştır.

Yani “millet”, etnik ırkçıları, enternasyonalist romantizmleriyle destekleyenlerin sandığı gibi bir otoritenin yarattığı, tasarladığı bir “ırksal” aynılık değildir.
Ferdin, zamanının büyük bölümünü benzerleriyle geçirme tercihi varoluş şartlarında, içinde yaşadığı toplumun durumunu diğer toplumlara göre öncelikli düşünmesine yol açar. Bu, işin tabiatı icabıdır. Çünkü her tercih bir reddir aynı zamanda. Bunun en basit ve anlaşılır örneği de aile yaşantımızdır. Önce ailemizin geçimini düşünür, ailemizin emniyetini sağlarız. Kendi evimizde yaşamak ister ve mecbur kalmadıkça da bir başkasın evinde kalmayı reddederiz.

Ama her şeyden önce durumu kendi ailemize göre muhakeme ederiz. Hiçbir fert bir başka yerdeki açların durumunu düşünerek yemek yemekten vazgeçmez. Kendi varlığı veya tercihi bir başkasını doğrudan doğruya aç bırakmadıkça kendi varlığının önüne bir başkasınınkini koymaz. Kendi çocuğumuzu düşünür ve onun için aç kalabiliriz şüphesiz ama önce kendi çocuğumuz için aç kalmayı seçeriz. Bu bir “yakınlık yargısıdır” ve dediğimiz gibi işin tabiatı icabıdır.

Çünkü insan olarak aynı anda ancak bir yerde ve bir toplumla beraber olabiliriz. Bu beraberlik iletişimsiz, etkileşimsiz bir beraberlik değildir, bizim varoluşumuzu sağlayan beraberliktir. Dolayısıyla böyle bir beraberliği sürdürmek, diğer toplumlarla beraberliğe göre öncelikli ve daha gereklidir.
Dolayısıyla bir mensubiyet şuuru olarak milliyetçiliğin bir “icat”, bir tasarım” olmadığını bir kere daha vurgulamalıyız.

O halde ülkemizdeki çatışmalı durumun sebebi milliyetçilik midir?
Bir fert varoluşu gereği bir mensubiyet şuuru taşıyacaksa bu soruya daha en baştan “hayır” diye cevap verebiliriz.
Ama bu yetmez.

Her mensubiyet şuurunu milliyetçilik olarak addeden enternasyonalizme “mensubiyet şuurunun” içinden doğduğu topluma göre nasıl şekillendiğini göstermeliyiz ki iddialarının yanlışlığı ortaya çıksın.

En başta belirttiğimiz gibi toplumlaşma başladığı gibi kalmaz.
Bazı toplumlar başlangıçtaki hallerine yakın halde yani “topluluk” halinde kalırken bazıları da katılımlarla büyüyüp genişleyerek, kültürel olarak gelişip çeşitlenerek varoluşlarını somut unsurlardan soyut öğelere doğru geliştirirler.
Ülkemizde Kürt kardeşlerimiz birinci duruma bir örnektir. Mensubiyet şuurları aile ilişkilerine, kan bağına, somut benzerliklere, dayanan, organik/ biyolojik aynılıkla kendini kavrayıp buna göre hayata cevap veren bir toplumsal yapı sergilerler.

Bu durum günden güne değişmekte ve şehirleşmeyle beraber onlar da yavaş yavaş Türk millî birliğinin ayrılmaz bir parçası olduklarını idrak etmektedirler. Bu idrak ne yazık ki aile bağlarının çok kuvvetli olduğu, beraberliğin soyut kurallarla şekillendirilmesinin hazmedilemediği bölgelerimizde zayıftır.
Bundan dolayı “Biz Türk değiliz!” diye bağıran gruplar, kendi Kürtlük bilinçlerinin ırka, kan bağına , biyolojik yakınlığa dayandığını anlayamamakta ve Türk çoğunluğun da böyle olduğunu sanmaktadırlar.

Bazı enternasyonalistler Kürtlük bilincinin “uluslaşma” olduğunu sanmaktadırlar. Siyasî Kürtçülüğün uluslaşma iddiaları ve kullandığı söylem böyle bir yanılgıya sebep olmaktadır.
Çünkü kendisini ancak somut biyolojik yakınlıklara göre tanımlayarak bu farkın somutluğundan dolayı farklı muamele ve yönetim isteyen bir grup milletleşmenin/ uluslaşmanın büyük hukuk beraberliği idealinden habersizdir.

Uluslaşma sadece “benzerlerin”, ötekilerden ayrılması demek değildir. Bu yüzden de Kürt topluluğunun uluslaşma iddiaları milletleşmenin, farklılıkları hukuk altında kucaklaması ve sonucunda meydana gelen kendiliğinden ve rızaya dayanan benzeşme durumundan çok geride, ilkel bir seviyededir.

Bundan dolayı Türkiye’de etnik ırkçılık, siyasî Kürtçülük bir “halkın bağımsızlık talebi” değil, hukuk devletine, kural altında eşitlik idealine ve toplumsal kaynaşmaya karşı bir isyandır.

Bu durumda şunu sormalıyız: Soruna kimin gözüyle bakmalıyız?
Kural altında eşitlik idealiyle birleşip ortak bir millî kimlik oluşturmuş insanların bu birliğin devamını değil de başkalarının kendilerine göre belirledikleri hedefleri gözetmeleri mümkün müdür?
Hukuk idealini bir araya getirdiği, tarihin en eski milletlerinden biri olan Türk’lerin varoluşlarını bir kenara atarak düşmanlığını açıkça ilan etmiş silâhlı grupların taleplerini tartışması acaba enternasyonalizmin insancıllığıyla bağdaştırılabilir mi?

Fertlerin varoluşlarını kendilerine göre tanımlamalarını, bu tanımı etkileyen toplumsal benzeşmeyi varoluşlarının gereği olarak öncelemeleri, baka toplumları düşman saymalarını gerektirmez. Komşularımız sevmemiz, mahremiyetimizi koruyacak kilitler takmamızı engellemez. Veya komşularımızı sevmemiz önce kendi evimiz ekmek almamızı da engellemez.

Veya kapılarımızı kilitlememiz komşularımızı yok etmek istediğimizi göstermez!
Bu durumda, toplumların kendi varoluşlarıyla ilgili fertlerinin paylaştığı öncelik endekslerinin ortaklığı kendi başına bir kötülük değildir. Bu öncelik endekslerinin uyuşmasını bir kötülük kabul etmek, dünyadaki bütün milletleri, renkleri silmeyi istemek kısaca insanı yok etmeyi istemek demektir.

İşte etnik terör bu yolla enternasyonalizmin liberal, sosyalist ve dinci renklerini gayet güzel kullanabilmektedir. İşte gene bu yüzden “milleti” reddederek barışı sağlayacaklarını söyleyenler etnik ırkçılığı bölünme talebi dışında bir öneri getirememekte, etnik teröre boyun eğmek dışında ri tavrı sergileyememektedir. Yani meseleye “nötr insanın gözüyle bakmayı iddia ederken etnik ırkçılığa esir düşmektedirler.

Türk adını reddederek zaten etnik ırkçılığın tehdidine boyun eğmekte, milleti adını reddederken gösterdikleri duyarlılığı kavmiyetçiliğe, kabileciliğe göstermeyerek iki yüzlülük etmektedirler.
Ayrıca Türkiye’nin bürokratik bir kurgu bir otarşi olmadığını Türk Milletinin kendi değerler ve normlar dağarcığıyla anlamlandırdığı yani vatanlaştırdığı bir ülke olduğunu da reddederek dünyayı kana bulayan ırkçılığın her türlüsüne ortak olmaktadırlar.

Her ülke, onu kuran millî çoğunluğun iradesince şekillenir. Burada öncelik milletlerindir. Hukukun herkes için korunması kaydı dışında da bu irade kimseyle paylaşılmaz çünkü bu irade millî bütünlüğün omurgasıdır.

Enternasyonalizmin insanlık düşmanı ve ahlaksız bir düşünce olması da var olan insanların tercihlerini ve birlik şuurlarını reddederek onları var olmayan bir “insana” zorlamayı istemesindendir. Enternasyonalistler şunu bilmelidir ki bir milletin milliyetini etnik ırkçılığı korumak adına yok etmek o milletin fertlerinin beyinlerini çıkarmak demektir.

Soyut ilkelere göre şekillenmiş bir beraberliği kan bağı, aşiret keyfiliği adına reddettiğinizde yaptığınız şey insanların beyinlerine sözden mermiler sıkmaktır. Bu yüzden de milliyetçiliğin soyut ve ileri kavrayıcılığıyla aşiret reislerinin hukuk tanımaz otoritelerinin ayrılıkçılığını mukayese etmek en başta ahlâkı hiçe saymaktır.

Milliyetçiliğin olduğu yerde haklar, hukuk teminatı altındayken etnik ırkçılığın egemenliğinde aşiret reislerinin insafına kalmıştır. İşte enternasyonalistlerin düşünmeleri gereken budur: Her köyün kendi keyfî zorbalığına izin vermek insanlığın varoluşuyla bağdaşıyor mu bağdaşmıyor mu?










26 Haziran 2010 Cumartesi

Marksist “Değer” Yanılgısının Özü: İnsanlaştırma



“Değer” kavramı, dünyaya yön veren iki büyük ideolojinin yani liberalizmin ve sosyalizmin, birbirleriyle mücadelelerinin eksenini oluşturmakta.

Bu mücadelede “değer” kelimesine verilen anlamların farklılığı da temel bir rol üstleniyor.

Yani “değer” mücadelesi, özünde bir anlam mücadelesidir.
Neden böyledir? Neden “değer” kelimesi bu kadar önemlidir ve ona farklı bir anlam yüklemek bu kadar önemli olsun?
Dünyada resmî rejimi sosyalizm/komünizm olan ülkelerdeki katliamların, siyasî baskıların, hatta resmen sosyalist olmamakla beraber komuta ekonomisi uygulanan ülkelerde dereceye bağlı olarak görülen hukuk eksikliğinin bütün sebebi “değer” üzerindeki anlaşmazlık mıdır?

Son sorunu cevabı kesindir: Evet!

Belki sona saklamamız gereken bir cümleyi şimdi sarf etmemiz gerekiyor.
Anlam bir haritadır.

Size üzerinde yaşadığınız ve seyahat etiğiniz dünya ve bu sırada sürdürdüğünüz hayat hakkında bir yol göstericidir. Size hayat ve dünyanızın “topografyasını” tercüme eder, sizin için onu “bilinir” kılar.

Bu harita içinde “değerler” ulaşılması ve kalınması gereken konak yerleri, yerleşim yerleridir.
Mesele şudur ki haritanızı değiştirdiğinizde ulaştığınız konaklar da farklı olur.
Daha doğrusu, haritanızı değiştirdiğinizde topografyayı yanlış tercüme etmeye başlarsınız.

Çünkü aslında haritanın tercüme etmeye çalıştığı topografya, içinde yaşadığınız toplumda, kendiliğinden gelişmiş anlam ilişkilerinden oluşmaktadır.

İnsan hem topografyasını oluşturan hem de onu keşfetmeye çalışan tek canlıdır.
Burada oluşturma işi keşfetme işinden daha hızlı seyreder. Çünkü bu gün için geçerli anlamlar üzerine hareket ederken ileride yolumuzu biçimlendirecek pek çok “yer hareketine” sebep oluruz. İşte toplumsal düzenin, “İnsan davranışlarının sonucu olmasının fakat insan tasarımının sonucu olmamasının” anlamı budur.
Bunun en güzel örneği semavî dinlere kaynaklık eden Hz. İbrahim’in “anlamlandırma sürecidir”.

Hz. İbrahim bir noktadan hareketle, anlamların bütünlüğünü kavramaya çalışmıştır. Bir noktadan hareketle aslında kendisine yöneltilecek “nedensellik paradoksu” suçlamasını engellemiştir. Yani bir olgunun ilk kökenine varmadıkça onun anlamının kavranamayacağı düşüncesini engellemiştir.

Bir noktadan hareketle anlamların bütünlüğünü belki göremeden ama varsayarak bilinç sahasında yürümüş ve nihaî anlama ulaşmıştır.

Toplumsal hayatta da biz bir yandan elimizdeki anlam dağarcığından hareket eder ve sürekli bir keşif faaliyeti sürdürürüz; bu sırada hareketimizin yarattığı ve önceden bilinmeyen sonuçları da gelecek nesillere keşfedilmek üzere miras bırakırız.
Peki ama bütün bunlar ne anlama gelir?

Bütün bunlar, hayatın ve dünyanın anlamının yalnız insan için var olduğu anlamına gelir. Mutluluk, keder, hasret, kıskançlık vs tamamen insanın anlam dağarcının sonuçlarıdır.

Yani insanın anlamlandırma sürecinin sonuçlarıdır.
İşte felsefe ve dinler, bize “zarar vermemeye yönelik” bir anlamlandırma süreci kazandırmaya çalışır. Yani insanın, varoluşunu sürdüreceği, yani “doğru olan” anlamlandırma sürecini, bize temin etmeye çalışır.
Bir anlamın “doğruluğu” veya “yanlışlığı” bizi götürdüğü konaktaki durumumuzla anlaşılır.

