31 Mart 2010 Çarşamba

Irak Türklüğü’ne İlgimiz Ve Bir Medenî Model Olarak Türkmen Varlığı




Kerkük’le ilgili tartışmalarda nevzuhur liberaller, Irak Türk’lerine gösterilen yakınlığın Kuzey Irak Kürt topluluğuna gösterilmediğinden yakınıyorlar.
Bu konu hakkında bilgisizdirler. Bunun yanı sıra enternasyonalist oldukları için millet-kavim ilişkisini zaten hiç anlayamazlar. İlaveten Ortadoğu denen coğrafya’da Kürt’lerin ülkelere göre durumlarını ayrı ayrı tahlil etme gereği de duymazlar. Sadece Hüsnü Mahalli bu konuya değinmektedir, onun söyledikleri de nedense kulak arkası edilmektedir.

Irak Türklüğü ile “öncelikli” olarak ilgilenilmesinin haklı sebepleri var.
Birincisi Irak diye adlandırılan coğrafya Türk’lerin Anadolu’ya yerleşmelerinden çok önce tanıdıkları, yerleştikleri ve hüküm sürdükleri bir coğrafya.
İkincisi bu coğrafya, kültürel olarak da İran Türklüğü ile derin tarihî bağı olan bir coğrafya.
Üçüncüsü de bu coğrafyada, Türk’ler etnik, ırkçı husumetlere en fazla hedef olmuş topluluktur.
Herkesin gözünde Kürt etnik ırkçılığını popülerleştiren Halepçe katliamına karşılık Irak’ın Türk hakimiyetinden koptuğu tarihten sonra bölgedeki Türk varlığına yöneltilen saldırıları nedense kimse bilmiyor. 1959 Kerkük Katliamı ile ilgili olarak Sadun Köprülü’nün şu satırları ibret vericidir.

Irak’ın İhtilalinin yıl dönümünü 14 Temmuz 1959 günü Komünist, Kürtler, ellerinde iplerle, silahlarla dolaşmakla, bir avuç olarak Kerkük’ün atlas caddesinde bir Türkmen gazinosuna saldırıda bulunarak, Osman Hıdır Türk’ü kurşunla şehit ederek sürüklemeye başlamışlardır.

Türkmenler bu Kürtlere, Komünistlere karşı durmak, savaşmaya katılmak isteyerek, ikindi tümen tarafından bir bildiri yayınlanarak, dışarı, sokağa çıkma yasaklanması bildirildi, Bu yasaklık belli oldu ki, yalnız Kerkük Türk’ü için imiş, Türklerde yasaya, sisteme, düzene saygı gösteren millet oldukları için, buyruğa uyarak her kes evine yüzleştiler.

Kürt Komünist subay, askerleri Kerkük’ün her bir yerini, ablukaya silahlılarla sardıktan sonra, tüm Kürt yerlerinden gelen Komünist, Kürtler, Türkmen evlerine saldırdılar, doğru Türk olanların adları, yanlarında yazılarak, askeri Kışlaya götürdüler, kurşuna dizdiler, önde tanılan Türkçü şehit Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah kardeşler, Kasım, Ali Neftçi, Mehmet Salahattin avcı kardeşler, Nihat, Cihat, Emel Fuat Muhtar üç kardeşlerle, çok sayıda Milliyetçi, Türkçü gençlerimiz, şehit olmuştu, ondan sonra Allah’tan korkmayan,Komünist Kürt canavarlar Irak Türklerinin temiz cesetlerini caddelerde, sokaklarda sürükleyerek, kimi Irak Türklerinde, diri, diri iki ciplere bağlamakla, ters yöne giderek, cesetlerini ikiye bölmüşlerdir.

Irak Türk’lerine karşı bu ve benzeri şiddet sadece 1959’da da uygulanmamıştır. 1991 yılı Nisan’ında bilhassa Altunköprü’de Türkmen gençleri katledilmiştir. Bunlar sadece bilinen örneklerdir. Irak Türk varlığına karşı suikastler ve yağmalar 2003’ten bu yana hız kazanmıştır.
Irak Türk’lerine karşı husumetin muhtemel sebeplerinden biri, milletleşememiş ve egemen bir devlet kuramamış Kürt azınlığın, tarihî kini ve öfkesidir.

Yukarıda aktardığımız gibi Türk’lere yöneltilen şiddetin ön saflarında Kürt’lerin olması, 1. Dünya Savaşı’ndaki Ermeni ihanetiyle büyük benzerlik göstermektedir.
Irak Kürt azınlığının, Irak’ın eğitim ve gelir düzeyi en düşük grubu olmasının da mutlaka bu öfke ve ihanette payı olmalıdır. Nitekim Ortadoğu’da Kürt’lerin ayırıma uğramadığı, millî kimliğin bir parçası sayıldığı tek ülke Türkiye’dir.

Türkiye’de Kürtler, kökenlerine bakılmaksızın, yargıdan, devlet istihdamından, sağlıktan yararlanıp mülk edinip iş kurup rahatlıkla öğrenim görebilirken Suriye ve Irak’ta Arap, İran’da Fars kavmiyetçiliğinin baskısı altında ezilmişlerdir, ezilmektedirler.
Buna mukabil, Irak’ın eğitim açısından en seçkin grubu olan Türk’ler, ilkel bir egemenlik anlayışıyla yok edilmek istenmiştir. Halbuki Irak Türk’lerinin Irak’ın medeni dünyaya intibakı hususunda payları büyüktür.

Irak, bir “yapay” devlettir. Bölgedeki millî yerleşimlere ve egemenlik bakiyesine göre değil, tamamen batı devletlerinin keyfî tutumuna göre haritaya konulmuş bir devlettir ki sorun zaten buradan çıkmaktadır.

Yapay bir devletin, vatandaşlarının “milletleşmesinde” bir rolü olamaz. Sanırım batılı devletler bunu çok önceden bildikleri için, kontrol edilebilir harita devletleri yaratmışlardır.

Dolayısıyla Irak, milletleşmede ilerlemiş ama zihniyet açısından kavim seviyesinde kalmış bir Arap çoğunluk, milletleşme bilincine çoktan ulaşmış ve bölgenin eski hâkimlerinin çocukları olan Türk’ler ve her türlü kültürel ilişkiden kaçmış, ticarete uzun zaman kapalı kalmış ve feodaliteye körü körüne bağlı bir kabile toplumu olan Kürt’lerin birbirlerine “yapıştırılmasıyla” meydana getirilmiş bir devlettir.

Burada sorun bizim Irak Türk’lerine yönelik seçici ilgimiz değildir. Sorun Kuzey Irak Kürt topluluğunun, “Iraklılaşmaya” gösterdiği direnç ve yabancı korkusudur. Gerçi birbirlerinden bu kadar ayrı üç topluluğun “Iraklı” kimliğinde buluşması ne derece mümkündür, o da tartışmalıdır.

Kuzey Irak Kürt topluluğu, Türkmen komşularının derin tarihî tecrübesini ve milliyet şuurunu anlayamamaktadır. Bu da doğaldır çünkü tarihlerinde “devlet” diye saydıkları kasaba aristokrasileri ile bu tecrübeyi yaşamaları mümkün değildi.

Bu durum, kuvvetle muhtemeldir ki Kuzey Irak Kürt topluluğunda ciddi bir aşağılık kompleksine yol açmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de Kürt kökenli Türk vatandaşların, bütün ırkçı/ayrılıkçı tahriklere rağmen millî kimliğin bir parçası haline gelmiş olması bu topluluğu daha da hırçınlaştırmaktadır.


Kuzey Irak Kürt topluluğunun bölgedeki siyasî varlığı tamamen ABD askeri güçlerine bağlıdır. Bu durum, Kuzey Irak Kürt topluluğuna kalıcı bir devlet kuramayacağını açıkça göstermektedir ki Barzanî bu gerçeğin farkına vararak Türkiye ile birleşebileceklerini ifade etmiştir.
Olayların hepsinin ortak paydası daha önce bahsettiğimiz gibi Kuzey Irak Kürt topluluğunun etnikçi asabiyeti, yabancı korkusu, devlet tecrübesizliği ve milletleşme yetersizliğidir.

Şu tarihten sonra da Kuzey Irak Kürt topluluğunun sırf resmi dairelere sahip bir devlet meydana getirdiği için bir “ulus” haline gelmesini beklemek sosyolojinin bütün gerçeklerine aykırı, siyasi bir eyyamcılık olmaktan öteye gidemez.

Kuzey Irak Kürt topluluğu, Türkiye’den bir muhabbet ve benimseme görmek istiyorsa, en başta kendi komşuları olan Irak Türk’lerinin varlığını korumaya özen göstermelidir. Bu işte asıl sorumluluk Kuzey Irak Kürt topluluğuna düşmektedir. Yoksa tapu kayıtlarını yakarak, bombalı eylemlerde katlederek, dillerini yok sayarak, silahsızlandırarak nüfusları neredeyse kendileri kadar olan Irak Türkmen’lerine düşmanlık gösterdikten sonra Türkiye Türk’lerinden yakınlık beklemek ne mantığa ne vicdana sığar.

Bizim için aslolan, öncelikli olan, Irak Türk’lerinin esenliğidir. Irak Türk’leri, tamamen yapay bir devlet olmasına rağmen, vatandaşı oldukları Irak devletine her zaman sarsılmaz bir bağlılık göstermişlerdir. Onların devlet düzenine gösterdikleri bu bağlılık, Irak vatandaşlığının medeni seviyesini yükseltememiş, maalesef etnikçi Kürt asabiyeti ve Arap kavmiyetçiliği tarafından sürekli sömürülmüştür.