Bize varoluşu sürdürmek vaadiyle yol gösteren bir “felsefî” fikir, eğer bizi bir yanardağın içine sürüklüyorsa onu “doğru” kabul etmeyiz. Çünkü biliriz ki lâvların içine düşen bir insan hayatta kalamaz.
Bu benzetmeler şüphesiz sınırlı bir açıklayıcılığa sahiptir fakat “Neden o da bu değil?” sorusuna yani insanın tercih problemine, ilk doğru cevapları içermeleri açısından önemlidirler.

İşte bu yüzden “Birden fazla doğru olabilir” anlayışı açıkça anlamsızdır. Çünkü bir toplumun zaman içinde “kendiliğinden” oluşmuş anlam haritası, zaten zaman içinde oluşabilecek tek haritadır. Bir insan ancak o anda bulunduğu yeri keşfedebilir ve anlamlandırabilir. Aynı anda Çin’de veya Endonezya’da da bir keşifte bulunamaz. İnsanlığın ortak hareket noktaları şüphesiz vardır ama bu, vardıkları yerlerin de ortak olduğu anlamına gelmez.

Hayatın, mülkiyetin ve hürriyetin kutsallığı, dokunulmazlığı, insan toplumların hepsinde derece farkıyla da olsa bilinen hareket noktalarıdır. Oysa her toplum bu hareket noktasından “varoluşu sürdüren” bir konak yerine ulaşmayı başaramamıştır.

Meselâ Marx’ın pek sevdiği ve bir tür felsefi maymuncuk gibi kullandığı ilkel toplumsal düzen aynen böyledir. Onu “ilkel” yapan şey, hareketin ilk noktasına yakın bir yerden ileriye gitmemiş olmasındandır. İlkel toplum, avcının mızrağını ancak avcının izniyle kullanılabilen bir mülkiyet olduğu kabul eder ama bunun ötesinde kabile şarkıcısının yaratıcı emeğinin, onun mülkiyeti olduğunu idrak edemez. Zaten sosyalizmin ilkelliği de buradan kaynaklanmaktadır.
Bunun yanı sıra, ilkel kabileler, tabiatın her unsurunu “insanlaştırarak”, bu unsurlarla birer insanmış gibi ilişki kurar.

Aslına bakılırsa, hayatı, tabiat şartlarına , çok daha bağlı bir toplumun bu davranışı tabiatı sorumsuzca kullanan modern toplumlar için faydalı bir yaklaşım olabilir. Çevreyle ilişkilerimizin yeniden gözden geçirilmesi için bize ilham verebilecek bu yaklaşım ne yazık ki daha ötesinde toplumsal ilişkilerimizin sonucu oluşan ekonomide yetersiz kalır.

Modern toplumsal ilişkilerin ilkel kabileler göre açıklanması ve yeniden yapılandırılmasına dair en kapsamlı ve iz bırakıcı düşünce Marksizm olmuştur. Marx toplumun gerçek temellerinin ilkel “komünal” toplum olduğu iddiası ile temellendirdiği düşüncesinde, kapitalizmi, “insanın özünden sapması” olarak değerlendirmiştir. Gözünden kaçan ve belki görmezden geldiği nokta ise, ilkel toplumun içinde dahi iş bölümünün var olduğu ve iş bölümünde yer alan her “üretim aracının” o iş bölümündeki şahsa tahsis edilmiş olduğuydu.

Ayrıca hayatta kalmak için yabani çilek ve geyik yemenin gerek ve yeter şart olduğu ve bundan fazlasının da zaten “anlam haritası içinde “yer almadığı, nüfusu sürekli belli bir seviyede seyreden yani olabildiğince “durağan” bir toplumun bile işbölümüne ihtiyaç duyduğu ve sınırlı miktardaki ,(hemen hemen artmayan/durağan) ürünlerin herkese paylaştırılabileceği bir toplumu idealleştirmek, aslında değişmeyen, cansız varlıklar dünyasının bir ayna görüntüsünden başka bir şey değildi. Hatta değişmeyen bir düzenin emirlerine göre yaşayan insan dışındaki canlıların dünyasının…

Marx ilkel toplumu örnek alırken ilkel toplumun da bir tür kaya veya antilop sürüsü olduğunu farz ediyordu, farkında olarak veya olmayarak...
Bu şekilde onları da “insanlaştırıyordu.”
Emek değer kuramının özündeki “metanın içinde bulunan değer” anlayışının temeli de budur.

Çünkü o, “değerin”, ancak belli bir anlamlandırma sürecinin sonucu olduğunu idrak edememişti.

Çünkü o değerin, ancak belli bir anlam haritasına uyularak keşfedilen bir varlık olduğunu bilemiyordu veya bilmek istemiyordu.

“Değeri”, içinde insan algısı barındırmayan bir varlık olarak düşündüğünde onu ölçecek doğal bir determinizm uydurarak sorunu çözebileceğini sanmıştı.
Bu anlayış, “değerlerin” hemen hemen sabit olduğu, hayata dair keşiflerin belli bir yerde donduğu ilkel toplumda belki açıklayıcıydı. Oysa gerek maddî gerekse manevî bir keşif sürecinin yaşandığı, bundan dolayı da iş bölümünün sürekli çeşitlendiği bir toplumda her şeyin neden zamanla değerini değiştirdiği sorusuna cevap bulamıyordu.

O, “değere” kendinde içkin bir anlam atfettiğinde onu insanlaştırmış oluyordu. Değer insan için ve insandan dolayı bir varlıktı oysa. Değerin insanın “anlam verme “ faaliyetinin bir sonucu olduğunu idrak edemiyordu. Dolayısıyla emeğin de dahil olduğu bütün malları, ilkel kabilelere benzer şekilde “ruh ve anlam sahibi” birer insan gibi görüyordu.

Bu şekilde kendilerini, antiloplar gibi tabiata taabi, edilgen birer canlı olarak addeden ilkel insanın algılayışını modern topluma giydirmek istiyordu.
Böylece de malların değerlendirilmesinde talebin işlevini yok ediyordu. Yani insanın tabiatı değiştiren, ona kendince şekil ve anlam kazandıran iradesini, yani insanın bilincini, yani insanın varlığını…

İşte bu insanlaştırma çarpıklı yüzünden, sosyalizmin cari olduğu memleketlerde katliam, baskı, fakirlik kaçınılmaz sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü insanın sahip olduğu ve mallara atfettiği değerleri mallara da atfetmeye başlarsanız insanı malların kölesi haline getirirsiniz. Aslında Marx “ İnsan bilinç sahibi değildir, onun bilinci üretim araçları ve üretim yöntemlerince şekillendirilir” benzeri yazdığında, sürekli kapitalizme yönelttiği “insanı yabancılaştırmak, metalaştırmak” ithamının, ancak kendi felsefesinin doğal sonucu olabileceğini de bu yüzden idrak edemiyordu.

İnsanı, değerin belirleyicisi olmaktan uzaklaştıran Marksizm, değer yargısına varmaktan korkan, yargısının sorumluluğunda kaçan, kendi ürünlerini insanların değerlendirmesinden korkanlar için çok önemli bir sığınaktı. Ama öte yandan kendilerine sunulan mal ve eylemleri yargılamak hakkını başkasına devredenlerin, ancak köle olabilecekleri gerçeğini de gizleyen bir “harita silicisi” bir ahlâk yıkıcısıydı.

Şüphesiz sosyalist ülkelerde hoşnutsuzluk göremezsiniz, çünkü bunu kimse ifade edemez ama eğer kendilerine “sosyal demokrat” veya “sosyal devlet” diyen refah ülkelerinde üretimin bolluğuna rağmen hoşnutsuzlukların varlığını görüyorsanız kendinize şunu sormalısınız:
Üretimin bolluğuna “izin verilen” bir yerde, insanların paylaşımdan memnun olmamalarının sebebi nedir?”

Bunun sebebi üretilen ürünün ve emeğin değerlendirilmesi yetkisinin oy çokluğu bahanesine sığınılarak artık yavaş yavaş devlete devredilmesindendir. Çünkü ürünleri veya “gelirleri” vergilendirme yoluyla başka insanlara devlet zoruyla aktarmak, o malı veya hizmeti fiyatlandırma yetkisini üreticinin elinden almak demektir.

Böylece mallar kendilerini alabilecek, kendilerine azamî fiyatı verebilecek müşteri kitlesinden, o malları edinemeyeceklere doğru kaydırılır ki bu da malın üretimindeki beklentilerin akamete uğratılması anlamına gelir. Bu durumda maliyet hesapları çarpıtılır, fayda endeksleri anlamsızlaşır, kısacası “değer” yok edilir.
O yüzden bedava dağıtılan sağlık veya eğitim tamamen “değersizdir”!

Malları insanlaştırarak, onlara insanın takdirinden bağımsız değerler atfettiğinizde olacak şey ancak budur… Marksist rejimlerin neden ancak dipçik zoruyla ayakta kalabildiğini mi merak ediyorsunuz? “Değer" sayılan şeyin ne olduğuna bakın…




24 Haziran 2010 Perşembe

Hukuk Devleti İdealine Karşı Etnik Irkçılığın Köpekleşme Psikolojisi


“ Oyuz yıldır sonuç vermeyen askerî yöntemler…” sözü aynen kalitesiz pop/arabesk şarkıların, tekrarlana tekrarlanan kulaklarımıza çakılması gibi beynimize çakılmak isteniyor.

Bu söz “yöntem” yanlışlığından bahsederken bir şeyi eksik bırakıyor. O da yöntemin uygulandığı iddia edilen kitlenin iletişim sorumluluğu.


Otuz yıldır bölgede uygulanan askeri yöntemlerden, sanki günlük hayatı akamete uğratan, ulaşımı aksatan, sağlık hizmetlerini eksilten şeylermiş gibi bahsediliyor.

Bir de sanki askeri yöntem veya silâh kullanımı, ancak sonuç verdiğinde onaylanacak bir şeymiş gibi söyleniyor.


Bu sözün anlamı: “ Biz ancak şiddetten anlarız, bizi itaate zorlayacak kadar şiddet görmedikçe de her şekilde ihanet ederiz!” dir.

Belki çok sert bir ifadedir ama bu bizim kafamızdan uydurduğumuzu bir şey değil, gördüklerimizden çıkardığımız bir neticedir.


Nitekim “Bölücü örgütün oyunlarına gelmeyelim!” sözü de artık “İşgalci TC Kürdistan’dan defol!” pankartlarına karşı sessiz kalmak anlamına gelmeye başladı.
Dikkat edilirse Kürt etnik ırkçılığı kendin şiddetten ayıramamaktadır. Ayırması mümkün değildir, çünkü özünde hukuka duyulan inan yatmamaktadır. Çünkü bilinçli bir hak mücadelesinin akılcı yolu onun için imkânsızdır.


Etnik terör örgütü ve yandaşlarının içinde bulunduğu psikoloji bu yüzden insanlıkla ilgisizdir. Etnik ırkçılar, insan olmanın sadece biyolojik araçlarını kullanabilen ama bunların sorumluluğundan bihaber canlılardır. Psikolojilerinin de tek bir nitelemesi olabilir: “Köpekleşme”. Çünkü ancak ve yalnız güç üstünlüğünü bir ilişki biçimi olarak kabul etmektedirler.


Şehit edilen Buse’nin yaşıtı hatta daha küçük olup da okula gitmek yerine polise taş atan, Molotof atan, polisi “kanunî yoldan öldürmeye çalışan”, “Büyüyünce terörist olacağız!” diyen “çocukların” aileleri, ellerinde yeşil kartla, “hak iddia ederek” doktorlarımızın kapısına dayandığında ne yaptıklarının bu yüzden farkında değildir.



“Halk PKK, PKK halk!” diye pankart açıldığında etnik ırkçıların farkında olmadığı şey etnik ırkçılığı, bizim vergilerimizle inşa edilmiş kamusal alanlarda savundukları ve hayatlarının bizim kanunlarımızın güvencesi altında olduğudur.



Bizim kanunî sınırlarımızın, bizim hukuk devleti usullerimizin şemsiyesi altında bize dişlerini gösterenlerin köpekleştiklerini bu yüzden söylemek gayet normaldir.

Çünkü insan olanlar yetki-hak/ sorumluluk ilişkisinin bilincindedir. Bir hakkın kullanımının bir başkasının hakkının sınırında bittiğinin ve o hakkın kullanımının kimseye bir maliyet yüklemeyeceğinin bilincindedir.


“İnsanlar” bir hakkın kötüye kullanımının, “sorumluluk” doğurduğunun bilincindedir. Öte yandan köpekler dahi, hangi şartlarda sevgi göreceklerini öğrenebilirler. Bundan dolayı da aslında etnik ırkçılığın psikolojisine “köpekleşme” demek, insanoğlunun en eski ve sadık dostuna bir hakaret ve fakat üzücü bir mecburiyettir.



Etnik ırkçılara karşı Türk Milleti’ni uyarıp duranların farkında olmadığı şey zaten ülkenin teminatının, “hak ve sorumluluk” bilincini tarihin çok eski devirlerinde anlayarak bütünleşmiş, milletleşmiş bir toplum oluşumuzdur.