Türkiye’de sık sık telaffuz edilen ve fakat sürekli yanlış şekilde etnik ırkçılıkla bağdaştırılmaya çalışılan “farklılıkların” birliğine örnek, Kürt etnik ırkçılığı değil, Irak Türk’lerinin Arapça konuşarak Irak devletinin bütünlüğünü gözeterek bunun yanı sıra kendi millî bilinçlerini koruyarak barışçı şekilde yaşamış olmalarıdır. Bunun sebebi de milletleşmiş bir topluluk olarak, devletin hukuk sağlayıcı rolünü, feodal Kürt etnikçilerine ve Arap kavmiyetçilerine göre çok önceden biliyor olmalarıdır.

Dolayısıyla Irak konusunda Irak Türkmen’lerine seçici, önceleyici ilgimiz hem doğaldır hem de gereklidir.

Irak yapay devleti vatandaşları, ülkelerinde huzur istiyorlarsa Türkmen komşularının kanun ve nizama bağlılıklarını, entelektüel ilgilerini ve medeni seviyelerini örnek almalıdırlar. Aksi takdirde sırf Kürtçe antetli resmi kâğıtlar basabildikleri için ne adaleti ne de huzuru bulabilirler.



26 Mart 2010 Cuma

Düşmandan Vatandaş Olmaz



403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelikte “Vatana bağlılıkla bağdaşmayan eylemler” başlığı altında Türk vatandaşlığının kaybına sebep olan eylemler sıralanmış.

Aynen aktarıyorum:

Madde 36 - Aşağıda gösterilen eylemleri sabit olan kişilerin Türk vatandaşlığını kaybettiklerine Bakanlar Kurulunca karar verilebilir:
….
c) Türkiye ile savaş halinde bulunan bir devletin her türlü hizmetinde hükümetin izni olmaksızın ve (b) bendindeki karar ve tebliğe lüzum kalmadan kendi istekleri ile çalışmaya devam edenler,
ç) Türk vatandaşı olarak yurt dışında bulunup da muvazzaf askerlik görevini yapmak veya Türkiye'nin savaş haline girmesi üzerine yurt savunmasına katılmak için elçilikler, konsolosluklar veya hükümetçe yetkili kılınmış diğer makamlar tarafından usulen yapılacak çağrıya mazeretsiz olarak üç ay içinde icabet etmeyenler (Usulen yapılacak çağrı Türk kanunları ile ilgilinin oturduğu yabancı memleket mevzuatının tesbit ettiği şekillerde, mazeret de askerlik kanunları çerçevesi içerisinde düşünülecektir,)

Dağdaki teröristler Türkiye Cumhuriyetine açıkça savaş ilân etmiş düşmanlardır. Dolayısıyla c bendinde belirtilen durumdan daha ileri bir halde ve açıkça yasadışıdırlar. Yasanın belirttiği sınırların dışında, açıkça Türk yargısını, hükümetini ve yasamasını reddetmektedirler.
Gelelim ç bendine. Başta bebek katili olmak üzere dağda pek çok asker kaçağı terörist bulunmaktadır ve zaten “düşman” olmalarından ayrı ç bendi gereği vatandaşlıktan çıkarılmaları gerekmektedir.

Maalesef hukuk felsefesinin lüzumsuz bir ders olarak okutulduğu memleketimizde “Kanunla tanımlanmamış suçtan dolayı ceza verilemediğinden” her suç da güncel olarak tanımlanamayacağından bu absürd felsefesizlik hali teröristlerin ve onların işbirlikçilerinin işine yaramaktadır.
Vatandaşlığın elde edilmesi ile ilgili yolların varlığı, vatandaşlığın “kayıtsız şartsız” korunacağı anlamına gelmez.

Temel haklarımızın korunması ile ilgili teminat nasıl başkalarının temel haklarına saygımızla kayıt altına alınmışsa, Türk kanunlarının korumasından yararlanmak da Türk egemenliğinin organlarına bağlılık kaydıyla kayıtlıdır.
Çünkü “sorumsuz yetkililik” diye bir şey ancak Tanrı’ya aittir.
Bir ülkenin egemenliğine karşı girişilen her türlü eylem o ülkeye karşı “düşmanlıktır”.

Düşmanlık bir savaş sebebidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik organlarına bağlı kalarak yürütülen eleştiriler, vatandaşlığın gereğidir ve bu organların temel haklara saygı dairesinde çalıştırılması talebine dayanır.

Hiçbir Türk vatandaşı, millî egemenliğin organlarını reddederek politika yapamaz. Bu, işin tabiatıyla çelişmektir. Egemenliğin üzerlerinden yürütüldüğü organları yok saymak demek, millî egemenliği yok saymak demektir ki bu şiddet içersin veya içermesin doğrudan doğruya düşmanlık ve vatana ihanettir.

Dolayısıyla bir eylemin vatana bağlılıkla bağdaşıp bağdaşmadığını mutlaka kanun metninde yer alan listeye bakarak değerlendirmemiz gibi bir mecburiyet yoktur.
Eylemin Türk millî egemenliğini tanıyıp tanımamak noktasında nerede olduğuna bakılarak hüküm verilebilir.


Pratik bir örnek verilecek olursa:
Nevruz eylemlerinde açılan “ işgalci TC Kürdistan topraklarından defol!” ifadesiyle açılan pankartta, pankartı açan kişiler Türk millî egemenliğinin yürütücüsü Türkiye Cumhuriyeti devletini “işgalci” olarak görmektedir.


Yani? Yani kendilerini bu devletin işgali altında olduklarını dolayısıyla vatandaşlık bağını reddettiklerini ifade etmektedirler. Bu durumda pankartı açanlar yasal olarak tespit edildiklerinde ifadelerine dayanarak “isteğe bağlı” şekilde vatandaşlıklarını kaybettikleri kendilerine bildirilmelidir.
Bunun yanı sıra millî egemenliğimize düşman silahlı bir örgütün yani düşmanımızın propagandasını yapanların, düşmanla işbirliği yaptıkları açıktır. Bunlar sadece “suçu ve suçluyu” övmemektedirler. Zira “suçu ve suçluyu övmek” vatandaşlık bağını kaybetmemiş suçlular için geçerli olan bir suçtur.


Oysa PKK mensupları eylemleri ve sözleriyle açıkça “düşman” olduklarını ifade etmektedirler. Yani bizim yasama, yürütme ve yargı organlarımızı inkâr etmekte, kendilerini bu organların bağlarından uzak saymaktadırlar. Bu durumda PKK ile ilgili her türlü propaganda da açıkça vatana ihanet ve düşmanlıktır. İstiklâl Harbi esnasında kendi açısından milletin selameti için yazdığını söyleyen Ali Kemal’in dahi ihanetinden bahsedilirken otuz yıla yakındır binlerce askerimizin kanına girmiş, binlerce sivili yerinden yurdundan edip katletmiş bir düşmanın propagandasını millî egemenlik güvencesi altında yapabilmek normal karşılanabilir mi?


Demokrasi ancak millî egemenliğin tanındığı yerlerde bir ifade hürriyeti teminatı anlamına gelir. Hiçbir ülke kendi egemenliğini tanımayan, kendi milletinin belirleyiciliğine itiraz eden insanlara demokrasi ve hukuk şemsiyesi açmaz, açamaz.
Hiçbir devlet düşmanlarına, vatandaşlarına tanıdığı hakları tanıyamaz!
Ülkemizdeki kaçak Ermeni’lere, AB ülkelerinde kaçak işçilere uygulanan muamele neyse o yapılarak tartışmaların bitirilmesi mümkünken, milletin egemenliğine milletin meclisinde kafa tutanların hâlâ vatandaşlık haklarından yararlandırılması hukuka ve millî egemenliğe aykırıdır.

Bundan dolayı PKK militanlarının, düşman olmak sıfatıyla, PKK ile bağları mahkeme kararı ile belirlenenlerin veya PKK’yı açıkça övenlerin de vatana ihanet kapsamında derhal vatandaşlıktan çıkarılması hukukun gereğidir.

24 Mart 2010 Çarşamba

Dingonun Ahırı mı Burası?!


Tecrübelerime göre devletimiz, diğer ülkeleri kendine göre tasnif etmiş. Bazı ülkeler “A Grubu” bazı ülkelerse “B Grubu” olarak değerlendiriliyor.
A Grubu ülkeler adından da anlaşılacağı gibi kendisine vize vs sorul(a)mayan, vatandaşları ülkemizde dilediğince gezip eğlenebilen ülkeler.

Bunların “üstünlükleri” , bütün dünyada olduğu gibi bizde de en başından kabul edilmiş!
Bir de B grubu ülkeler var ki bunların muamelâtta A grubu ülkeleri ile farkları A ile B arasındaki alfabetik farkın çok ilerisinde! Yani öyle “ Canım A grubu ülkeleri vizesiz giriyor, sen de vizeyel gir de istediğin kadar kal!” falan gibi değil.

Diğerlerini bilmiyorum ama meselâ ilginç bir örnek olarak Azerbaycan Cumhuriyetinin durumu hakikaten ilginç.

Azerbaycan hem soy hem kültür kardeşimiz bir ülke. Aramızdaki Stalin eseri sınırlar olmasa hani Anadolu coğrafyasının Hazar sınırı diyebileceğimiz bir memleketimiz.
Peki Azerbaycan Cumhuriyeti’nin devletimiz nazarındaki alfabetik yeri neresi?
Devletimiz Azerbaycan’ı “B grubuna” dahil etmiş. Yani? Yanisi şöyle…

Azerbaycan gibi gerçekten kardeş ve dost bir ülkenin vatandaşları, dost ve kardeş bir ülkeye vizeyle girip çıkabiliyor! Bu, kardeşinizin evine randevuyla gidip gelmeye benziyor. (Şimdilerde moda oldu ya, davetiyelerin altında herhalde biraz utanıldığından “LCV” kısaltmasıyla eklenen o batı kuruluğundaki hijyenik notlar gibi…) “Hoop bilader! Öyle çat kapı gelmek var mı be yahu? Dingonun ahırı mı burası? Excuse me madame,sir! Please come in…(Pardon Mr and Mss. Smith size demedim, siz buyurun, girin..”)