Bundan dolayı etnik ırkçıların şiddete dayalı tepkileri bize yabancıdır. Biz kanunlardan yararlanırken o kanunların yapılış sürecini idrak edebilen, o kanunların tarihsel maliyetinin farkında olan bir “milletiz”. Dolayısıyla bizi sınırlayan şey, “sözün” kendisidir, şiddet değil.
Şehitlerimize duyduğumuz muhabbeti susturmaya çalışanlar, insanî varoluşun gereğini, etnik ırkçılığın hayvansal tepkilerinden ayırt edemeyenlerdir.


Etnik ırkçılık, bahçesine giren inekle beraber, ineğin sahibi aileden altı kişiyi birden öldürebilen ve ancak kendisine silâh doğrultulduğunda durabilen canlıların “siyasetidir.”


Bizi tereddüde düşüren şey de insanlık değerlerinden habersiz canlıların, bizim yarattığımız sistemi kullanarak bizi yargılamaya kalkmalarıdır. Suçlarımızı bizim ahlâkî değerlerimize dayanarak göstermekte ama kendilerini o ahlâkî değerlerden bağımsız saymaktadırlar.

Etnik ırkçılığın ayrılıkçılığında meşru bir “ayrılma” fikri yoktur. Onların bizden ayrılmak veya özerklik taleplerinin temelinde , bizim insanlık değerlerimizin yarattığı sınırlamalardan kurtulmak kör arzusu yatmaktadır.


Onlar kendi çocuklarını taciz edebilecekleri, kendi kan davalarını güdebilecekleri, kendi “aile meclisleriyle” kendi çocuklarının katil kararlarını verebilecekleri ve kendileri dışında hiç kimsenin onlara bunlardan dolayı hesap soramayacağı bir “dokunulmazlık alanı” arzulamaktadırlar.


Türk devletinin kendilerine yönelttiğini iddia ettikleri şiddetin onlarca katını kendi hemcinslerine uygulamışlardır, uygulamaktadırlar. Ama sosyolojik(!) yapıları bunu sorgulamaya yetecek kadar gelişmiş değildir.


Bu yüzden, kadınları, erkekleri tarafından dövülüp aşağılanıp katledilirken, tecavüze uğrarken gene aynı erkekler tarafından polisin önüne sürülüp de kalkan edildiklerinde “ Biz sizin namusunuz değil miydik neden bizi çatışmanın ortasına atıyorsunuz?” diyememektedir.


Türkiye’de etnik ırkçılık insanlık değerlerini kullanarak yürütülen bir köpekleşmeye dönüş hareketinin adıdır. Bu yüzden etnik ırkçılar için “ihanet” kelimesi anlamsızdır.


Türkiye’nin iki talihsizliği vardır: Birincisi “Milletleşmeyi idrak edememiş bir köylü zihniyetinin” iktidara gelmiş olması…


İkincisi de maalesef medenî seviyemizin henüz, hukuk devleti ilkelerinin köpekleşme ilkelliğine geri döndürülmeye çalışıldığını idrak edecek kadar ilerlememiş olmasıdır.

İnsan hareketinin sınırının sopa değil de "söz" olduğu hakikatini etnik ırkçılar ısrarla anlamak istemiyorsa yapılacak şey onlara uymak ve bizim değerlerimizi, hukuk sistemimizi istismar etmelerine izin vermek değil, onların anladıkları dilden konuşmaktır.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Iraklaştırılmak İstenen Türkiye



Irak uzun dönem egemen olan BAAS diktatörlüğüne rağmen “federatif” bir ülke olarak tanındı. Yani anayasasında “etnik gruplara” atıfta bulunularak ( ki nedense o grupların içinde Türk’ler yoktu? Ve nedense Araplardan başka sadece Kürtlerin adı geçiyordu?) sözüm ona bir “halk cumhuriyeti” olarak yıllarca yaşadı.
Şuanda da ABD bölgenin federatif özüne dokunmadan sözüm ona demokrasiyi Irak’ta yerleştirmeye çalışıyor.

Şu anda Irak’ın kuzeyinde ABD himayesinde, adeta makineye bağlı yaşatılan bir Kürt sözde devleti var. Bu devlet federatif yapıya bağlı olmamak için elinden geleni yapıyor ve ne gariptir ki Türk Ordusu sıcak takibe geçtiğinde ancak federasyona dahil olduğunu hatırlıyor.
Bizim etnik ırkçılarımız ve onların destekçisi ez cümle enternasyonalist solcular, liberaller ve dinciler, kısaca millet kavramı düşmanları, Türkiye için federatif bir yapının elzem olduğunu mütemadiyen dayatıyorlar.

Ve gene sosyoloji ve tarihi ıskalayarak belki de özellikle görmezden gelerek konuşuyorlar(!), yazıyorlar(!) hakaretler yağdırıyorlar.
Irk’ın kuzeyindeki insanlık dramı dahi onların vicdanlarını uyandıramıyor, çünkü hiçbir “değer” taşımıyorlar.

Irak’ın kuzeyinde şu anda fiilî bir Kürt devleti vardır ve bu devlet kendi bürokrasisini de oluşturmuştur. Takım elbiseli bir takımadamlar, bir takım ülkelerle temasa geçmekte ve Irak petrolü üzerinde egemenlik kurmak istemektedirler.
Irak’ın Kuzey’i resmi dili Kürtçe olan bir toprak parçasıdır. Yani etnik ırkçılarımızın özendikleri sistemi yaşamaktadır.

Peki Kuzey Irak’ta Barzani aşireti dışındaki Kürtlerin ifade hürriyeti sorunu var mıdır, yok mudur? Vardır! Bölgede Soranî dışındaki Kürt ağızları yasaklanmıştır! Sanırım etnik ırkçı Kürt siyasetçileri bunu uluslaşma için gerekli bulmaktadır. Gelin görün ki ortada ne uluslaşmaya yetecek bir hukuki çatı ne bu çatıyı kabul edecek geniş bir kavim katılımı ne de tarihî derinlik vardır.

Bölgede var olan tek şey, kabileciliğin kör yabancı düşmanlığıdır. Buna dayanarak ne ulus yaratabilirsiniz ne de devlet olabilirsiniz. Bu sadece , kendi aşiretinizle yaşadığınız toprak parçasını, ilkel canlılar gibi sidiğinizle işaretleyerek korumak davranışına benzer bir reflekstir.
Kürtler, Kuzey Irak’ta mutlu mudur? Hür müdür? Müreffeh midir?
Bunların hiç birine “evet” diye cevap vermemiz mümkün değildir.

Varlıklarını ABD işgal güçlerinin insafına borçlu olduklarını dahi fark edemeyerek devletçilik oynamakta, işgal altındaki ülkede diğer grupları taciz etmektedirler. Sözde devletlerinin gelir kaynağı belirsizdir ve kişi başına düşen “milli gelirleri” hakkında hiçbir fikirleri de yoktur, çünkü üretimde payı olmayan bir topluluk olarak gerçek bir gelire de sahip değildirler.

Bunun yansıra hem ABD işgal güçlerince yönetilip hem de Barzani aşiretinin kabilecilik ilkelliğiyle bastırılmak dışında bir siyasî sistem bilmemekte, dolayısıyla da hürriyetin kenarında bile yaşamamaktadırlar.

Çünkü Kürt sosyolojik yapısı, “erkeği ve silâhı” en fazla olan aşiretin başa geçmesi dışında bir yönetim biçimi doğuramamıştır. Bunun sebebi de Kürt sosyolojisinin kan bağı ve akrabalık ilişkisi dışında bir insanî tanıdıklığı henüz kazanamamış olmasındandır. Büyük şehirlerde mafyalaşmada Kürt grupların başı çekmesi de sanırım ki bu sebeptendir.

Ortadoğu’da Kürtlerin en fazla doğum oranına sahip olduğu ülke de Irak değil, Türkiye’dir. Çünkü bütün hakaretlerin ithamların aksine, Türk devleti koruyucu sağlık hizmetlerini elinden gelenin en fazlasıyla yürütmüştür. Kürtlerin en fazla doğum oranına sahip olduğu bu ülkede son zamanlarda Ermeni teröristlerden mülhem ağızlara sakız edilen “soykırımdan” bahsetmek kimse kusura bakmasın “alçaklıktır.”

Bunun yanı sıra zannedildiği gibi yıllardır sürdürülen bir dil yasağı falan da yoktur. 80’lerin başında Ankara’nın orta yerinde Bahçelievler’de satılan “Rızgari” ve “Welat” dergileri çocukluğumuzun ilginç anılarındandır. Yaşları yirmiye yaklaşmış Kürtçe isimli evlâtlarımızın var olması da etnik ırkçıların söylemlerini yalanlayan bir başka hakikattir.

Kuzey Irak’ta Türkmence yasaktır ve üstelik Türkmenler 20.yyın başına kadar egemen Türk devletinin asli unsuydular. Bugün Kuzey Irak’ta Türkmenlere karşı yürütülen taciz ve tecavüz politikasının binde biri bile Türkiye’de yaşanmamıştır.

Türkiye’de tapu dairelerinde insanlara “ırk” sorulmazken 2003’te Kerkük’ü işgal eden Kürt yağmacıların ilk yaptığı şey Kerkük’ün tapu kayıtlarını yakarak Türk varlığının izlerini silmek Türk mülkiyet haklarını gasp etmek olmuştur. İşte asimilasyondan ve işgalden bahseden Kürt etnik ırkçılarının özendikleri “Kürt özerkliği” ile Türk egemenliğinin farkı buradadır.


Kuzey Irak tecrübesi bize etnik ırkçılığın egemenlik hakkımızı bölmesi durumunda nasıl bir kardeşlik ve demokrasi ortaya çıkaracağının canlı örneğidir. Kuzey Irak kürt varlığıyla Türkiye kürt varlığının arasındaki fark, Türkiye Kürt etnik ırkçılarının Türk egemenliğindeki hukuk devleti çatısı altındaki ayrımsızlıkla geniş bir ideolojik kültür kazanabilmeleridir. Ne yazık ki bilgileri de kendilerini kardeşleri bilmiş bir millete karşı kullanmakta beis görmemektedirler çünkü sosyolojileri değişmemiştir. Kuzey Irak’taki kalaşnikoflu cahil bir peşmerge ile Türkiye etnik ırkçısı Kürt’ünün arasındaki tek fark, Türk Kürt’ünün okumuş olmasıdır. Ona okumak fırsatını vern de durmadan “faşist ve ırkçı” diye suçladığı hukuk kaydıyla sınırlanmış Türk millî egemenliği ve Türk Milletinin millet olmak şuurudur.


Türkiye’de federasyon isteyenlerin emelleri, Türkiye’yi Kuzey Irak’taki kabilecilik vahşetine döndürmektir. Kuzey Irak’taki mevcut yapının hukuk devleti, uluslaşma ve medeniyet yönlerinden Türkiye ile mukayesesini yapmak bile maalesef bu vahşetin destekçilerinin vicdanlarını uyandırmaya yetmemektedir.

22 Haziran 2010 Salı

Ulusalcığın Karanlık Yüzü: Sosyalizm



Ülkemizin etnik ırkçılığa karşı tepkisini birleştirip bütünleştiren bir ad olarak artık neredeyse bütün tartışmalara hâkim oldu, “ulusalcılık”.
İçinde “ulus” kelimesinin geçmesi herkesin hoşuna gidiyor, herkesi kendine yakınlaştırıyor.

Bu tavrın içinde iki kutup var: Birincisi zaten millet sevgisi ile kendini ortaya koyan, sevdiği, öncelediği milletin de adını koyan milliyetçiler ve ikinci olarak kendine özgü bir “ulus” tanımı ile sevdiği, öncelediği bir milletin adını anmaksızın eline bayrak alıp sallayan sosyalistler.
Bu iki grubu birleştiren şey ise devlete yaklaşımlarındaki benzerlik. Her iki grup da devleti, toplumun her şeyi olarak görmekte ve toplum hayatını güdecek bir otorite olarak tanımlamaktadır.

Aradaki fark şudur: Milliyetçiler millet realitesi ile devletin tarihi bütünlüğünü geleneklere de dayanarak tanımlarken sosyalistler devletin içinde “millet” denen varlığın yerini hiç düşünmez. Milleti de Marx’tan ezberledikleri ekonomik şablon içinde muğlak bir şekilde telaffuz ederler.

Ulusalcılık bugün “dışa kapalı bir ülke”, “kapalı ve komuta edilen bir ekonomi”, “komuta edilen toplum” anlayışlarında varılan bir mutabakatın temsilcisi izlenimini uyandırmaktadır ki milliyetçiler, geleneklere bağlılıklarından ve hukuk ve siyaset bilimi bilgisizliklerinden, sosyalistler de ideolojileri gereği çözüm olarak bu kalıplara bağlanmaktadırlar.

Sorun şudur: Ulusalcı kampın hâkim tonu olan sosyalizm gerçekten Türk Milleti için beklenen çözümleri sunabilir mi?