Yani Azerbaycan Cumhuriyeti vatandaşları maazallah memleketimizde kalır, çalışır, mal mülk edinir, işimizi elimizden alır, bizi aç bırakır, endişesinden dolayı, bu “şahısların” cennet vatanımıza girişleri kanun ve nizamla tahdit edilmiş bulunuyor.

E ne de olsa kaleye, “gapı”, iyiye “yahşi” diyen cahil ve fakir insanlar bunlar. Devlet bir kanun ve nizam uygulamasa maazallah memleketin hali ne olur? Her yeri Azerbaycanlılar basar sonra!

Her ne kadar yarıya yakınının evinde piyano, hepsinin evinde kitap ( o her ne işe yarıyorsa artık?), hepsinin dağarcığında şiir ve bütün bunların önemini hiç anlayamayan mankafalarımızın dahi anlayabileceği kadar bol petrolleri olmasına rağmen Azerbaycan Cumhuriyeti vatandaşları bizim için ancak Kenya, Uganda, Sudan, Kongo mesabesinde bilinmez bir garip ülkedir. Bazıları Türk olduklarını söylese dahi bunun ehemmiyeti yoktur, çünkü bizim gibi görgülü, bilgili ve zengin bir milletin yanında esamisi okunmaz!

Birinci derece yakını vatandaş olmuş Azerbaycan vatandaşlarının, bu memlekette barınması nasıl oluyor derseniz. Yetkililere sorsanız onlar ellerini kollarını sallayarak gezebilir sanırsınız. Hayır! Bir kere vizelerini alacaklar öyle gelecekler! Sonra? Sonra yaklaşık altı yüz liralık bir masraf ve şimdi sayamayacağım kadar evrakla mülki amire müracaat edip en fazla altı ay kalabilecekler!
O sırada Didim’de Birleşik Krallık vatandaşları evlerini alıp satacak hatta yörenin “Real Estate” (Emlak)piyasasını da düzene sokacaklar! Soksunlar efendim bir şey dediğimiz yok! Madem ki piyasa vardır herkes tezgahını açsın, alsın satsın!
İyi de madem piyasa vardır, madem pazar, zenginlik getirmektedir Azerbaycanlı’ların günahı nedir?

Kendi kardeşlerinin evine bin bir sorgu -sual ve bürokrasiyle geldikten sonra en fazla bir ay kalabilen insanların kabahati nedir?

Şunu da belirteyim, bir ay sonra giriş çıkış yapmayan Azerbaycan vatandaşları, dört yüz milyon civarında ( Çok özür dilerim aslında çok değerli paramızla sadece “dört yüz TL” diyecektim..) veya daha fazla cezaya çarptırıldıkları gibi bir de ülkeye belli bir süre giriş çıkışları da yasaklanıyor!

Bir de ülkemizde yüz bin vatandaşının gayet rahat ikamet ettiği, çalışabildiği, devletimizin de adlarını herhalde teker teker bildiği için sayılarını “yüz bin” diye telaffuz edebildiği, bir devlet var!

Bu devlet daha on beş, yirmi yıl evvel, şimdi ülkemize girişlerini engellediğimiz, kelime hazneleriyle “yahşi” diye dalga geçtiğimiz, fakir diye küçümseyerek ikinci sınıf saydığımız insanların topraklarının beşte birini işgal etmiş, işlediği cinayetler ve tecavüzler bütün dünyada belgelenmiş açıkça katil ve mütecaviz bir devlet!

Bu devlet, başkenti dahi kendisine, “yahşi” fakirlerin armağanı olan, asırlarca Türk merhametiyle hayatta kalıp Rus İmparatorluğu’nun avcı köpekliğiyle kendisine devlet edinebilmiş inanların kurduğu bir devlet.
Bu devlet, seksen dört diplomatımızı şehit etmiş, başkanı da bizzat katliam yapmış teröristlerin hüküm sürdüğü bir devlet!

Bu devlet,, dünyaya hiçbir katma değer katmayan, ülkemizin topraklarında gözü olduğunu hâlâ pervasızca söyleyen, daha bir asır evvel dedelerinin işlediği cinayetlerin hesabını vermemiş bir devlet!
Böyle bir devletin vatandaşları, bizim topraklarımızda, Türk yurdunda ellerini kollarını sallayarak ve anladığımız kadarıyla devlet himayesinde yaşayabiliyor, çalışabiliyor! Yani açıkça “A grubu” bir ülkenin vatandaşıyla aynı muameleye tabi tutuluyor!

Ve bir memlekette kaçak yaşamanın mevzuatı bütün dünyada belli iken kardeşlerine “kanun uygulayıp” kaçaklara kanun işletemeyen bir ülkede bu gün demokratikleşmeden, refahtan, hukuk devletinden bahsediyoruz! İyi de Ermeni’lerin “daha eşit” sayılmaları niçin?
Herhalde adları Türkçe olmadığı, kaleye “gapı”, iyiye “yahşi” diyen “vahşilerden” olmadıkları için?






16 Mart 2010 Salı

Dine Dair





Dine Dair
Din nedir?
Hayatın her alanını kuşatan bir tür bürokrasi mi? Yoksa akıl sahipleri için insanın sırtından atması gereken bir çuval hurafe mi?
Memleketimizde en ılımlı cemaatten en katı tarikate kadarki yelpazedeki dindarlar, dinin ayırt edici bir aidiyet olması gerektiğini savunmakta, onu bir tür bürokrasi olarak görmek eğiliminde… Hıristiyanlık’ta bu sorun büyük ölçüde çözüldüğü için Museviliğin bir kavim dini olmasından dolayı tartışmayı belki de ülkemiz üzerinden yürütmekte fayda olduğu kanaatindeyim.
Bunun yanı sıra, dine iki yönden bakışların aşırılığı, daha ziyade bizimki gibi geri ülkeleri ilgilendirmekte…

Her şeyden öne şunu belirtmeliyim ki insanın en temel eylemi “inanmaktır.”
Çünkü en nihayetinde davranışlarımıza yön veren, kendisine ulaşmaya çalıştığımız bir şeyin varlığı ile ilgili güçlü bir kanaat daima bizimledir.
İnançla ilgilendirilen şeyler genellikle dinî unsurlar olagelmiş… Oysa ateistler dahil herkes davranışların, eylemlerin kendisine uyması gereken bir takım doğrular olduğuna daima “inanmışlardır”.
Akıl, düşüncenin ayakları ise, inanç, onun üzerinde yürüdüğü zemindir.
İnsan saf , katıksız bir şüphe içinde yaşayamaz. Bundan dolayı inanmak zorundadır.
Tanrı’ya inanmadıklarını söyleyen entelektüellerin hemen hemen hepsinin ortak inanç paydası, “akıldır”.

Bu, aklı dışlayan köktenci inançlara karşı belki haklı bir tepkidir ama unutulan şudur: İnsanlığın ahlâk değerleri, insanın akıl yürüterek icat ettiği şeyler değildir. Çünkü yanılmıyorsam Montesquieu’nün söylediği, Locke’un da fikirlerinde yerini bulan, “İnsanlar, kendi yaptıkları kanunların yanında kendilerinin yapmadıkları kanunlara da uyarlar”…
Bu bize insan aklının, toplumsal düzenin bütün kurumlarını icat edemeyeceğini anlatmaktadır.
Bunun yanında semavî dinerlin hepsinde ortak olan Hz. İbrahim’in Tanrı’nın varlığını idrak etmek hikâyesi de dinin akıl dışı olduğuna dair önyargının boş olduğunu gösterir.

Semavî dinlerin modern örgütlenmelerinin iktidarla ilişkilerine ve içerdikleri bazı fevkalâde hikâyelere bakarak bunların tamamının safsata olduğunu söylemek ilk planda çok akılcı gelebilir. Ama bu hikâyeler dinin tamamı değildirler, ve hiçbir din sadece bu hikâyelere dayanmaz.
Buna mukabil semavî dinlerden önceki pagan veya çok tanrılı inançların varlığı insanların bir şeylere inanmak ihtiyacını yaşadığını da açıkça göstermektedir.

O halde bütün dinler sadece bir ihtiyacı karşılamak için uydurulmuş ritüellerden mi ibarettir?
Pagan inançlarda esas olan, tabiatın, insan aklının idrak etmekte zorlandığı büyük düzenliliği karşısında duyulan hayret ve hayranlıktır. Pagan, kendisinde bu düzenliliğin bir parçasını bulan, kendisini bu düzenlilikle birleştirmeye çalışan kişidir. Paganın “tanrısı” bu aşkın düzenliliktir.
Bu aşkın düzenliliğe antropomorfik bir gözle bakarak onu kendine yaklaştırmaya ve kavramaya çalışmıştır. Pagan inanışlar tabiattaki düzenliliği keşfetme çabalarında akılcı fakat bu düzenliliğin her şeye kaadir olduğu konusunda akıldışıydı.

Pagan inançlar konusuna “yetenekli” kişiler kendiliğinden öne çıkarak bu inanışların “temsilcileri” , ilk “din adamları” haline geldiler. Bu bir açıdan, sıradan insanların üstünden kavramanın ve anlamanın zorluğunu alıyordu. Fakat buna karşılık bir iktidar ilişkisi meydana getiriyordu. Bu ilişkiye toplumların içinde meydana gelmiş olan yönetim hiyerarşisinin ilgisiz kalması elbette beklenemezdi. Zamanla kişinin, tabiatın düzenlilikleriyle kurduğu kişisel ve huzur verici beraberlik iktidar kanalıyla yaşanan bir ritüele dönüştü. Belki özünde zararsız olan bir inanç, ayrıntılı ve kanun hükmünde caydırıcılığı olan bir aşkınlı talimatnamesine dönüştü.
Semavî dinlerin gelişi, iki şeyi değiştirmiştir.