Bu gün çok okunan ve sevilen bazı “ulusalcı” sosyalist sitelere, Türk milliyetçilerinin ideolojik yetersizliklerinden dolayı duydukları muhabbet acaba sosyalistlerce umursanmakta mıdır?

Bu iki sorunun da cevabı “Hayır!”dır.

Zira sosyalistlerin hayal ettikleri Marx’ın dünya cennetini yaratmak için gereken şeylerin başında gelen “üretim araçlarının devlet tarafından gasp edilmesinin” ( Marksistler bir kelime oyununun her şeyi değiştirebileceğini sanarak buna kolektifleştirme, “kamulaştırma” vs dese de bu işi yapacak tek bir zor kullanıcı vardır: Devlet!) ahlâkî muhakemesi ve faydacı analizi maalesef günümüzde dahi ülkemizde yapılmamaktadır.

Türk Milleti’nin hürriyetini ve refahını öncelemekle kendini ifade eden milliyetçilerin bu muhakemeyi herkesten önce yapmaları gerekirdi. Bu muhakeme sovyetizmin dünyayı kana buladığı, Leninist iç savaş stratejileriyle ülkeleri işgal ettiği günlerde yapılmayınca maalesef bu gün milliyetçiler sosyo- ekonomik fikirler plânında marksizmin güdümüne girmişlerdir.

Devrin romantik sosyalistleri devletleri yıkıp yerlerine yeni sosyalist devletler kurmayı hayal ederken, modern sosyalistler “sosyal demokrasi” denen oy çoğunluğu yoluyla devlet gaspını, adım adım gerçekleştirecek yeni ve şekilsiz bir sosyalizm türünü topluma enjekte ettiler. Oy verdiği için her şeye kaadir olduğunu sananlar kendi elleriyle özgürlüklerini ve varlıklarını yok ettiklerini anlayamadılar, hâlâ anlayamamaktadırlar. Marx’ın asla anlayamayacağı “gerçek üretici güçlerin” oy sayısı ile köleleştirilmesi metodu, geri kalmış ülkelerin demokrasilerinde bir tür can simidi gibi görüldü.

Bunun yanı sıra devrin egemen sosyalist örgütlenmelerinin dünyanın her yanında kayıtsız şartsız desteklenmesi tavrı ile sosyalist enternasyonalizm, Sovyetlerin güdümüne girdi. Dünyanın her yerinde ülkelerini sosyalist devrime yöneltmek üzere terör estiren, halkın arasındaki anlaşmazlıkları kışkırtan, Leninist iç savaş stratejisini aynen uygulayan sosyalist etki ajanları çalışmaya başladı. Bu ajanların geçmişteki en önemli faaliyetleri “Doğu Mitingleri” gibi tahriklerle sosyalizm adına etnik ırkçılığı uyandırmak olmuştur.

Nitekim bu gün sözüm ona ulusalcı solun idollerinden terörist Deniz Gezmiş “Kürt ve Türk halklarının barışı” gibi şeyler haykırırken aklından geçen şey, milliyetçilerin anladığı “millet” değildi. Bugün en sıkı Kürt karşıtı solcu oluşumların Deniz Gezmiş’i benimsemesi, sanırım marksizmin, yargılamayı sakatlayıcı diyalektik göz bağcılığı yüzündendir.

Ayrıca meselâ düne kadar etnik ırkçı sosyalist terör örgütlerini öven “Türk milliyetçiliği Fırat’ın sularında boğulmuştur!”, “Fırat’ın doğusunda devlet yoktur!” diyerek etnik terörü destekleyen Doğu Perinçek’in bu gün milliyetçilerin önünde Türk bayrağı sallaması da en başta sorgulanması gereken bir ahlâkî ikiyüzlülüktür.
‘90ların ortalarında etnik terörle işbirliğini beyan eden sosyalist terör örgütleri bu gün hâlâ Karadeniz kırsalında varlıklarını sürdürmektedirler ve “ulusalcı” kampın sol kanadından bugüne kadar TİKKO, THKP-C gibi kan dökücü örgütlere tek bir eleştiri gelmemiştir.

Ulusalcı kampın sol kanadı, tarihi bir “Amerikan komplosu” olarak ele almayı sevmekte ve mesela düne kadar PKK’nın beşiği olan Bekaa’da Filistinli teröristleri hangi devletin finanse ettiğinden ve eğittiğinden hiç bahsetmemektedirler. Sovyetlerin Ortadoğu’da nasıl bir nüfuz alanı yarattığından, Irak, Suriye ve Yemen’i nasıl silâhlandırdığından, bu bölgede etnik ırkçılığın babası Barzanileri nasıl eğittiğinden, Irak ve Suriye gibi garabetlerdeki diktatörlüklerin sosyalist renginin nereden alındığından, siyasal islâm’ın sosyalistleşmesindeki rolünden hiç bahsetmemektedirler.

Veya ülkemizde 12 binden fazla silâhlı eylemle 80 öncesinin baskın şiddet unsuru olan sol örgütlerin ellerinde neden Sovyet ve Çin bayraklarıyla askere, polise, milliyetçilere saldırdığını da izah etmemişlerdir. Gene veya daha önümüzde duran etnik terörün, ideoloji olarak kendisine marksizmi benimsemesi gerçeğinden hiç bahsetmemektedirler.

Nitekim bugün bölücülüğe karşı çıktığını söyleyen CHP dahi, hâlâ “Türk” adını ağzına alamamaktadır. Deniz Baykal’ın gidişine “CHP’nin gerçek sola kaydığı” bahanesiyle sevinenlerin dillerinin altındaki bakla CHP’nin sosyalist enternasyonal eksene oturarak Türk varlığından uzaklaşmasına duyulan sevinçtir. Keza Türk adını anarak enternasyonalist solcuların tepkisini çekerek alaşağı edilen Deniz Baykal’ın yerine çabucak “daha solcu” birinin getirilivermesi ideolojik yönü ve toplumsal bakışı açısından siyasal İslamcı bir partiyle aynı “ millet karşıtı” eksende yer alan bir siyasetçinin egemen güçlerce başa getirildiği intibaını güçlendirmektedir.

Henüz CHP’nin yeni başkanından “millet” derken hangi milleti kast ettiğine dair aydın bir ifade işitemedik. “Türk” adını anarak etnik ırkçıları kızdırmaktan ve kendi kampının tepkilerini üzerine çekmekten korkuyorsa “ulusal” sıfatından herhangi bir hisse alması mümkün değildir.

Bugün sol da siyasi İslam da içinde “Türk” adı geçmeyen bir millet veya ulus yaratmak amacını gütmektedir. Düne kadar Türk adını savunanlara sosyalistler “faşist ve ırkçı” diye hakaret ederken aynı şekilde enternasyonalist olan siyasal İslamcıların aynı hakaretleri, milletlerini seven insanlara etmesi tesadüf olabilir mi?

Toplumu devletin eliyle bir işçi diktatörlüğünde köleleştirmekten bu gün de vazgeçmemiş olan solun, kendi bakış açısından uydurduğu tarihlerde milliyetçileri sürekli ABD piyonu olarak göstermesi gerçeği de maalesef milliyetçileri uyandırmamaktadır, çünkü milliyetçilerin entelektüel zafiyetleri hâlâ sürmektedir. Sol “ulusalcı” kamp içinde milliyetçilerle yer alırken onları benimsememekte sadece örgütsel çıkarları için onlardan yararlanmaktadır. Ulusalcı kampın sosyalist kanadı için milliyetçiler “öncelikli düşmana” karşı yararlanılıp kenara atılacak müttefiklerdir ki her gün Lenin’in ahlâk dışı ve şedit eylem plânlarını okuyarak iman tazeleyen bir kamptan başka bir şey de beklenemez.

Bugün Türkiye’deki etnik ırkçılığın ve ayrışmanın esas müsebbibi, komünist bir devrim için toplumdaki her türlü ayrışmayı kaşıyan ve kışkırtan sosyalist kamptır. “Halkların kardeşliği” sloganı, herkesin üzerinde anlaştığı büyük ve kavrayıcı millet kavramını bir kenara atıp, ekonomik açıdan ayrıştırılmış farklı ırkî kampları anlatmaktadır. Dolayısıyla sosyalistlerden kendi anladığımız ve aslında da anlaşılması gereken “Tarihin bir döneminde aynı hukuk çatısı altında birleşme iradesi göstermiş kavimlerin kendiliğinden benzeşmesi” manasında “milletin” hayrına bir hareket beklemek yanlıştır.

Milliyetçiler bu yüzden kendilerini sosyalistlerle aynı kefeye koyan “ulusalcı” sıfatını reddetmeli ve bu kampın içinde kalarak kendilerini daha fazla sosyalistlere istismar ettirtmemelidirler. Sol, dün de etnik ırkçılığı ideolojik olarak haklı görüyordu, bu gün de özünde bu tavrından sapmış değildir. “Türk” adını anmayı “ırkçılık” sayanların bu gün ihtida ederek kendilerine enternasyonalist bir başka kamp yaratarak liberalizmi ifsat etmeleri de milliyetçilerin gözünü açmazsa yakında sosyalistlerin hayalindeki “hakların kardeşliği” cehenneminin ülkenin bölünmesiyle gerçekleşmesine şaşmamaları gerekir.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Etnik ırkçılığın Değer Yoksunluğu ve Türkiye’de Yaşanan Ahlâkî Buhran



Bir etnik ırkçı sözde siyasetçi geçen günlerde şöyle bir cümle sarf etti:
Biz boş testiyi dolu testiye çarparız bizim kaybedecek bir şeyimiz yok. Varsın testisi dolu olanlar düşünsün!..”
Demokrasi yöneticilerin halkın çoğunluk oyuyla ve “barışla” değiştirildiği bir yönetim biçimidir. Hukuka saygı çerçevesinde de aykırı fikirlerin yönetimlere tesir etmek imkânına sahip olduğu bir rejimdir.
Burada dikkat edilmesi gereken merkez nokta, “halkın çoğunluğundan” ziyade, bu çoğunluğun “hukuk kayıt ve şartı" ile yöneticileri belirlemesidir, yani egemenliği kullanmasıdır.

Çoğunluğu bağlayan her hukuk sınırlaması aynen azlıkları da bağlar.
Dolayısıyla temel haklarına saygı gösterilen azlıkların, bunun ötesinde kendilerini çoğunluk iradesinden ayıracak bir rejim istemeye hakları yoktur.

Bir kere daha tekrar etmekte sayısız fayda vardır: Temel haklarına, yani hayat,i mülkiyet ve hürriyet ( ifade hürriyeti) haklarına saygı duyulmuş azlıkların “varoluşları” ne kendileri ne de çoğunluk için bir çelişki veya problem teşkil etmez ve bundan dolayı da varoluşları teminat altına alınan azlıkların çoğunluk egemenliğine yani millî devletleri oluşturan milletlerin iradelerine karşı gelmesi söz konusu olamaz!
Aktardığımız cümle, etnik ırkçılığın neden demokrasiyle hatta siyasetle uzlaşamayacağının tipik bir örneği aslında.


“Bizim kaybedecek bir şeyimiz yok” demek “Sahip olduğumuz hiçbir değer yok!” demektir. Çünkü kaybedilecek şeyler ancak kaybedildiklerinde eksiklikleri insanda üzüntü yaratan şeylerdir ki biz bunlara “değer” diyoruz. Değer, sahip olunmak ve korunmak istenen varlıkların genel adıdır.
“Kaybedecek bir şeyimiz yok!” demek hayat dahil bütün varlıkları gözü kapalı harcayabilmenin itirafıdır.

Oysa bir memlekette siyaset, barış yoluyla yani mutabakat ve hukuka riayetle toplumsal taleplerin hayata geçirilmesi işidir. Yani insan hayatının güç karşısında korunması şartıyla yürütülen bir faaliyettir. Eğer bir memlekette halkın değil de yöneticilerin talepleri mutlak öncelik taşırsa o memlekette demokrasi de yoktur, siyaset de.

Dolayısıyla siyasetin ve onun incelmiş, süzülmüş hali olan demokrasinin “insanı korumak” ideali, zorbalığı kesin şekilde dışlamak duyarlılığı ile etnikçiliğin “dolu testiyi boşa kırdırma” vahşeti bir arada bulunamaz. “Kaybedecek bir şeyi olmayanlar” bir değer ürettikleri için, fikirler rekabetinde öne geçtikleri için değil, var olmaya çalışanları yok ederek hayatta kalabilen parazitler, hayat emiciler, emek sülükleridir.
Eğer etnik ırkçılar, sözüm ona vekili oldukları toplumun, bu sözün alçaklığını paylaştığını iddia ediyorlarsa, öyle bir toplum bırakın başkalarıyla barış ve kardeşlik içinde yaşamayı kendi kendine bile yaşamaya yetecek ahlâkî normu taşımayan bir vahşiler yığınıdır. Böyle bir sözü bir topluma mal etmek, o topluma edilebilecek en büyük hakarettir.

Bu değer yoksunluğunun pratik anlamı ahlâksızlıktır. Çünkü ahlâk en kısa tanımıyla “Zarar vermemek iradesidir.” “Testisi dolu olanlar düşünsün” demek, testiyi doldurmak için emek sarf edenleri hiçe saymak demektir.

Bu da zaten ancak hırsızların, eşkıyaların edebileceği bir lâftır. Nasıl ki hırsızlar loncası reisi “Evinde altını olanlar düşünsün” dese, onu engellemek istersek, aklı başında devlet yetkilileri de “Değerlerinizi yok etmek istiyoruz!” diyen etnik ırkçı katillere engel olmalıdır. “ Testiyi kırmak” ile açıkça zarar vereceğini ifade eden hiç kimse, fikir hürriyetini kullanamaz.

Evet Türkiye derin bir ahlâkî bunalım içindedir. Ama bu bunalım, siyasi dincilerin sandığı gibi parklarda birbirlerine sarılan gençlerin sevgi gösterilerinden kaynaklanmamaktadır. Güce tapınıcı bir iktidar sistemiyle vatandaşın hayatını korku ve şüphe ortamına çeviren, fakat vatandaşını katleden etnik ırkçılara karşı aynı sertliği göstermekte aciz kalan iktidarın tavrından kaynaklanmaktadır.

“Kürtler hayatı cehenneme çevirecek!” diye tehditler savuran yaratıkların maşalarıyla ülkemizin meşru müdafaa gücü ordumuzun askerlerini bir tutan çarpık hikmet-i hükümetten kaynaklanmaktadır. Üzerine atılan Molotof kokteyline karşı kanunlarla eli kolu bağlanmış polislerimizi eşkıya yardakçılarının alaylarına meze eden güç odağının, aynen testi kırıcısı ırkçı teröristler gibi hiçbir değere sahip olamamasından kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de iktidar partisiyle milletin geri kalanı arasında “sahip olmak” ve “korumak” istenen varlıklar açısından gitgide büyüyen bir uçurum vardır.
Türk milleti şehitleri için ağlarken “Şehit cenazesi üzerinden siyaset yapmakla” suçlanmakta, “Kahrolsun PKK!” diye bağırırken aynı anda devletin bir bakanı “Dağda ölenler de bizim” diyebilmektedir.

Dağda ölenler, bakanın ve onun mensubu olduğu hükümetin ve o hükümeti iktidara taşıyan milletin düşmanlarıdır ve aklı başında hiç kimse ne kadar cahil olursa olsun, kendi değerlerini düşmanlarıyla paylaşmaz! Dolayısıyla değerlerini savunan insanlarla düşmanlarını da aynı kefeye koyamaz! “Dağdakiler de bizimdir” gibisinden bir lâf etmek demek katili meşrulaştırmak, milletin bilincini artık hiç bir ahlâkî yargıya varamayacak şekilde sakatlamak demektir.

Türkiye’deki derin ahlakî yoksunluk, deontolojik temel haklar müdafaasıyla hiç ilgilenmeksizin, kendi ırkçılıklarını demokrasiye yamamaya çalışanların terör tehditlerine boyun eğilmesinde kendini göstermektedir.

Türkiye’de artık etnik ırkçılar devleti muhatap kabul etmemekte, siyasi taleplerini de bir çakal sürüsünün ağzından ileterek kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu tavrın ahlâksızlığı, iki yüzlülüğü ifade hürriyeti şemsiyesi altında korunamaz. “ Hayatı cehenneme çevireceğiz!” gibi bir cümle sarf eden insanın Türk vatanını paylaşan bir “vatandaş” olmasına müsaade etmek her türlü ahlâksızlığın, zorbalığın “iktidar” denen güç odağı tarafından onaylanması demektir.

Devletin varlık sebebi, hiç kimsenin, devletinki dahil olmak üzere zorbalıkla karşılaşmadan yaşamasının temin edilmesidir. Eğer bir devletin başındakiler kendi milletlerine yönelik güç tehdidini, fikir planında da eylem planında da engellemezse bütün zulümlerin ve gaddarlıkların ortağı haline gelmiş demektir.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Türkiye’de Liberallerin Yararsızlığı Sorunu


İktisat kuramında kullanılan bütün terimlerin liberal iktisatçılarca iktisada kazandırılmış olması bir tesadüf değildir.
Söz gelimi hesap makinesi satın alacağınız zaman “artı değer” gibi saçmalıklara göre değil, sizin fayda endeksinizle, satıcının fayda endeksinin çakışıp çakışmadığına bakarak alışverişe girişirsiniz.

Bunun yanı sıra devletin oluşumu, mülkiyetin temelleri, toplumsal düzenin tabiatı konularında da en etraflı fikirleri liberal filozoflarda bulursunuz.
Buna mukabil Türkiye’nin sorunlarının çözümüne geldiğimizde liberallerimizin elle tutulur, akla, mantığa, hele de ahlâka dayanan maalesef hemen hiçbir fikrine rastlayamazsınız.

Türkiye’de liberallerin “çözüm” diye sundukları şeylerin büyük kısmı, Marksizm’in gölgesinde kalmanın uyandırdığı derin aşağılık kompleksinin ve farkında olmadan yürütülen Marksist kolektivist akıl yürütmenin birer eseridir. Siyasî konularda akıl yürütmeler “ihtida etmiş” Marksistlerin tekeline geçmiştir ve liberal cenah bu kesimin sözlerindeki derin yanlışları anlamaktan bile uzaktır.
Devlet düzeni, temel haklar ve demokrasi konularındaki bu muhtedi liberallerin fikirlerinin , negatif haklar ve demokrasinin sınırları açısından hemen hemen hiç eleştirilmemesinin sebebi, liberallerin liberalizmi ancak ezberleyebilmelerinden, bunun ötesine geçerek yorumlama yapmak kabiliyetinden yoksun olmalarındandır.


Aksi takdirde etnik ırkçıların “haklar” söylemine en sert cevapların liberallerden gelmesi beklenirdi. Veya toplumun etnik/ ırk temelinde farklı yasama organlarına bölünmesi durumunun “kanun önünde eşitlikle” bağdaşmayacağının gene liberallerce ifade edilmesi gerekirdi. Veya İfade hürriyeti kısıtlamalarının cinayet/ terör sebebi sayılamayacağının, en başta ve sürekli liberallerce ifade edilmesi gerekirdi.


Veya farklı insan topluluklarının tek bir emniyet sağlayıcı etrafında birleşmesinin sosyolojik sonucunun milletleşme olduğunu en başta liberallerin anlaması beklenirdi.

Peki ülkemizde durum böyle mi?
Maalesef hayır!

Ülkemizde etnik ırkçılığın açık ırkçı vurgularına hemen hemen hiç bir liberal eleştiri getirmemektedir. Bu noktada “Halkların kardeşliği” safsatasıyla terör estirmiş ezcümle solcu örgütlerle ve etnik teröristlerle aynı duruşu sergilemektedirler.

Ülkemizde hemen hiçbir liberal “Hak” denen temel menfaatlerin kökeni konusuna değinmemiş ve etnik ırkçıların “ ırksal farklılığı” bir hak kaynağı olarak görmesini de eleştirmemiştir. İstisnaî eleştiriler belki yapılmıştır ama en başta liberallerin “hak” kavramının sürekli istismarına karşı sürekli cevap vermesi gerekirdi. Bu açıdan popülist kolektivist siyasetçilerden hiçbir farkları yoktur.
Liberal okumuşlar ve siyasetçiler “millet” kavramını gayet kaba biçimde Marksist şablonlara dayanarak kullanmakta ve “ırkçı”, “faşist” gibi hakaretleri de ağızlarına geldiği gibi savurmaktadırlar. Oysa içinde yaşadıkları toplumun ırkî heterojenitesine, kültürel çeşitliliğine ve bu çeşitliliği çatısı altında barındıran büyük sosyolojik gerçeğe bakmayı akıl edebilseler Milletin kabileden, kavimden, vs apayrı büyük ve soyut bir beraberlik olduğunu da anlayabilirlerdi.

Oysa liberaller, “soyut kurallar etrafındaki kendiliğinden benzeşme” tanımını izlemek yerine, yerine ırksal tekdüzelik mücadelesi veren etnik ırkçılığın peşine takılarak liberal ahlak anlayışını da çiğnemektedirler. Nedir o anlayış? “Zarar vermemek iradesi!”
Bunun yanı sıra “ Otuz yıldır askeri tedbirlerle bitirilemeyen terör” ifadesini, aynen sosyalistler veya etnik ırkçılar gibi kullanmaları, içinde bulundukları ahlâki yozlaşmayı fark edememelerinin bir delilidir.

Bu ifadeyi kullanmak demek, “Eğer bir gayri meşru zor kullanıcı ortaya çıkmış ve sen onu yenemiyorsan onu meşru saymalısın!” demektir ki bunun ne temel haklar kuramında, ne liberal devlet kuramında ne de normatif ahlâkta bir yeri vardır.
Bu ifadeyi en başta liberaller reddetmeliydi. Oysa bu gün gördüğümüz şey, liberal bazı örgütlenmelerin terör destekçisi partilerden “demokrasi” adına medet umması, terörle siyaseti birleştiren ahlak yoksunlarıyla enternasyonalist bir barış geliştirilebileceğini sanmasıdır.

Türkiye’de liberallerin bundan otuz yıl önceki Marksistler gibi kendi toplumlarına yabancılaşmış, “salyangoz satıcılarına” dönmelerinin herhalde en önemli sebebi içinde yaşadıkları toplumun sosyolojisinden bihaber olmalarıdır.
Bu ülkede cemaat yapılarının ( Bunu sosyolojik anlamda kullanıyoruz, her Marksist fraksiyon da sosyolojik anlamda bir cemaattir) siyaseti nasıl etkilediği, ekonomik faaliyetteki yeri ve işleyişi, kabileciliğin/aşiretçiliğin devlet istihdamındaki etkisi ( Bilmeyenler olabilir, ülkemizin doğusunda herhangi bir aşirete üye olan memurların terfileri olmayanlara ve hele bölge dışından gelen memurlara göre çok daha kolaydır…) gibi konuları okumaksızın, görmeksizin herkese aynı reçeteyi sunabileceğini sanmak aynen uyuşturucu Marksist ideolojinin yarattığı bir halüsinojen olarak liberalleri uyuşturmaktadır.

Hayatları son derece sınırlı bir bölgede geçmiş, sadece akrabaları içinde yaşamış, akrabaları dışındakileri tehdit sayan insanların siyaset anlayışının ahlâkî eleştirisini yapmayı akıl edememelerinin yanında, böyle bir toplumsal yapının ayrı yasama erkini tanımanın yaratacağı sonuçların ahlâkî fayda analizini yapmayı da akıl edememekte veya böyle bir analizi yapmayı istememektedirler. Hümaniteleri etnik ırkçılarca ipotek altına alınmıştır.

Hakkı gözetmek yerine, kuvvetin egemenliğine, etnik terörün inisiyatifi ele almasına, körce bir devlet düşmanlığıyla alet olmaktadırlar.
Siyasetteki temsilcileri ise maalesef henüz korporatizm terimini yeni duymuş yönetici kadrolarıyla, el yordamıyla iktisadi liberalizm müdafaaı yapmak dışında bir özelliği olmayan LDP’dir.

Adı Türkiye Cumhuriyeti olan bir ülkede Türk adından bahsetmeye “ırkçılık” diyebilecek kadar körleşmiş bir ideolojik cemaatin en büyük zararı, savunduğunu iddia ettiği ideolojiyi bilerek veya bilmeyerek terörün aklayıcısı haline getirmek ve toplumda gücün egemenliğine yol açmaktır. Keza henüz bitmemiş bir davanın sanıklarını manşetlerinde sürekli mahkûm eden sözde liberal yayın organlarını hiç eleştirmemeleri liberalizmin deontolojik ve normatif ahlâk anlayışı karşısında iki yüzlü davranmalarının bir delilidir.

Bu güne kadar varlığı kanıtlanmamış bir örgüt hakkında varış gibi yayın yapan, soruşturmaları tartışma konusu olan bir davayı sonuçlanmış gibi millete tanıtan yayın organlarını “masumiyet karinesi”, “suçun ferdiliği” gibi karinler ışığında eleştiren hemen hiçbir liberal okumuşun olmaması çok manidardır.Bugün liberaller, herkesin ağzına bir lokma ekmek tıkayarak insanları özgürleştireceklerini sanan sosyalistler kadar hayalci ve maalesef bir o kadar bilgisiz şekilde milletin enerjisini tüketmekte ve moral değerlerini yıkmaktadır.

Savunduklarını iddia ettikleri ideolojiye bilgisizlikleri ve çarpık hümanizmleri ile inanılmaz bir zarar vermektedirler. Kendi milletinden utanan insanların liberalizmi, çöpe atılmış bir define haritasından farksızdır ki o haritayı çöpe atanlar sosyalistler değil, yarı okumuş liberallerdir.