Bunlardan birincisi tabiattaki düzenliliğin, tabiatın kendisinden değil, onun büyük yaratıcısından geldiği hakikatini ortaya koyarak, insanı tabiatın üstüne yerleştirmişlerdir.
İkincisi, mutlak otoritenin Tanrı olduğu fikrini getirerek insanlara, tartışılmaz ve aşkın bir otoritenin mutlak ve kavrayıcı hâkimiyetini hatırlatarak, davranışlarına çekidüzen vermeleri gerektiğini söylemişlerdir. Bu konu bilhassa İslâmiyet’in kabulünde Arap toplumsal dokusuna en aykırı gelen öğe idi. Yoksa Araplar, mevcut toplumsal düzenlerine karışmayan tek bir Tanrı’ya tapmakta muhtemelen herhangi bir mahzur görmezlerdi.
Ne yazık ki semavî dinler de pagan inanışların kaderini paylaşmıştır.
İnsanın tabiatın üstünde olduğunu söylemek bir zaman sonra insanın tabiata karşı “ sorumsuz yetkili” olduğu inanışına dönüşmüştür.

İnsan üstü bir otoritenin varlığının yaratacağı “tarafsızlık ve itaat” duygusu da pagan rahiplerin yerini alan din yetkilileri sınıfıyla iktidar ilişkilerine dönüştürülmüş ve bağlanmıştır.
Problem inancın kendisi değildir.
Problem inancın, özünde bulunmayan bir örgütlülük ve itaat ilişkisi haline getirilmesindedir ki bunun sorumlusu da insanoğlunun kendisidir.
Buradan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki din adına çıkarılan savaşlar, dinlerin özünden değil, insanların dini iktidar ilişkilerine alet etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Saf akıl egemenliğine dayanan saf seküler bir ortamda barışın sağlanacağını düşünenler, resmî rejimi ateizm olan sosyalist ülkelerdeki insan hakları ihlallerini acaba nasıl açıklayabilirlerdi? “Din zehirdir!” diyen Mao, kimse bilmese de Hitler’den ve Stalin’den çok daha büyük çaplı bir katil ve diktatördü.
Buradan da şu soruya rahatlıkla geçebiliriz. Bir Tanrı’ya ve onun aşkınlığına inanmak için onun temsilcilerine, aracılarına inanmak zorunda mıyız? Bu meselede peygamberleri tartışma dışında tutmakta sayısız faydalar vardır, çünkü hiçbir peygamber, içinde yaşadığımız türde “örgütlü” bir din va’z etmemiştir.

Musevilik, bir kavim dini olmak hasebiyle cemaate bağımlı kılınmış, Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmî dini olduktan sonra, İslâmiyet ise Emevî iktidarından sonra birer cemaat dini haline gelmişlerdir.
Bu dinlerin hızla yayıldığı ve kabul gördüğü dönem, iktidar ilişkilerinin meşrulaştırıcısı değil, bilakis iktidarları ve otoriteyi ferdin hayatına karşı denetledikleri dönemdir. Yani “kuralın” iktidardan üstün olduğunu anlattıkları dönemdir. Son hak dinin peygamberi Hz. Muhammed’den sonra gelen temsilcilerin pek azının onun tevazuuyla ve merhametiyle hareket etmiş olması düşündürücüdür.

Bu durumda karşımıza peygamberlerin insanî üstünlüklerini taşımayan ama onların otoritesini sahiplenen bir “temsilci” sınıfın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Zaten sorun, bu sınıfın, peygamberlere duyulan doğal bağlılığı, zorla edinmek istemeleridir.
Ne zaman ki dinlerin, insan hayatına karşı varoluşu dikkati ve hassasiyeti, iktidarları meşrulaştıran ve dinlerin özünde var olmayan bir din profesyoneli sınıfı eliyle gizlenmeye başlamışsa, din adına savaşlar ve katliamlar da o zaman başlamıştır.
Soruna böyle baktığımızda kâinatı yaratan bir büyük kudrete iman etmenin, bir profesyonel inanç sınıfına biat etmeyi gerektirmediğini söyleyebiliriz.

Zira insanın kendi aklına ve vicdanına bırakılmış inanmak fiilinin neden başkasının onayı ile geçerli sayılması gerektiğinin cevabı din profesyonelleri sınıfınca verilememiştir.
Bu açıdan bir dinin ümmeti, otorite emriyle bir arada tutulan bir insan topluluğu değil, aynı Tanrı’ya inanmanın verdiği iç huzurunu ve bu inancın gerektirdiği “zararsızlık” ilkesini( ahlâkı) paylaşan bir gönüllüler beraberliğidir.
Eğer dinler zannedildiği gibi salt akıl düşmanı birer kıyım makinesi olsalardı bu güne kadar varlıklarını sürdürebilirler miydi?

Din, belli törenlerden ve gösterilerden ibaret de değildir. Dinin şekli unsurlarının öne çıkarılması, dinin, iktidar meşrulaştırıcı olarak kitlelere hükmetmek için kullanılmasıyla önem kazanmıştır. Özünde yaratıcıya duyulan saf inancın yattığı bir kurumda şeklin, inancın önüne geçirilmesi, ferdin yaratıcıya karşı sorumluluğunu din profesyonellerine ve iktidara yöneltilmesi, yaratıcının otoritesini de bu sınıfların sütlenmesi ile sonuçlanmıştır.
Dinlerin varlığının sürmesi, din profesyonellerinin ve iktidarların zorlamasıyla değil, bilakis, dinin yaşanışını kendiliğinden toplumsal kabullere , örfe kaydıran sıradan insanlar ve dinin özünün yaşanması için aklını kullanan ârifler sayesinde olmuştur.

Dini bir tehdit haline getiren onu kötüye kullanan insanoğlunun iktidar hırsıdır. Bu iktidar hırsı dinin özünde yatan kurallar yeniden keşfedilmedikçe dizginlenemez. Ateizmin de bu iktidar hırsını dizginlemek için öne sürebileceği bir önerme yoktur. Ateizm de şüpheciliği, bütün inançları yok etmek için kullanan diktatörlüklerin elinde bir nihilizm ve umutsuzluk meşrulaştırıcısı olarak hâlâ kullanılmaktadır.
Tanrı’nın olmadığına “inananların”, inancı kötülemeleri dini kendi iktidarlarının sözcüsü olarak kullananların eylemleri kadar zararlı olmuştur, olacaktır.







15 Mart 2010 Pazartesi

Entelektüel Köksüz müdür?




Şüphesiz entelektüel, çevresine eleştirici ve sorgulayıcı bakan adamdır.
Peki entelektüel niçin böyle bir tavrı benimser?

Çünkü o, insanın varoluşuyla diğer insanlara göre daha yakından ilgilenir de onun için…
Bu açıdan bir entelektüel için ezberler, tabular ve otorite son derece soğuk kavramlardır.
O halde bir entelektüelin varacağı son nokta nihilizm midir? O, içinde yetiştiği toplumla hiçbir ilgisinin olmamasıyla mı temayüz eder? O, hiç kimsenin bilmediği, anlayamayacağı ve hikmetini ancak kendisinin bildiği bir “tanımsız insanlığın” üyesi midir?

Buraya kadar entelektüel kavramıyla ilgili akıl yürütmemizin elbette bir amacı var.
Önce 1980’e kadarki sol kampı ve şimdilerde sağın ifsat edilmiş hali olan nevzuhur liberal okumuşlarla siyasal dinci kampı etkisi altına alan “köksüzlük”, “vatansızlık” ve yabancılaşmaya değinmek için akıl yürütmemi temellendirdim.

Zira ülkemizde batılı entelektüellerin vatansız, milliyetsiz, köksüz adamlar olduklarına dair ciddi bir inanış vardır. Hem entelektüeli benimseyenler hem de ona karşı olanlar bu görüşü paylaşır.
Çünkü geri ülkelerin okumuşları şeyleri, kavramları ancak “şekilleriyle” algılayabilir.
Çünkü, bu aynı zamanda geri kalmışlığın sebebidir.

O yüzden, bizde, içinde yaşadığı toplumda bir ölçüde yabancılaşmış, “bohem” görünüşlü kim varsa onu argo tabirle “entel” diye nitelemek halkın, “entelektüel” diye nitelemek de okumuşların ortak ayıbı ve eksikliğidir.

Entelektüel şekil açısından bir aykırılık sergilerken bu aykırılığın felsefî kökenini savunabilen insandır. O, şekillerin, anlamı gölgelemesine karşı çıkan insandır. O bunu yaparken içinde yaşadığı toplumun kavrayışının gelişmesinin ıstırabını çeken insandır.

Entelektüel, toplumun ancak anlam arayışları kadar gelişmiş olduğunu anlamış kişidir.
Bu yüzden ferdî anlam arayışlarının üzerindeki her türlü resmî ve gayrı resmî baskıya karşı duran insandır. İşte entelektüelin muhtemelen aykırı görünüşünün, şeklinin anlamı budur.
Entelektüel kitap yutan bir “malumatobur” değildir. Entelektüel, akla karşı naklin diktatörlüğüne karşı çıkan kişidir.

Bunu belirtmemin sebebi, entelektüelliğin özü itibariyle bir “ahlâkî” tavır olduğunu anlatmaktır.
Entelektüel, ahlâkını otoritenin iteklemesiyle değil aklının gücüyle ayakta tutan kişidir.
Peki ama entelektüel hayatının dayanağı olan ahlâkı nereden edinir?

Bu ahlâk, özü itibariyle insanlığın ortak değeridir aslında. Entelektüelin köksüz, bohem görünmesinin en büyük sebebi de onun cihanşümul değerlere sürekli atıfta bulunmasıdır.
Herhalde bu yüzden olsa gerek Virginia Woolf’a İngiliz mi İskoç mu olduğu sorulduğunda “İki ırk biliyorum, entelektüeller ve diğerleri” demişti.