18 Haziran 2010 Cuma

Etnik Irkçılığın Dil Yoksunluğuna Ve Şiddet Düşkünlüğüne Kısa Bir Bakış



Türkiye’de etnik ırkçılık, uzlaşmaz kavramları birbirine ulayıp, fütursuzca kullanmakta. İdeolojisi olan marksizmin “diyalektik” denen fikrî hokkabazlığı sayesinde bunu yapabilmektedir.
Buna göre bir kelime, kendi başına hiçbir anlam taşımamaktadır. “Kelime” denen şey, Marksistlere göre “örgütün”, veya “partinin” amacına uygun gördüğü anlamı kendisine yükleyerek kullanabileceği bir araç, bir silâhtır.


Dolayısıyla kelimelerin üzerine inşa edilmiş bir bilinç ve ahlâk kavramı Marksistlere yabancıdır. Böyle bir ikili düşünme, amaç güdülü anlamlandırma işi tam da etnik terörün aradığı şeydir ve bu yüzden dünya üzerinde meselâ “liberal” bir etnik terör örgütüne rastlayamazsınız.
Etnik ırkçılar için dünya, üzerinde kendi kan bağı ilişkilerinin oluştuğu tanıdık bir kara parçasından ibarettir. Etnik ırkçılığın bütün amacı da bu kara parçasında, kendi kan bağı ilişkilerinin seyrelmeden, gevşemeden sürmesinden ibarettir.
Çünkü daha hâlâ etnik ırkçıların sosyolojisi, akraba evliliğiyle korunan, basit ve somut kurallara dayanan kabileler ilişkisine dayanmaktadır.


Böyle topluluklara soyut kuralları, o kuralların kendiliğinden yol açtığı sosyal benzeşmeyi, kaynaşmayı anlatamazsınız.
Böyle topluluklara, “kural önünde eşitliği” de anlatamazsınız.
Çünkü onlar için kural, “değişmeden kalmaktır.”


Çünkü etnik köken, ırk aynılığı gibi konuları çoktan tarihe gömmüş, hukuk denen soyut keşif süreci etrafında kendiliğinden birleşmiş, kaynaşmış büyük toplumlar karşısında ciddi bir eziklik duymaktadırlar. Bu yüzden de millî yapıları kendi düzeylerine çekmeye çalışmaktadırlar. Ülkemizde, “Türk’ü” bir etnik grup saymak cehaleti, etnik ırkçıların kabadayılığına yaranma gayretinden başka bir şey değildir.


O halde etnik ırkçıların “ sorunun siyasî çözümü” dedikleri şeyin ne olduğunu açıklamaları gerekir.
Aslında açıklıyorlar da.


Onlara göre kendilerini “etnik” yani ırkî açıdan ( bu kelime etnik ırkçıların sayesinde, ırkın eş anlamlısı haline getirilmiştir ama nedense kendilerine uymayan herkese “ırkçı” diye hakaret eden solcularımız ve enternasyonalist liberallerimiz bunu hiç eleştirmemektedir) farklı gören herkesin etnik kökenine göre temsil edilmesini istiyorlar.


Peki diyelim ki Türk olmadığını ifade ederek meclise giren bir milletvekili, Türk kanunlarına taabi olarak Türkçe’yi kullanarak Türkçe tahsil görerek yaşadı. Kendi çevresinde istediği dili konuştu ve yayın yaptı. Herkese uygulanan kurallara tabi olduktan sonra Türk olmamasının pratikte ne gibi bir anlamı olacaktır? Veya Türk olmanın pratikte başkalarına getirdiği ne gibi bir imtiyazdan mahrum kalacaktır?


Türk olmanın ırkla, dinle ve hatta dille ilgisinin derin bir tarihsel hukukî beraberliğin eseri olduğunu, dolayısıyla gayet soyut bir şey olduğunu anlamasına bu yetecek midir?
Etnik ırkçılar gerek sosyolojilerinin geriliği gerekse kabileciliğin, dış dünyaya karşı düşmanlıkla şekillenen mensubiyet şuuru ile sürdürdükleri inatları ve öfkeleriyle bu tip izahları anlayamazlar.
Peki ama birileri için izah edilen millet tanımını anlamamakta ısrar eden etnik ırkçılar, bu tutumlarını sürdürürlerse ne yapılmalıdır? İşte etnik ırkçılığın hedefinin anlamı budur.


Onlar kelimelerin anlamı hakkında düşünmemektedirler. Kelimelerin, bizi “anlamla” bağladığını anlayamamaktadırlar. Çünkü kendi toplumsal yapıları kelâmın bağlayıcılığı ile değil kan bağının otoriter keyfiliği üzerine kuruludur. Onlar için kelâm bir “namus” meselesi değildir. Onun için sözlerinden dönmekte mahzur görmezken her gün kendi kızlarını sudan sebeplerle katledebilmektedirler.


Onlar, siyasî çözümden bahsederken yaşadıkları toplumsal hayatın dayandığı yabancı düşmanlığına, keyfî güç kullanımına, kolektivist ideolojiye, kan bağına/akrabalık ilişkilerine dayalı “bağımsız” bir toprak parçasını arzulamaktadır.


Türkiye’nin birbirine karışmış, Türk adı etrafında çok büyük ölçüde benzeşmiş toplumsal yapısına bu yüzden düşmandırlar. “Kendi dillerinden, kendi topraklarından” bahsederken kabul edemedikleri şey ırkî bağları çoktan aşmış, yani kendilerininki gibi toplulukları çoktan geride bırakmış bir egemen toplumun varlığına tahammül edememektedirler. Onlar “millet” kelimesini inkâr ederek, yok sayarak milelti ortadan kaldırabileceklerini sanmaktadırlar. Bu tam da kendi köyü dışındaki dünyayı yok sayan, kendi köyü dışındaki her şeyi düşman belleyen kabileciliğin anlayışıdır.


Zaten “ Silahla çözüm bulunamadı” denirken kast edilen, etnik terörün silâhla çözüm bulamaması değil, Türk Milleti’nin silâhlı mücadeleyi kaybettiğidir. Etnik ırkçıların silâhı nihaî bir çözüm aracı olarak kabul etmeleri, hem toplumsal yapılarının sözü, kelâmı anlayamayacak kadar ilkel olmasından hem de bu ilkelliğin sahip oldukları Marksist diyalektik ile rahatlıkla desteklenebilmesindendir.


Dolayısıyla “ etnik kimlikle siyaset yapmak” derken kastettikleri, bu toprakların doğal ve meşru egemeni olan Türk Milleti’nden kendilerini ayırabilmektir.


Onlar “tanınmaktan” bahsederlerken, “saygıdan” bahsederlerken Türk’ün giremediği, adının anılmadığı, kaderi hakkında söz sahibi olamayacağı bir toprak parçasını arzulamaktadırlar. Kendilerine “saygı” duyulmasından bahsederlerken saygının egemen Türk Milletinin varlığına da duyulması gerektiğini görmezden gelmekte ve kelimeyi istedikleri gibi çarpıtmaktadırlar.
Etnik terör aslında modern terörizmden ayrı bir şeydir. Etnik terör, kabile yapısındaki bir topluluğun diğer toplumlara karşı geliştirebileceği tek davranış biçimidir. Terör kelimesinin içerdiği modernite ile etnik ırkçıların şiddet taraftarlığı bu açıdan anakronik bir çelişki arz etmektedir.


Dikkat edilirse kan bağına dayalı bir aşiret yapılanmasından ibaret olan Kuzey Irak yığıntısı, adına ne denirse densin silâhlı bir kabileden ileri değildir. Takım elbiseler giyip “devlet” adıyla anılmak veya kendine ait bir bürokrasi yarattığını iddia etmek de bunu değiştiremez.
Dolayısıyla etnik ırkçıların modern terimleri birbiri üstüne yığmaları hareketlerinin felsefî ilkesizliğini ve ilkelliğini ortadan kaldırmamaktadır.


Hümanizm adına Türk millî egemenliğine saldıran bütün enternasyonalist sosyalist, liberal ve dinci gruplar etnik terörün vebalini bu yüzden etnik ırkçılardan çok daha fazla taşımaktadırlar. Çünkü onlar etnik hırçınlığın kabileci ilkelliğini, bu ilkelliğin ötesinde ve hukukla bütünleşmiş milletleşme sürecine tercih etmektedirler.

Çünkü bu gruplar, millet kavramına düşman olmaları yüzünden, etnik ırkçılığın modern topluma yabancı olan kuralsızlığını, yabancı düşmanlığını ve şiddet düşkünlüğünü, meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.


Eğer kullanılan terimlerin anlamlarının hareketlerimizi bağladığını, her beyanın diğer insanların beklentileri üzerinde bağlayıcı olduğunu anlamamakta ısrar edersek etnik ırkçılığın “kabileler devrine geri dönüş arzusuyla paramparça olmamız işten bile değildir.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Niçin Yaşarız Niçin Ölürüz?



Etnik Terörle Mücadelede Anlam Tartışması

İnsan çevresini, yalnızca bir hayat alanı olarak kullanmayan, ona geçmişiyle, ailesiyle, eserleriyle vs. anlamlandıran tek canlı cinsidir.


Bu açıdan diğer canlılarla paylaştığımız bütün özelliklerin, unsurların bizim için ayırıcı anlamları vardır. Bir çakal öldüğünde yalnızca tabiatın onunla ilgilenen üyeleri için bir fayda teşkil eder. Bunun ötesinde hiçbir çakal sürüsü ölen üyesi için anıt dikmez, yıl dönümü düzenlemez…
Bu açıdan her canlıyı ilgilendiren ölüm, insanın kendi anlamını idrak etme gayreti içinde önemli bir yer tutar.


Ölüm her kültürde farklı sembollerle ifade edilse de hayatla ilgisi genellikle hep aynı şekilde benimsenir. Ailemizden başlayarak türdeşlerimizi, dolayısıyla neslimizi korumaya yönelik olarak gerektiğinde ölmek takdir edilen bir davranıştır.


Şüphesiz ölümün bu yönü çok kereler insanlığın iktidarlarınca istismar edilmiştir ama bu gene de bu davranışın bir değer olduğu gerçeğini değiştirmez.


Bu durumda şu soru aklımıza gelebilir ve gelmelidir: “Bu söylenenler savaşları çıkaran bütün mütecavizlerin ortak retoriği, olduğuna göre geriye ölümü savunabileceğimiz bir şey kalıyor mu?”


Bu soru, cevabı verilmeksizin ve üzerinde düşünülmeksizin Marksist anarşistler, enternasyonalist sosyalistler ve liberaller gibi gruplarca sıkça sorulur.
O halde soruyu cevaplamalıyız.



Söylenenlerin doğru olması, bu değerleri istismar edenlerin davranışından bağımsızdır. Bir kişi kendi değerleri adına savaş başlattığında, değerler adına savaşmanın yanlışlığı ortaya çıkmaz, uğruna savaş çıkarılan değerlerin meşruiyet problemi ortaya çıkar.
Burada tartışmayı ve akıl yürütmeyi engelleyen en büyük unsur marksizmin akıl yürütmeyi sakatlayan diyalektik hokkabazlığı ve göreceli ahlâkıdır. Bu ikisi bize mantıkî doğrunun ve ahlâkî yargının var olmadığını dayatır.


Bu açıdan, etnik terör örgütlerinin marksizmden beslenmesi tesadüf olmasa gerek.
Ülkemizi otuz yıla yakındır meşgul eden etnik terör örgütü de zaten diğer Marksist terör örgütleriyle işbirliği halindedir.


Bu Marksist örgütler, “halkların kardeşliği” sloganıyla her etnik grubun kendine ait bir bağımsız bölgede egemenliği tezini savunmaktadırlar.


“Kardeşlik”, “eşitlik” “barış” gibi kelimelerin saptırılmış değerler haline getirilmesi, anlamlarının çarpıtılmasıyla da eylemlerine anlam, meşruiyet ve değer kazandıracaklarını düşünmektedirler.
O halde etnik terörün amaçlarının, sahip olduğu “değerlerin” meşruiyeti ve geçerliliği açıkça tartışılmalıdır.


Ama bundan önce Türk millî devletinin geçerliliği ve meşruiyeti gösterilmelidir.
Türk Milleti, oluşumu hukuk birliğine dayalı büyük bir kavimler cem’idir, birleşmesidir, halitasıdır. Bu birlik büyük bir soyut değerler birliği olmak hasebiyle, her türlü kan, aşiret, kabile, etnisite ilişkilerinin ötesindedir.


Türk Milleti’nin bu soyut temelleri ile etnik terörün savunduğu “değerler” mukayese edilemez.
Çünkü etnik terör, somut kan bağları ve lisanî farklılığın, kesin şekilde milleti oluşturan soyut değerlerden koparılmasını istemektedir.


Türk Milleti’nin millî devletini oluşturan, milletin temelindeki hukuk birliği ve büyük kültürel benzeşmenin kendiliğindenliği, doğallığı ve tarihi derinliği ile etnik terörün değerleri aynı ahlâkî kefeye konamaz.


Çünkü etnik terör savunduğu “hak” söyleminin temeline somut ırkî ve lisanî farklılığı koymakta, bu farklılığın gözetilmesinin hukuk birliğinin gözetilmesinden öneli olduğunu söylemektedir. Federasyon, konfederasyon tezlerinin hepsi bu temele dayanmaktadır.