Ortak değerleri savunmalarına rağmen en nihayetinde her entelektüel bu değerleri belli bir toplumsal yapının içinde edinir ve sevgisinde bir öncelikler sırası kendiliğinden meydana gelir.
Meselâ kendi milletinin ordusunun yaptığı bir haksızlığa karşı çıkan entelektüel, milletine karşı çıkıyor, değildir. İçinde yaşadığı toplumda edindiği adalet fikrini tarafsızca savunuyordur sadece. Buna mukabil, kendi milletine yöneltilen saldırıları savunmak gibi bir tavır da göstermez.

İnsanlıkla ilgili değerleri edinmesini sağlayan başta ailesi olmak üzere, toplumsal kurumlarının hepsinden derin bir gurur da duyar. Çünkü bunlar ona kendini ifade etme araçlarını sunmuş, ona yetişeceği bir vasat hazırlamıştır.

Şüphesiz bir entelektüel bir başka ülkenin entelektüeli ile bir araya geldiğinde bundan ayrı bir zevk alır.

Bu zevkin yarısı ortak insanlık değerlerine bağlılıktansa diğer yarısı da bu değerlere sahip farklı kültürlerin zenginliğini tatmaktandır.

Bu yüzden “salt insan” olan renksiz, kokusuz, nötr bir entelektüel diye bir şey yoktur. Sanırım bizdeki entelektüel algısının oluşumunda, sürekli sürgüne ve köksüzlüğün acısına vurgu yapan Edward Said’in etkisi büyüktür.

Gene sanmaktayım ki Said’in köksüzlük ve sürgünle ilgili yarası ve ıstırabı bir tür köksüzlük methiyesi gibi anlaşılmıştır.

Oysa Said’i oryentalizm tenkitçisi bir batılı entelektüel haline getiren de gene batının oturmuş entelektüel değerleridir. Onun kitaplarını basan, ona ders verdiren batı, bunu kendine has bir değer olarak görmekte, Said’in şarkiyatçılık eleştirilerini, kendi entelektüel ortamlarının bir tasdiki olarak kabul etmektedir ve bu konuda haksız da sayılmaz.

Dikkat edilirse Hitler zulmünden İngiltere’ye sığınan bilhassa Avusturya kökenli entelektüeller, İngiliz kültürünün bir parçası olmuşlardır ve İngiliz entelijansiyasının da gururu olarak algılanmışlardır.

Entelektüelin milliyetsiz bir insan olması gerektiğine dair ülkemizde yayılmaya çalışılan kanaat, eski enternasyonalist sosyalistlerin şimdilerde liberal değerleri sömürerek yaptığı propagandadan başka bir şey değildir. Ne yazık ki bu propagandaya liberallerin geniş kesimi, etnik ırkçılar ve zaten milliyet fikrine düşman siyasal dinci kesim de taraftarlık etmektedir.

Ahlâkî tutarlılığı gözetmenin, köksüzlüğü gerektirmediği anlaşılmadığında, ortaya şiddetin egemenliği çıkar. Çünkü ahlâk’ın içinde geliştiği toplumun değerleri inkâr edildiğinde o değerlerin yarattığı bütün bir siyasi yapı ve egemenlik kurumu da kendiliğinden reddedilmiş ve saldırılara açık hale getirilmiş olur. Ülkemizde sözüm ona bazı “insan hakları” savunucuların etnik ırkçılığı ve etnik terörü meşrulaştırma teşebbüslerinin arkasında bu köksüz ve çarpık sözde değer savunuculuğu yatmaktadır.

Kendi milletini inkâr ederek insanlığı savunduğunu sananlar,değerlerini edindikleri toplumu inkâr eden köksüz anarşistlerden başkaları değildir. Devlet düzenlerini reddederek tamamen toplumun doğal düzeninin kendiliğindenliği savunuluyor ise milletlerin varlığı ve değerleri inkâr edilemez. Eğer anarşizm bunun da inkârını gerektiriyorsa o zaman doğrudan varoluşumuza karşı bir saldırı halini alır ki zaten ülkemizde etnik terörün kendilerini entelektüel sanan köksüz değer yoksunu okumuşları sömürebilmesinin sebebi de budur.






.

Siyasi İslâmcılık Bitti mi?



Bazılarımız artık “siyasal İslamcılık” temrinin anlamını yitirdiğini, zira ülkemizde İran tipi bir rejim taraftarı dinci siyasetçilerin olmadığını söyleyebilir ama sanırım özellikle son iki buçuk senedir sözüm ona muhafazakâr bir hükûmet eliyle yürütülen toplum mühendisliği garabeti, bu terimin hâlâ cari olduğunun düşündürücü bir delili.

Ülkemizde siyasî İslâmcılığın “Türk” adına husumet beslediği öteden beri bilinen bir hakikattir. Bu kesim “millet” ismini ve “millî” sıfatını ümmeti ve ümmete ait olduğu düşünüleni anlatmak için kullanmış ve bu şekilde milletin teveccühünü kazanmaya çalışmıştır.

MSP çizgisindeki siyasî İslâmcı kamp’ın gerek refah seviyesindeki artış gerekse moderniteyle ilişkiler açısından kırılmasıyla beraber ortaya uyuşturucu bir yanılsama çıkmıştır. O yanılsama da MSP çizgisinden ayrıldığı düşünülen AKP’nin modern özgürlük ve hukuk kavramlarıyla ilgisi olan ve “millete mensup” bir parti olduğu yanılsamasıydı.

Son nokta çok önemlidir, çünkü o nokta milletleşmesini büyük ölçüde tamamlamış bir toplumdan oy alabilmenin anahtarıydı.

Radikal ümmetçi çizgisi ve modernite düşmanlığıyla MSP çizgisi ancak sınırlı bir kesimden oy alabilirken ondan ayrılan grubun hele ilk seçiminde iktidar olabilmesinde, bu partinin köken partisi kadar yabancılaşmamış olduğu intibaının büyük payı vardı. Nitekim AKP 2002 seçimlerinde MHP tabanından bile oy alabilmişti.
Oysa bu büyük bir yanılgıydı.

Daha on beş yıl öncesine kadar Türk adını İslam dışı, ırkçı bir kavram sayan insanların bir anda değişebileceğini sanmak için çok ciddi bir ümitsizlik içinde bulunmak gerekiyordu ki koalisyon hükûmetinin memleketi sürüklediği noktada halk kendini bile bile aldatmakta bir mahzur görmedi.

Milletin vesayetçi siyaset karşısındaki hürriyet hasretine de tercüman olacağı beklentisinden de beslenen AKP çok kısa sürede inanılmaz bir mutabakat temsilcisi gibi siyaset sahnesindeki yerini aldı.

“Türk” adına yabancı olmayan bir muhafazakâr görünümle, milletin doğal milliyetçiliğini, “haklar” söylemiyle kendini ezilmiş sayan her kesimin ve liberallerin desteğini alan bu parti, çok kısa süre içinde, toplumsal gerçeklerin birden bire değişmeyeceğini acı ve şiddetli örneklere gösterdi.

İktidarda bulunduğu süre içinde bayrağı, vatanı ağzından düşürmeyen AKP “bu topraklardan” bahsederken, toprağı bir “değer” haline getiren “milletleşmeden” hiç bahsetmedi. “Bu millet” derken hangi milletten bahsettiğini, Türk Milleti’nin milletleşmesinin tarihî, hukukî ve siyasî safahatının içeriğini hiç dile getirmedi.
Çünkü aslında bunların hiç birine inanmıyordu.

Bu, iktidar partisine bühtan etmek midir, diye düşünülecek olursa, bu gün bu partinin yanında kimlerin yer aldığına bir bakmak bize herhalde epey açık bir fikir verir.

Bugün iktidar partisinin yanında yer alanlar, etnik ırkçılığın bilhassa ümmetçi kanadıyla beraber geniş bir kesimi, geçmişte Türk adına duydukları düşmanlığı kızıl bayraklarıyla yeterince göstermiş enternasyonalist solcular, onların ortama uymuş olan, şimdilerde nevzuhur liberaller olarak karşımıza çıkan akranları, yabancılaşmış bazı liberaller ve her ne pahasına olursa olsun Türk adının bu vatandan silinmesini isteyen sözüm ona bir takım “hümanist” okur yazarlardır.

Eskiden marksizmi enternasyonalist bir pota olarak düşünenler bu gün tam faydacı bir şekilde enternasyonalist dinciliğin şemsiyesi altında kendilerine yer bulmuşlardır. Onlar ne gariptir ki liberal camiayı da sömürerek liberalizmin hak ve özgürlükler dağarcığını pozitif haklar, kolektif haklar, demokratik haklar gibi hurafelerle kontamine etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında iktidar partisi kesinlikle sanıldığı gibi liberal ilkelerle hareket etmemektedir.

Etnik ırkçılığın şiddet ve ırkçılık vurgularını ifade hürriyeti şemsiyesiyle koruyup, etnik şiddete ve ayrılıkçılığa karşı savaşan kurumları yıpratmak ve baskılamak siyaseti, ne bahsedilen “milletle” ne de “vatanla” bağdaşabilir.
Ama daha önce söylediğim gibi iktidar partisini kuranlar dünden bu güne değişmemiştir. Hâlâ Arap örfünü din, etnik ayrılıkçılığa müsamahayı din kardeşliği sanan aynı siyasetçilerdir.

Onun için alenen suç işleyen etnik ırkçı teröristler ellerini kollarını sallayarak hududumuzdan içeri girip bir de üstüne örgüt propagandası yapabilmektedir.
Onun için canını dişine takıp aylarca dağlarda teröristle çarpışanlar bu gün terörist muamelesi görebilmektedir.

Çünkü siyasî İslamcılar için kolunda Türk bayrağı kokartı taşıyan kahramanların herhangi bir önemi ve değeri yok. Bu, siyasî İslamcılara bir hakaret falan da değildir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” cümlesini ırkçı bulanların “Türk” adının tezahürlerine sempati beslemesi, işin tabiatına aykırıdır ki zaten kendileri bunları on beş yıldır defalarca söylemişlerdir.
Milletimiz, AKP’yi, kendi varlığına saygılı, kendi değerlerini benimseyen,, dindarların ifade hürriyeti hakları ile ilgili bir gelişmeden ve daha özgürlükçü bir piyasa oluşumundan yana bir parti sanırken bu gün bu beklentilerin tamamı boş çıkmıştır.

Bugün Türkiye’de neredeyse otuz yıllık etnik terörün yaratamadığı bir toplumsal ayrışma, siyasî İslamcılığın enternasyonalizmi sayesinde ortaya çıkmak üzeredir.
Bu gün siyasî İslamcılık belki İran köktenciliği ile karakterize değildir ama toplumu muhafazakarlaştırmak yönünde güçlü hükûmet eğilimi, millet kavramının teokratik yorumunu hayata geçirebilmek için toplumu etnik kamplara bölmek siyaseti ile kendini ortaya koymaktadır.

Evet bu gün siyasî İslamcılar devleti ele geçirerek kökten bir rejim değişikliği arzusunu belki dile getirmiyorlar ama toplumu kendi algılarına göre yıkıp içinde nefret ettikleri “Türk” adı ve onun tezahürlerini hiç barındırmayan yepyeni bir yapı kurmak için de ellerinden geleni yapıyorlar.



13 Mart 2010 Cumartesi

Hukuksuz Devlet Ruhsuz Beden


Ülkemizde kurumlar arası çatışmadan bahsedip duruyoruz.
Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız ve bir birine denk üç diktatör gibi görmek bu yanlış kavrayışın temel sebebi.

Ülkemizde hukuk, bir mevzuat yığını ve yargı profesyonellerinin kanundan bağımsız kullanabildiği takdir yetkisi haline gelmiş vaziyette.

İktidar partisinin anayasa değişikliğini, Anayasa Mahkemesi’nin açıkça yetkilerini aşarak esastan bozması ve bu kararın kabul edilmesi ülkemizde hukukun ne derece geri bir anlayışla uygulandığının çok tedirgin edici bir örneği idi.
Buna mukabil iktidar, halktan aldığı geçici rızayı, kararlarının ve uygulamalarının doğal meşrulaştırıcısı olduğu kanaatiyle pot üstüne pot kırıyor.

Milletimiz iktidara, “yerindelik” belirleme yetkisi vermemiştir. Milletimiz iktidara, kendi adına kurumları, hukuka uygun olarak işletmek yetkisi vermiştir.
Bunu söylememizin sebebi de demokratik hukuk devletlerinde seçilmiş iktidarların halkın oyunun da üzerinde ve kendisine her adımda mutlaka müracaat edilmesi gereken hukuk ilkeleri ve kurallarıyla sınırlanmış olmasındandır.

Bunun yanı sıra, hükûmetler, toplumsal yapı ile oynamak, onu kendine göre yorumlayıp düzenlemek gibi bir yetkiye de sahip değildir. İktidarlara toplum mühendisliği yapsınlar, kendi takdirlerince yeni bir toplum yaratsınlar diye oy verilmez. İktidarlar, kendi memleketlerinde, hukuka temel teşkil eden örflere ve o örfün sahibi milletin değerlerine saygı ile de kayıtlıdır.

Türkiye’de iktidarın kendinde megalomani seviyesinde bulduğu hikmetle iktidar sarhoşu olmasının sebebi işte bu kayıt ve şartlardan bihaber olmasındandır.
Mevcut iktidar, kökenini halktan almakla beraber maalesef, ilkelerle kurallarla sınırlı ve farklılıklarını bu ilkeler ve kurallar içinde yaşayan bir şehir toplumundan gelmemektedir.

Bu sebepten dolayı da “farklılıkları” ilkelerin ve kuralların üstünde tutmakta farklılıklarla ilgili sağlam bir hukukî bakış geliştirememektedir.
Mevcut iktidar, gençlikleri, kendileri gibi olmayanları “kâfir”, “günahkar”,” münafık” vs olarak görüp de farklılıklara öfke kusmakla geçmiş bir neslin olgunluk dönemi haline dayanmaktadır.

Bundan dolayı da mevcut iktidar mensupları, farklılıkların zenginliğinden vs. bahsettiğinde aslında, geçmişinde farklılıklara duyduğu kin ve öfkeden dolayı yaşadığı dışlanmışlığın intikamını almaktan bahsetmektedir. Yoksa hakikatte kendisi, hâlâ kendisine benzemeyenden ciddi şekilde nefret etmektedir. Bunun en düşündürücü belirtisi de iktidar üyelerinin, kendilerine yöneltilen eleştirilere karşı ölçüsüz tepkileridir. Hâlbuki bu eleştiriler, iktidar olmanın bedelidir.

İşte Türkiye’de yasama ve yürütme organlarını elinde bulunduran zihniyetin, kapalı, köy uzantısı- gecekondu kökenli dağarcığı yüzünden ve bunun yanı sıra maalesef yargının kendini “bürokratik mensubiyet bilincinden” kurtaramamış olmasından dolayı, devletimiz “hukuka” dayalı şekilde çalışamamaktadır.

Yasama- yürütme ve yargı maalesef hukuku, “kanunların kendisine uyması gerektiği bir öz veya ideal” olarak görmemekte meseleyi mevzuat teknisyenliğine indirgemektedir.

Hal böyle olunca yargı erki kendisini bir tür “alternatif iktidar” gibi görmekte, seçilmişlerden tamamen ayrı ve dokunulmaz bir yapı içine kendini sokmak istemektedir.
İşin kötüsü Türkiye’de bütün “kurumlar” kendilerini dokunulmaz, değiştirilmez bir şey haline getirmeye çalışmaktadır.
İktidarın durmadan aldığı oy oranına atıfta bulunmasının sebebi de budur. İktidar bu tarzıyla insanların kendilerinin yapıp kendilerinin taptığı bir put haline gelmeye çalışmaktadır.

İktidar, hukuku hayatı kesip biçen bir tür teknisyenlik olarak gördüğü içindir ki kendisini “savcısı” ilan ettiği bir davada, masumiyet, suçun şahsiliği, şüpheden yararlanmak gibi ilkeler rahatlıkla göz ardı edilebilmektedir. Veya suç ihtimali kuvvetli şüphelilerin salıverilmesi gibi garabetlerin hükûmet desteğiyle yürütülmesi dahi eleştirilememektedir.

Mevcut şartlar altında Türkiye’de devlet, sadece onun faaliyet organı olan yasama, yürütme ve yargının fizikî varlığından ibarettir. İhtiyacımız olan şey ise bu organların birer zombiye dönüşmeden önce hukukun ruhuyla bilinçlenmeleridir. Yani temel haklara tam ve kesin bir riayette hiç kimsenin ayrıcalıklı olmadığı bilinciyle…



11 Mart 2010 Perşembe

Avatar, Paganizmin Yükselişi Ve Anlam Arayışı



Aslında filmin omurgası “Suretler” ile aynı. “Sürücülerin” yönettiği taklitler üzerinden gelişen iki farklı varoluşçu hikâye ikisi de…
Avatar, modern bir Kızılderili hikâyesi…

Ama amacım burada Avatar’ı film olarak incelemek değil.
Avatar’ı var eden eğilimleri, insanların semavî dinlerle ilişkileri açısından incelemek…

İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Paganizm semavî dinlerin boşluğunu mu dolduruyor?

Sanırım bu soruya verilecek cevap “evet”…
Peki semavî dinler özlerinde eksik inanışlar mı? İnsanın inanç ihtiyacını karşılamaya yetmiyorlar mı?

Kim ne derse desin insanın en temel felsefî eylemi “inanmaktır”. İnanmak, hayatı kendisine göre yöneltmeye değer şeylerin varlığına hükmetmektir. Agnostikler, ateistler dahi en nihayetinde bir “doğru” inancına göre hareket ederler.
Şüphecilik inanmak eylemini yok edememiştir sadece zayıflatmıştır. Buna rağmen insanlar uğruna mücadele edecekleri şeyler olduğuna daima inanmışlardır.
Bu durumda paganizmin popülerleşmesi veya yükselmesinin sebebi ilk bakışta zannedildiği gibi inancın zayıflaması değildir.

Buradaki sorun, inancın muhatap bulamamasıdır.

Semavî dinler, çok tanrılı, pagan, putperest inançların cevap veremediği bir soyut alana tekabül ediyordu.

İnsanlar hayatlarının anlamına dair soruları, varoluşlarının sebebini semavî dinlerin varlığı ile cevaplayabiliyordu önceleri...

Semavî dinler öncesi iktidar meşrulaştırıcısı inanç kurumu, semavî dinler ile birlikte insanın iktidarlar, otorite üstü, korunması gereken bir varlık olduğu inancını aşılayarak insanlarda kendine saygı duygusunu geliştirmişti.
İnsanlar, dualarını duyacak, herkesten ve her şeyden üstün, iradesi eşsiz, rakipsiz bir kudretin varlığıyla huzur buluyorlardı.
Peki semavî dinler, nasıl odlu da zayıfladılar?

Burada iki sebepten bahsedebiliriz.

Birincisi bürokratikleşme ikincisi siyasallaşma…

Musevilik ve Hristiyanlık’taki ruhban sınıfına yani profesyonel din otoritelerinin teşkiline benzer şekilde İslâm aleminde de her biri birer küçük din halini alan mezheplerle din artık sıradan müminlerin tek başlarına inanıp icra edemeyecekleri , otoriteye müracaat edilmeksizin de yaşatılamayacak bir kurum halini almıştı.
Dine girişin tamamen kişinin iradesine bağlı olduğu ve özel bir cemaat töreni gerektirmeyen İslam bile git gide bir cemaat dini şeklini almıştı.