Kürt kardeşlerimizin lisanî farklılığa rağmen ırkî farklılığı aşan bir benzeşme sürecine girmiş olmasına, Türk milletleşmesinin bir parçası olmaya başlamasının doğal ve ahlâkî yönüne bu yüzden karşı çıkmaktadır.


Peki Kürt kardeşlerimizin lisanî farklılıklarına rağmen, uzlaşmaz bir kültürel fark taşımamaları, yoğun evlilik bağları kurmaları yoluyla kabile bağlarının ötesine geçmeleri, zaten milletleşme sürecinin ta kendisidir.


Türk devletinin varlık sebebi de bu sürecin korunmasıdır. Dolayısıyla bu sürecin kendiliğinden sürmesi için toplumsal barışın sağlanması ve sürdürülmesi için Türk devletinin zor kullanma tekeli meşru bir kurumdur.


Etnik terörün “değerleri” ise bu kendiliğinden bütünleşme ve kaynaşmayı bölmeye, yok etmeye yönelik amaç güdülü bir ahlâkın, sınır tanımazlığını kutsamaktan ibarettir.
Bu durumda şu soru sorulmalıdır: “insan ölümleri arasında hiçbir fark gözetmemek mümkün müdür?”


Hayır, mümkün değildir.


Çünkü bir toplumun, hukuk birliği içinde doğal benzeşmesinin sürdürülmesi ideali ile ırkî farka dayalı etnik bağımsızlık fikrinin ahlâkî ve hukukî farklılığı inkâr edilemez.


Bunlardan birincisi, etnik, kavmî, ırkî mülâhazalardan bağımsız soyut bir milletleşme sürecinin doğal sonucu iken ve bütün dayanağı da herkes için her zaman geçerli kuralların uygulanmasıdır. İkincisi belli bir ırka mensup kabilelerin, aşiretlerin, “saf” ve arındırılmış otarşik egemenlik alanını kurmak amacına dayanmaktadır.


Burada ırkî farklılığın sürekli vurgulanması, kurulması düşünülen devletin bu temele dayandırılması açıkça ırkçılıktır. Ayrıca milletleşmenin soyut sürecine karşı çıkıp da hiç karışmayan ve “saf kalması istenen” bir topluluğun egemenliğinden bahsetmek kendiliğinden faşizmden bahsetmek demektir. Çünkü böyle bir egemenlik alanında, egemenlik soyut kurallara değil kabilenin ırksal saflığına dayandırılacaktır. Böyle bir devletin “hukuk devleti” olması mümkün müdür?


Bu durumda Türk devletinin bekası için ölmekle, etnik terörün amaçları uğrunda ölmek, bambaşka anlam dağarcıklarına göre ölmek demektir.
Öyleyse her ölüm bir, anlamlı, ve meşru değildir!


Eşkıyanın ölümü ile askerin ölümünü bir tutamayız!


“Ölümler bitsin!” diyerek Türk askerinin mücadelesine karşı çıkmak bu yüzden iki yüzlülüktür, ahlâksızlıktır. Bu tutum, ırkçı etnikçilikle, hukuka dayalı milletleşme sürecinin ahlâkî farklılığını gözetmemek demektir.
Eşkıya ile meşru emniyet tekelini bir tutmak, kabadayılıkla, katliamla, hakkı ve meşruiyeti bir tutmak demektir .


Bu aynen 2. Dünya Savaşı’nda, Hitler’in SS kıtalarıyla müttefik kuvvetlerini bir tutmaya benzer. İkisi de kendi “değerleri” için savaştılar ama bu onların değerlerinin meşruiyetini yargılamamıza engel olmadı.



Etnik ırkçıların yaşadıkları şey, derin bir ahlâk ve anlam yoksunluğudur. Bütün varlıkları, anlamları, değerleri, aşiretlerinin mal varlığından ve akrabalık ilişkilerinden ibaret olan etnik ırkçıların, milleti oluşturan değerler bütünün anlamasını bekleyemeyiz.

Bu yüzden de gayrimeşru ve ahlâkdışı bir amaç için meşru hukuk birliğine silâh çekenlerin ölümleri ahlâken hiçbir değer taşımaz. Bundan dolayı da hiçbir meşruiyet gerekçesi teşkil etmezler. Gayrimeşru amaçların piyonlarıyla uzlaşmanın da adına bu yüzden “barış” denemez.
“Barış” meşru bir emniyet sağlayıcının koruduğu hukuk birliğinin sürdürülmesinin adıdır.


Bu birliğin sürdürülmesi için ölmekle, eşkıya ölümlerini bir tutmak, gözetildiği iddia edilen bütün insani kurumların ve ahlâk normlarının inkâr edilmesi demektir. Umulur ki bu ahlâkî yüzlülüğü besleyen etnik terör en kısa zamanda ortadan kaldırılır ve artık tartışmalarımızın üzerindeki etnik ırkçı şiddet tehdidinden kurtuluruz.









12 Haziran 2010 Cumartesi

“Bu Topraklar” Kimin?



Felsefenin esamisinin okunmadığı popüler tartışmalarda en çok istismar edilen kavramlardan biri “bu topraklar”…



“Bu topraklar” olarak anılan coğrafyanın adı: Anadolu.



En sevilen hakikatlerden biri Anadolu’nun pek çok medeniyete, hanedana vs. ev sahipliği yapmış olması.



Bu bir hakikat midir? Şüphesiz evet…



Peki bundan türetilen iddialar hakikat midir? Hayır!
Nedir bu iddialar?



En başta geleni Anadolu’nun bir “mozaik” yapısı olduğudur.
Bir mozaikte bütün renkler birbirini örtmeksizin, aynı anda vardırlar ve hepsinin ayrı ayrı lekeleri hepsinden tamamen ayrı bir bütünü meydana getirir.





Bu gün böyle midir? Meselâ Frig’lerin bu gün yaşayan ve medeniyetimizde “ayrıca” görülen mozaiksel lekesi ( leke burada tuval üzerinde tonal olarak ayırt edilebilen boya parçası olarak kullanılmaktadır) var mıdır? Urartuların, sonradan keşfedilen kültürel mirasları dışında toplumsal yaşantımızda hâlâ Urartu adıyla anılan bir etkileri var mıdır?



Bu etkilerin hiç biri bu gün ayır edilebilir halde değildirler. Bu medeniyetlerin bu günkü hayatımıza etkileri olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer var ise de mevcut büyük kültürümüzün içinde yani Türk kültürünün içinde eriyerek ona katılmıştır.



Çünkü bu tarihsel bir gerekliliktir. Tarihin âmir olmasından değil ama egemenin kültürünün, eski kültürleri kendiliğinden örtmesi yüzünden… O kültürlere kendi tonunu aşılaması yüzünden…
İşte bu yüzden Anadolu bir kültür mozayiği değildir. Mevcut kültürel çeşitliliğimiz Oğuz boylarının mahallî kültürlerden aldıklarını hazmederek oluşturdukları yeni bir kültürdür ve bu kültür de Türk kültüründen başka bir şey değildir. Çünkü bu kültürü oluşturanlar, Türk’lerdir. Mevcut çeşitlilik, Türk kültürünün kendi içindeki çeşitliliktir.



Anadolu’daki Kürt varlığı da buna dahildir. Kürt kökenli yurttaşlarımızın lisani farklılığının mutlak ve uzlaşmaz bir fark olmadığını Çuvaşlar’ın, Hakas’ların, Horoy’ların vs Türk topluluklarının lisani farklılıklarının onları Türk saymamıza engel olmadığını göstererek rahatlıkla cevaplayabiliriz. Ayrıca Kürt “kültürünün” Türk kültüründen hangi ayırıcı ve uzlaşmaz vasıflarla ayrıldığını da anlamak mümkün değildir. Bu noktada şu soru sorulmalıdır:


Türk kimdir?



Tarihin belli bir döneminde oluşturdukları hukuk birliği çatısı altında, kültürel olarak kendiliğinden benzeşmiş kavimlerin tamamıdır. Bu tanımın içinde ırktan bahsedilmediğine, kültürel olarak çeşitliliğe zaten yer verildiğine ve benzeşmenin doğallığının vurgulandığına dikkat çekmek isteriz.



Aynı fikir, Anadolu’nun “etnik” çeşitliliği iddiasını ispatlamak için kullanılıyor ve farkında olunmadan (umalım ki öyledir) Türk birliğine yönelik yabancı saldırıların ırkçı söylemlerine alet olunuyor.



Bu fikrin ırkçı söyleminde Anadolu’da saf ırkın olmadığı, hepimizin, eski medeniyetlerin torunu olan farklı etnik kökenlere sahip olduğumuzdan bahsediliyor.
Kaldı ki bazı arkeolojik buluntulardaki organik kalıntılara yapılan DNA testleri bu söylemi ispatlar yönde…



Buna rağmen bu söyleme sarılanlar nasıl olup da Anadolu’daki bu “kalıtsal” çeşitliliğin Türk adını yok edemediği sorusuna cevap vermekten kaçınıyor. Türkiye’de enternasyonalist sosyalistlerin, enternasyonalist liberallerin ve dincilerin iddialarının aksine zaten “saf ırk” diye bir şeyden bahseden kimse yok. Bu gruplar bir “ırkçı” hayaleti yaratarak, kendilerini benimsemeyenlere çamur atmak için bunu gayet ahlâksızca kullanmaktalar.



Ahlâksızca dememizin sebebi şudur ki Türk adının varlığını inkâr etmek için genetiği, kalıtımı kullananlar böylece toplumsal yapının temelinde “saf ırkı” aradıklarını zımnen söylemiş oluyorlar ve gene ya bunun farkında değiller ya da bunun açık bir iki yüzlülük olmasından hiç utanmıyorlar. Bu noktada mezkûr grupların, etnik ırkçılığın ve etnik terörün aleni veya dolaylı destekçileri olmasını tesadüf sayabilir miyiz?



Bu grupların temel felsefî yanlışı da “bu topraklar” tabirini, coğrafyayı insanlaştırarak kullanmalarıdır. Yani antropomorfik yanlışlığa düşmeleridir. Sanki üzerinde yaşanan toprak parçasının kendi başına bazı şeyleri belirlemek, düzeltmek iradesi varmış gibi konuşmaktadırlar. Şüphesiz coğrafî sınırlar kültürü etkiler ama insan, coğrafyanın eseri değildir.
Coğrafyaya kültürel anlamını, üzerinde yaşayan insanların iradesi kazandırır. Dolayısıyla etkileşimde belirleyici taraf insandır.


Anadolu’ya Türk’ten başka bir sahip arayanların kültürel ve ırkî iddialarının bilimsel temelde cevaplanması Anadolu’nun bir Türk yurdu olduğu gerçeğini kabul etmeyi gerektirir.
Eğer tartışma akıl ve bilgi ile yapılacaksa bu kaçınılmazdır.
Yok eğer bütün bu tartışmalar anlamsızsa ve Anadolu’nun Türklüğünü silmek için yürütülen bütün terör eylemleri sadece kör bir inada dayanıyorsa bilinmelidir ki “bu topraklar” şimdi çok daha Türk’tür.

11 Haziran 2010 Cuma

Marx’ın Emek Hakkındaki Yetersizliği



Marksizm için “emek”, en başta endüstrinin en alt kademelerinde yer alan neredeyse niteliksiz iş gücü kesiminin adıdır.

Bu da doğaldır, çünkü Marx’ın yaşadığı dönemde endüstri, bu günkü kadar çeşitlilik göstermeyen bir yapıdaydı.
Dolayısıyla Marx için işçi veya emekçi, “Ne iş olsa yaparım abi!” diyen bir tür köleydi.
Marx’ın emek hakkındaki yetersizliğinin en bariz örneği, “nitelikli iş gücü” diye ayrı bir şey olduğunu sanması ve bunun değerinin basit bir dört işlemle niteliksiz emekten çıkarılabileceğini düşünmesidir.

Marx’ın bilmediği ve emek konusunda onu yanıltan şey “niteliksiz” işgücü denen şeyin, onun sandığı kadar çok olmayıp aksine nerdeyse hiç olmadığı idi.
Çünkü Marx emek problemine o dönemin büyüyen endüstrilerindeki işçilerin durumu dışında bakmayı düşünememişti.

Marksistlerin temel hatası da “emek” konusunu her ne kadar bu günlerde çeşitlendirmeye çalışsalar da hep aynı açıdan incelemek olmuştur.
Marx’ın emek konusunda yetersizliğinin temel sebebi “meslek” denen kavramı görememiş olmasıdır.

Bundan dolayı iş bölümünü yanlış anlamış ve onu, “ Ne iş olsa yaparımcı” emekçilerin yürüttüğü bir süreç sanmıştır.

“Yabancılaşma” kavramı da bu açıdan son derece yanlış bir çıkarsamadır.
Meslek, özel bir insan ihtiyacını veya talebini gidermeye yönelik elde edilen bir uzmanlaşmadır. Bir uzmanlaşma olması, üzerinde belirli bir zaman sürekli çalışılması ve öğrenilmesi gerektiğinden ve bundan dolayı diğer insanların bildiğinden çok daha fazlasının edinilmesindendir.

Bu açıdan dünya üzerinde “mesleksiz” hemen hemen hiç kimse yoktur ve bu yüzden iş bölümü “doğaldır”, kendiliğindendir.

Marx’ın durmaksızın idealleştirdiği sözüm ona komünal ilkel topluluklar da dahi hiç kimse her işi, istese de yapamazdı. Çünkü avcı olmak için gereken çeviklik, güç ve keskin görüş, toplayıcı veya tarımcı olmak için gereken toprak, bitki ve mevsim bilgisi, ayrıca özen, sanatçı/ büyücü olmak için gereken bedii duyarlılık herkeste yoktu. Buna rağmen herkes bilgisinin ve yeteneğinin elverdiği işlere yönelmekte ve kendince bir ihtiyacı gidermeye çalışmaktaydı.
İş bölümü denen şey sanayileşmenin yarattığı bir ayrışma değil, insanın, kendi sınırlılıklarını aşmak için kendiliğinden meydana getirdiği bir dayanışmadır.

Marx yabancılaşmadan bahsederken aynı işi sürekli yapan ve bir bütünün parçası olmaktan başka işe de yaramayan emekçinin işin bütününden habersiz olmasını kat ediyordu.
O, endüstriyel üretimi, sokaktan alınan sıradan insanların eline tutuşturulan bir anahtarı çevirmesiyle yürütülen basit süreçlerin, basit bir aritmetik toplamı sanıyordu. Zaten bu yüzden emek- değer düşüncesi emeğin “değerinin”, zamanın basit bir fonksiyonu olduğu yanılgısına düşmüştür.

Halbuki endüstriyel üretim onun sandığı kadar basit değildi. Ve her endüstri de kendi ürünüyle ilgili uzmanlık gerektiren farklı üretim süreçlerini barındırıyordu.

O sadece üretim bandında basit parçaları bir araya getiren işçileri görüyordu. Üretim bandı fikrinin ortaya çıkışını, o bandı döndüren çarkların, dişlilerin ilişki bütünlüğünü sağlayan zekâyı, o dişlileri döndüren makinelerin çalışmasından sorumlu olan işçileri hayal bile edemiyordu.
Veya bir fabrikanın bir bölümünde işin belli bir kısmında uzmanlaşan işçilerin zamanla üretim sürecinin daha geniş kısımlarına kaydırılacağını, üretimi yönlendirmekte artan bir sorumluluk ve yetki sahibi olacaklarını da bilemiyordu.

Marx, bütün bu endüstriyel sürecin “tarihsel bir otomatizmle” adeta topraktan fışkırdığını sanıyordu.

Bundan dolayı da kendiliğinden ve ebediyen var olabileceğini sanıyordu. Gene dolayısıyla işçileri de egemenlik ilişkileri yüzünden süreci kendi yararlarına kullanamayan modern köleler sanıyordu.

Otomotiv sanayinde çalışan bir işçi ile konserve balık sanayinde çalışan işçi, belki “işçi” olmak yönünden aynıydılar ama ikisini birbirinin yerine “maliyetsiz” kullanmak mümkün değildi.
Bu maliyet, o emekleri, benimsedikleri iş kollarındaki işlerinin her yönüne vakıf olmak için harcadıkları zamanı, onların harcadıkları emeği ve onları yetiştirmek için harcanan üretim faktörlerini içerir. Bir insanın bir iş kolunu veya mesleği, diğerine tercih etmesi, kendi emeğinden ve zamanından ayrı diğer insanları da ilgilendiren pek çok şeyi harcaması demektir.

İşte Marx’ın “meslek” kavramının gerektirdiği uzmanlaşmayı ve daha önemlisi bu uzmanlaşmanın gerektirdiği “maliyeti” görememesi, onun, emeği, renksiz, kokusuz, niteliksiz ve genel maksat için hazır bir tür güç olarak görmesine yol açmıştır.

Bir diğer bilgisizliği, işsiz ve mesleksiz insanların toplumun genelinde çok küçük bir yüzde teşkil etmeleri ve çalışan kesimlerin onların şanssızlığını sırtlayabilecek kadar çok olduğunu görememesiydi.

Eğer toplumda onun bahsettiği gibi sürekli sömürülen bir işsizler ordusu olsaydı bırakalım düşmanı olduğu modern endüstriyel üretimi, hiçbir meslek var olamazdı. Bu, onun, bilgisiz ve maymunsu bir insan sürüsünün endüstri toplumuna kendiliğinden kavuşabileceğini sanmasının bir sonucudur.

Bütün bu yetersizliklerinin temelinde ekonomik faaliyeti, sürekli, dondurulmuş bir kesit üzerinden incelemesi yatmaktaydı. Aksi takdirde işçilerin üretim sürecindeki terfilerini, usta işçilerin daha yüksek ücretli işyerlerine gitmesini, kısacası üretim süreçlerinin hareketliliğini algılayabilirdi.

Marx’ın tarihi ve ekonomiyi, insanlara âmir birer otomatizm gibi görmüş olması belki felsefe tarihi açısından fantastik bir heyecan sayılabilir. Ama onun fantezilerinden hareketle ekonomi kurmaya çalışmak yalnızca üretim sürecinin baltalanmasına, işçinin “plânlar” tarafından köleleştirilmesine ve emeğin, değerinin dondurulması yüzünden sömürülmesine yol açmıştır. Sovyetler birliği tecrübesinin yanlışlığı, Marx’ın amentüsüne uyulmamasından değil aksine tam olarak uyulmasından kaynaklanmaktadır. Emeğin değerinin basit bir kronometreyle ölçülebilmesi için gereken sanayi hurdalık ve bürokratik bataklık, Sovyetler Birliği’nin ta kendisiydi.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Etnik Terör Tartışmalarında Usule Bakış


Ülkemizde otuz yıla yaklaşan etnik terör kaynaklı soruna dair etnik ırkçıların belli başlı birkaç fikri var.


Bunlardan biri terör örgütünün ve onun liderinin “muhatap” kabul edilmesi. Buna dayanak olarak da “silâhla çözüm bulunamaması”…

İkincisi de terör örgütünün Kürt topluluğunun meşru müdafaa gücü sayılması.

Üçüncüsü kendi kararlarını kendi verecek bir etnik yasama organının tanınması.


Türk solunun gerek Marksist hukuk yoksunluğundan gerekse millet düşmanı enternasyonalist yapısından dolayı tartışmaların bu argümanları üzerinde bir çözüm sunamadığını zaten biliyoruz.
“Sağ” sayılan siyasal dincilerimizin bütün ilgileri, milliyetten arındırılmış bir dinî coğrafya oluşturmak olduğundan bu söylemleri hiç umursamıyorlar.
İşin en vahim tarafı ise liberallerimizin bu söylemleri hukukun ve siyasî liberalizmin ilkelerine göre eleştirmektense adeta Marksist bir romantizmle millet ve milliyet karşısı olmak gayretiyle sineye çekebilmeleri.


Birinci fikirde söylenen temel şey bunca zamandır silahlı kuvvetlerimiz terörü bitiremediğine göre terörün artık terör değil de meşru bir müdafaa gücü sayılması ve dediklerinin, taleplerinin müzakereye açılmasıdır.


Bu fikrin sakat ve safsata tarafı şudur ki bir devletin hukuk birliğine yönelmiş bütün silâhlı saldırılar “düşman” tarafından yapılır ve tam bir yenilgiye uğramaksızın düşmanla müzakereye gidilmez. Türkiye Cumhuriyeti teröre yenilmemiştir ve ortada ilân edilmiş resmî bir savaş da yoktur. Bundan dolayı da terör örgütü üyeleri bizim hukukumuzdan yararlanamaz. Dolayısıyla terör örgütüyle bir müzakereye gitmek zaten en başta imkânsızdır.

Etnik ırkçı örgütün şiddeti sonlandırılmadığı için müzakereye çağırmak, bu işin zaten ancak silâahla çözülebileceğini en başta kabul etmektir ki bu söylemi savunanların herhangi bir yargılanma hakkının da zımnen ortadan kalktığını belirtmeliyiz. Bu şekilde “yenilmemiş şiddet”, “yenilmemiş terör” dayanağı ile konuşanlar eğer doğrudan çatışmaya girmiyorlarsa vatandaşlık haklarından mahrum edilmeli, çatışma esnasında da doğrudan itlaf edilmelidir. Çünkü sürekli sorunu bir şiddet ve “savaş” şeklinde sunmakta ısrar etmektedirler.


Düşmanın önderi de müzakereye muhatap değildir çünkü bizim haklarımızı yok etmeye girişmiş bir insanın bizim değerlerimizi tartışması düşünülemez. Etnik ırkçı örgütün lideri vatana ihaneti mahkemede iki defa tespit edilmiş bir katil ve mütecavizdir ve dolayısıyla vatandaşlığın ifade hürriyeti hakkından da mahrum edilmiştir. Dolayısıyla zaten mahkemece görüşlerinin değersizliği tespit edilmiş, değersiz bir insanın muhatap kabul edilmesi en başta kendi yargımızı yani millet adına nihaî kararları veren, hakimiyetimizin temel organlarından birini inkâr etmemiz anlamına gelir.


Eğer kendi hâkimiyetimizi inkâr ederek “çözüme” varıyor isek o zaman gerçekten çözüme ulaşmış sayılamayız. İkinci Dünya Savaşı, ancak mütecavizler yenildikten sonra bitmiştir ve bu her zaman böyledir. Mütecaviz engellenmedikçe veya yok edilmedikçe müzakere başlamaz, söz başlamaz. Bu hakkın korunması için gereklidir ve dünyada bütün devletlerin de temel varoluş amacı hukuk birliğini temin etmektir. Bu amaca aykırı hiçbir görüş “görüş” sayılamaz. Aksi takdirde gücü gücü yetene vahşetine kapı açarız.


İkinci argüman terör örgütünün Kürt kardeşlerimizin meşru müdafaa gücü sayılması talebidir. Bu durumda ülkemizin sınırlarını koruyan silâhlı güçlerimizin emniyet sağlayıcı tekelini inkâr etmemiz gerekecektir ki bu da millî egemenliğin reddi anlamına gelir. Özellikle bu fikre karşı, Nozick okumuş liberallerimizin sessiz kalmaları ciddi bir ahlâkî yoksunluktur. Bir vatanda ancak tek bir ordu vardır ve o da o toprakların egemen millî çoğunluğunun adını taşıyan ordudur. Bir ülkede devletin vatandaşına karşı giriştiği bazı ölçüsüz hareketlerin her cevabı silâhla verilemez. Bu açıdan etnik ırkçıların bir yandan Türk ordusunu düşman kabul ederek bir yandan “çatışmasızlığı” telâffuz etmesi ikiyüzlülüktür. Çünkü mevcut çatışmada “düşman” olan, gayrimeşru olan zaten etnik ırkçı örgüt PPK’dır. En nihayet, "Kürt" tarafı lisanî farklılık dışında toplumun geri kalanından ayırt edilebilecek , uzlaşmaz bir fark sergileyen bir taraf değildir ve Türk uluslaşmasının "gecikmiş" bir parçasıdır. Bu açıdan şu andan sonra onları koruyacak Türk Ordusu'ndan başka bir silâhlı güçten bahsetmek ham ırkçılık ve ahlâksızlıktır.
Etnik terör sorununda iş dönüp dolaşıp “Türk” adından derece derece ayrılacak bir etnik yasama organına gelmekte…


Bu hem bu ülkenin kurucu millî unsurunun soyut ve kapsayıcı kimliğini inkâr ederek ırka dayalı olması sebebiyle hem de Türk millî egemenliğini inkâr ederek meşruiyetini kaybetmiş bir fikirdir. Böyle bir fikir tartışılamaz ve hele de kabul edilemez. Hele sırf terörün şiddeti tamamen bitirilemedi diye asla kabul edilemez.

“Çözüm” denen şey, tarafların meşruiyet sınırlarına uyarak yürüttükleri müzakerelerin sonucunda ortaya çıkar. Eğer taraflardan biri meşruiyet sınırlarına uymayı reddediyorsa önce o zorla bu sınırların içine çekilir. Devlet zaten bu noktada zor kullanmakla görevli bir emniyet sağlayıcı tekeldir.


Yoksa bir katilin, mütecavizin, gırtlağınıza dayadığı bıçakla sizi tehdit ederek size yaptıracağı şeyler “çözüm” olamaz.


Etnik ırkçılar, sanırım özellikle Marksist ideolojik alt yapıları ile hukukla yakın ilgili normatif ahlâkı bir “burjuva üst yapı kurumu” olarak görmekten ve teleolojik ahlâklarından dolayı, çözümden bahsederken yalnız ve ancak kendi isteklerinin tatmin edilmesini anlamakta ve bizim de böyle anlamamızı istemektedirler.

Eğer ortada bir savaş varsa ve şiddetin kronikleşmesi söz konusuysa çözüm şiddete teslim olmak değil, şiddetin fiilî ve dolaylı bütün unsurlarının yok edilmesidir.


Belki etnik ırkçılar ülkemizde hırsızlık vakaları bitirilemediği için hırsızlarla da uzlaşmamızı önerirler? Ne dersiniz?