Bir de bunun üzerine dinlerin dünyevî otoritenin bir parçası haline getirilmesi ile dinlerin semavî dokunulmazlıkları adamakıllı yıpranmıştır.
Bu iki etken ile dinler ancak birer gelenek gibi yaşatılan, kaba aidiyet unsurları olarak sürdürülmeye başlanmıştır.

Zira semavî dinlerin “olgunlaşmasıyla” beraber ilahiyat tartışmalarının bitirilmesi, tek bir yoruma doğru yönelmek eğilimi çok ciddi şekilde kendini göstermiştir. Bu gün sıradan Müslümanlar itikadî mezheplerdeki Allah hakkındaki tartışmaların hiç birini bilmezler.

Dinlerin siyasallaşması ile evrensellikleri zayıflamış ve dinler artık çeşitli ideolojik çekişmelerdeki müşevvikler halini almışlardır.
Mesela sömürge karşıtı Kuzey Afrika önderlerinin İslam anlayışları, dinin sosyalizme/ kolektivizme dayanak olan bir otarşik ve bağımsız “ulusal” yapının meşrulaştırıcısı olduğu yönündedir.

Modern devirlerde İslam aleminde asla tasada ve kıvançta kardeşçe bir birlik sergilenememiştir. Meselâ Karabağ sorununda İslam âleminin kahir ekseriyeti suskun kalmıştır ...

Çünkü dinin siyasallaşması ile beraber, milletler arasındaki yabancılaşma daha da artmıştır. Bu açıdan meselâ İslamiyet’in milletleri aşan bir ümmet bilinci geliştirdiği iddiası ancak siyasal İslamcıların propagandaları arasında kendine yer edinebilmiştir. Bir Hıristiyan kulübü olduğu söylenen AB içinde dahi din ancak Avrupa’yı, Avrupalı olmayanlardan ayıran bir aidiyet nişanı olmaktan öte işe yaramamaktadır.

Dinin bürokratikleşmesi ile dinî inancın mahiyeti ciddi şekilde zayıflamıştır. Çünkü bürokratikleşme ile “şeklî” uygulamanın önemi muazzam şekilde abartılmış ve bu, aidiyeti belirleyecek hale getirilmiştir. (Burada belki “kurumlaşma” demek daha doğru olabilirdi ama “kurum” terimin çok daha geniş ve genel bir anlamı olduğu için semavî dinlerdeki örgütlenmeyi anlatmak açısından en güzel terim bence bürokratikleşmedir.)

Dolayısıyla din karşıtı bütün propagandalar dinlerin şekilciği üzerinden yürütülmeye başlanmış ve bu yolla din’in inanç temelleri de zayıflatılmıştır. Dinin mahiyetiyle ilgili tartışmalar bürokratikleşme ve siyasalaşma ile kesildiğinden bu tartışma alanının yerini, bağlamı saptıran din karşıtlığı almıştır.
Dolayısıyla din artık sıradan insan için basit bir aidiyet etiketi ve şekli uygulamalar alanı haline gelmiştir.

Bu, İslam ülkelerinde beliren radikal İslamcı hareketler için ve bilhassa onlar için böyledir. Bireysel haklar, İslamî anlamda kul hakkı gibi konularda yükümlülükleri ve sınırları gibi hiçbir şey düşünmeksizin şeklî bir şeriat devletinin yeterli olduğuna dair ilkel kanaat, zaman zaman açıkça inanç karşıtı olarak beliren seküler devlet baskılarıyla iyice keskinleşmiştir.
Burada da mesele bir güç savaşı halini almış ve sıradan insanlar için din artık iktidar mücadelelerinin bir aracından başka bir anlam taşıyamaz olmuştur.
Buraya kadarki tahlilin bir önemli sonucu da şudur.
Bir güç edinme aracı olarak saptırılmasıyla din, insanı tabiatın mutlak ve “yabancı” hâkimi haline getirmiştir.

İnsanın çevresine karşı sorumluluklarıyla ilgili İslam’daki ileri kabul dahi, siyasallaşma ve güç mücadeleleri içinde geri plana itilmiştir.

Böylece insan tabiattan kopartılmış ve onunla ilişkisinde yabancılaştırılmıştır.
Bir siyasî mücadelenin piyonu olmak dışında bir anlam ifade etmemeye başlayan dinî mensubiyet, insanın anlam arayışlarına cevap veremez hale gelmiştir. Onu hiç erişemeyeceği Tanrı ile hiçbir bağının olmadığı iddia edilen tabiat arasındaki Araf’ta kimsesiz bırakmıştır.

İşte modern “Yeni Çağ” (New Age) inançlarının yükselişinde kişinin kendi varlığının anlamını kendi başına aramak ihtiyacı yatmaktadır. Fert artık, bir takım adamların komisyonculuğunu yaptığı, önü kesilmiş tartışmalardan dolayı da anlaşılması iyice zorlaşmış bir üstün “antropomorfik” güce inanmaktansa kendisinin de bir parçası olduğu,kaderinde söz sahibi olduğu bir bütünlüğe ait olmayı daha huzur verici bulmaya başlamaktadır.

Elbette bu eğilimin batı ülkelerinde daha güçlü olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü doğuda din hâlâ gelenekler içinde ciddi ve tartışılmaz bir yer bulmaktadır.
İşte Avatar, pozitivizmle dirsek temasın kesmeyen, bilinebilir temellere dayanan bir “rasyonel” inanç arayışına cevaptır.

Maalesef meselâ İslam âleminde modern devir inançlarına karşı kökten bir muhalefet ve akıl yürütmekten ziyade nakle dayalı ezberci bir anlayış dışında hiçbir cevap geliştirilememektedir.

Oysa semavî dinler, diğer inançlardan üstün kılan özellikleri doğrudan insanın varoluşuyla ilgilenmeleriydi. Bu derin kavrayış sayesinde semavî dinler tarihte eşi görülmemiş adanmışlıklarla yayılmışlardı.

Modern insan dine baktığında, kendisiyle ilgisiz, daha doğrusu kendisiyle ilgisi tamamen itaate yönelik olan şeklî inanç sistemleri görmektedir.

Şehirleşmemin çok gerisindeki İslâm ülkelerinde ise kapalı toplum/cemaat bağları sayesinde dine şekilci bağlılık hâlâ gücünü bir ölçüde korumaktadır.
Semavî dinlerin profesyonelleri eğer paganizme dönüş olarak gördükleri “Yeni Çağ” inanışlarının yükselişinden şikâyet ediyorlarsa bunun suçunu, modern insanın günah eğiliminden ziyade kendilerinin insana ilgisizliklerinde, şekilciliğe verdikleri aşırı önemde, güç ilişkilerine düşkünlüklerinde aramaları çok daha faydalı olacaktır.



10 Mart 2010 Çarşamba

Demokrasinin Menfaat Mutabakatının Gerçek Anlamı


Demokrasi tartışmalarında temsilin mahiyeti konusundaki belirsizlik, demokrasinin çok değişik anlamlarda kullanılarak istismar edilmesine yol açabilmektedir.

Temsilcilerini halkın “seçtiği” bir tek parti iktidarının da demokratik olduğundan tutun da çoğunluğun her türlü tasarrufundan ayrılabilmek için sayısal gücü kullanmaya varana kadar her tanımın temelinde bu belirsizlik yatmakta.
Demokrasi, en kaba tanımıyla yönetici değişikliğinin mutabakata dayalı ve barışçı yolla yapılabildiği bir rejim.

Burada sorun yöneticinin seçim şeklinden kaynaklanmıyor aslında… Sorun yönetim kelimesine yüklenen yanlış anlamdan kaynaklanıyor.

Burada yönetim kelimesini kullandığımızda kendiliğinden bir yönetici grubun toplum hayatındaki “güdücü” rolünden bahsettiğimizi sanıyoruz. Bu çok yaygın ve neredeyse mümkün olabilecek tek gerçek şekil sanılan bir algılama…
Bir de buna yaygın ve bir o kadar yanlış siyaset tanımı olan “Kaynakların dağıtım şeklini” eklediğimizde ortaya oy sayılarıyla sürdürülen bir hükümdarlık savaşı çıkıyor.

Bu anlayışın günlük hayata yansımasıysa menfaat gruplarının pasta paylaşımı için siyasi partiler aracılığıyla mücadele ettiği korporatist bir “dağıtıcı” devlet düzeni olarak karşımıza çıkıyor.

Demokrasinin kanaatlerin mi yoksa menfaatlerin mi temsiline dayandığına dair tartışmaların tamamı, toplumsal düzenin özünden habersiz yapıldıkları için aslında kısır kalmaya mahkûmdur.

Demokrasiyi “menfaatlerin temsili” olarak gören kesim menfaatlerin birbirleriyle doğal olarak çatıştığı fikrine dayanmaktadır. Öyleyse demokrasi çatışan menfaatlerin barışçı yollarla iktidar için yarışmalarından ibarettir.

Demokrasinin kanaat temsili fikrini savunanlar ise menfaatin anlamı konusunda ilk dönem faydacılarına dair ezberleri dışında hiçbir şey bilmemektedir.

Demokrasinin menfaate temsiline ait bireyci ve kolektivist yaklaşımların ikisi de menfaatin içinde yaşadığı toplumsal düzenin tabiatını göz ardı ederek onu ya bireyin veyahut kollektivitenin salt iyiliği olarak algılamakta.

Bu tartışmalarda eksik olan nokta, demokrasinin, kendisini sınırlayarak, yönetime, seçmenlere yol gösteren ilkelerden bağımsız bir şekilde var olduğunun sanılmasıdır.
Demokrasi, belli bir usul ve yetki sınırlamasına tabi tutulmadıkça kendi başına hiçbir değer ifade etmez. Yani onu elde etmemizi ve korumamızı önemli kılan şeyler demokrasiyi şekle sokan bir takım ilkeler ve kurallardır. Aksi takdirde o genellikle çoğunluk diktası ve özel bazı durumlarda da azınlık diktası olmaktan kendini kurtaramaz.

Demokrasinin çatışan menfaatlerin barışçı yarışı olduğunu sananların atladıkları veya hiç bilmedikleri nokta da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü demokrasiyi var eden, meşrulaştıran menfaat mutabakatı, menfaatlerin her konuda mutabık kalması anlamına gelmez!

Menfaat çatışması anlayışına göre demokrasi yoluyla seçilen yöneticiler menfaat gruplarının mücadelesinde güdücü bir rol oynar ve onlar arasında “adil” bir dağıtım yapmak için devlet gücünü kullanırlar.

Burada her bir menfaat grubunun oylar vasıtasıyla devlet idaresinde güç elde etmesiyle taleplerin meşruiyeti de sağlanmış olur.
Acaba gerçekten öyle midir? Bir talebin veya menfaatin meşruiyeti, onun savunanların sayısına mı bağlıdır?

Demokrasinin günümüzde yaygın anlayışına göre zaten partiler, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri vs tam da bu amaç için bir araya gelmiş insan birlikleridir.

Oysa bu anlayış baştan aşağı sakattır ve hukuk dışıdır.
Çünkü grup taleplerinin veya menfaatlerinin “diğerlerinin aleyhine” sağlanıp sağlanmadığı düşünülmeden bu tip taleplerin haklılığı ve meşruiyetinden bahsedilemez.

Demokrasinin menfaatçi anlayışında bireycilerin dahi yanıldığı şaşaladığı nokta burasıdır.

Devletin bir talep karşılama gücü olduğu bir düzende, menfaatin bireye mi, gruba mı ait olduğunu tartışmak açıkça anlamsızdır.

Mesele zaten devletin taleplere ve menfaatlere cevap vermemesi gerekliliğidir.
Çünkü bir kere talepleri karşılamak işine başladığında derhal günlük hayata müdahale etmeye, kendince “adil” bir takım düzenlemelerle, birilerinin menfaati için diğerlerinin aleyhine eylem kısıtlamalarına gitmeye başlar.
Burada atlanan nokta toplumun asgari bir menfaat uyuşmasını zaten sağlamış olduğu hakikatidir. Bu uyuşmanın özü, temel haklara riayet hususunda varılan kendiliğinden oluşmuş mutabakattır.

Hayat, mülkiyet ve hürriyet (ifade hürriyeti) hakları, dokunulmazlıkları, devredilmezlikleri ve vazgeçilmezlikleri konusunda toplumun kahir ekseriyetinin üzerinde mutabık kaldığı “menfaatlerdir”.

Kendilerine göre çok çeşitli menfaatler benimseyen insanların bir arada yaşayabilmesinin sırrı, bireysel menfaatlerin gözetilmesinde temel haklara yani temel menfaatlerin ihlal edilmemesi yönündeki kendiliğinden doğmuş mutabakattır. İnsanlar bu temel menfaatlere dokunulmayacağı yolunda edindikleri teminat ile ancak kendilerine ait menfaatler belirleyebilirler.Mülkiyet hakkının olmadığı bir yerde mülkiyetle ilgili bir menfaati hayal etmek saçmadır. Mesela özle mülkiyetin lağvedildiği herhangi bir ülkede bir insanın, kendisine ait bir ev ve araba almak hayali kurması, bunlarla ilgili yatırımlarından elde edeceği kârı hesaplaması da imkânsızdır.

İnsanlar yalnızca en temel menfaatleri olan temel haklarının korunması yönünde devletten görev beklerler. Günümüzde modern sosyalist bulanıklaştırma ve anlamsızlaştırma çabalarından dolayı devletin aslî fonksiyonları iyice sulandırılmış neredeyse anlamsız derecede arttırılmış ve en kapitalist bilinen memleketlerde dahi her şeyi “gütmesi” gereken devlet anlayışı kafalara kazınmıştır.

Dolayısıyla insanlar arasındaki menfaat çatışmaları ancak ikincil ve bireysel menfaatleri açısından var olabilir ki bu da temel hakların ihlali söz konusu olmadıkça müdahale edilmesi gerekmeyen bir sahadır. Yani hırsızlık etmeyen, yalan beyanda bulunmayan ve hayata kast etmeyen herhangi iki veya daha çok piyasa aktörünün menfaatlerinin çatışması, ne ahlâkî ne de hukukî olarak müdahale gerektiren bir sorundur. Devletin görevi menfaatleri mukayese etmek veya bunların yerindeliğini belirlemek değil, menfaatlerin temininde hukukun gözetilmesini sağlamaktır. Yani hırsızlığın, cinayetin ve yalanın önüne geçmektir.

Bir demokrasi, toplumun temelinin oluşturan en temel menfaat algılarını idrak edemiyorsa kendiliğinden bir çetelerin temsili sistemine dönüşmesi, neredeyse kaçınılmazdır.

Zira salt oy miktarına dayanan ve bundan dolayı menfaat dağıtabileceğini sanan bir yönetimin hukukla bağlantısı kalmamıştır. Hukukla sınırlandırılmamış her türlü idare de özünde bir çetedir.

Menfaat dağıtımı anlayışının iki sakat yönü vardır.

Birincisi neyin menfaat olduğuna dair, hiç kimsenin sahip olamayacağı Tanrısal bir iktidar hayaline yol açar…

İkincisi, bireysel veya grup menfaatleri arasında seçimler yaparak adaletsizliğe yol açar.

Sınırlı devletin ve daha önemlisi sınırlı demokrasinin gerekliliği yönetimlerin idrak açısından insani sınırlılıktan masun olamayacağı gerçeğine dayanır.
Yönetimin yapabileceği ve en adil kabul edilebilecek şey, temel menfaatlere ( hayat, mülkiyet ve hürriyet) dair toplumsal mutabakatın her hal-ü kârda korunmasını sağlamak bunun dışındaki bireysel menfaatlerin de bu mutabakat çevresinde temin edilip edilmediğini gözetmektir. Bu yapılmadığı takdirde oy sayısı bize adalet hakkında hiçbir fikir veremez. Çoğunluğun mutlaka âdil olacağını savunanlara Hitler’i başa getiren çoğunluğun yasama organından çıkan yasaları hatırlatmak isteriz.
















7 Mart 2010 Pazar

Bir İfade Hürriyeti Laboratuarı Olarak Facebook



Facebook, inanılmaz bir iletişim ortamı olarak balıklama daldı hayatımıza. İlkokul arkadaşlarımızı bulmanın ötesine taşan bir ifade imkânı sundu hepimize.
Sosyalleşme maliyetini düşürdü, iletişimi muazzam hızlandırdı.

Bunun yanı sıra ifade hürriyeti ile ilgili sorunların da hızlı şekilde ortaya çıkmasını sağladı.

İfade hürriyeti ile ilgili ilk akla gelen şey devletin keyfi sınırlamalarıdır ve buna karşı çıkmak hepimizin sorumluluğudur.

Buna mukabil, asıl göze çarpmayan şey ifade hürriyetine ferdî bakışlarımızdı ki bu, aynı zamanda ifade hürriyetine bakışımızın toplumsal karakterini de temellendiriyordu.

Facebook fikirlerin gruplar halinde ifade edilmesinde çok etkin şekilde kullanılır oldu ve hemen herkes bir şeyleri ifade etmenin birinci aracı olarak sayısı kalabalık gruplar kurmayı kendine hedef olarak seçti.

Facebook’ta grup kurmak bir çeşit histeri halini aldı… Fikirlerin meşruiyetinin, grupların karabalıklığından kaynaklandığı kanaatinin neredeyse toplumun genelinde hâkim olduğunu Facebook bize gösterdi.

Bu da bizim toplumumuzda aslolanın fikir değil de yığılmak olduğunu, toplumumuzun bir cemaatler birikintisi olduğunu açıklıyordu aslında. Birikinti demenin bir sebebi var: Bu cemaatlerin birbirlerini dışlayan, birbirlerini tanımayan kümeler olduğunu anlatmak için kullanıldı.

Dolayısıyla böyle bir toplumda fertten bahsetmek açıkça anlamsızdı. Fertten bahsetmenin önem arz etmemesi fikirlerin önem arz etmemesi anlamına geliyordu ki ferdin varlığının bizatihi değeri, onun kendini ifade edebilmesinden yani beynindeki elektrik sinyallerini ortaya koymasından kaynaklanıyordu. Aksi takdirde onun herhangi bir sansardan, kediden veya mimozadan bir farkı yoktur.
Peki ama bu bahsettiklerimizin ifade hürriyeti ile ilgisi nedir?

Facebook birbirinden çok farklı fikirlerdeki arkadaşlarımızın hepsinin, kendi kişisel sayfamızda kendi fikirlerini ortaya koymasına izin veren bir ortam da sunuyor bize.

Bu açıdan bakıldığında bir insanın arkadaş çevresinin genel fikrî eğilimi hakkında onun kişisel sayfası doğrudan ve birebir bilgi sunuyor.

Facebook öyle bir ortam ki kendi kişisel sayfamızda paylaştığımız her fikir doğrudan , eğer bir filtreleme işlemi yapılmamışsa, kendi arkadaşlarımızın sayfalarında da görülüyor. Facebookun ifade hürriyetine getirdiği en büyük katkı bu. Böylece varlığından haberimizin bile olmadığı bazı kişileri arkadaşlarımızın arkadaşları olmaları sebebiyle tanıyabiliyoruz.

Bu açıdan Facebook bizi bizimle baş başa bırakarak iletişimimizi kendi başımıza şekillendirmemizi sağlıyor.

Sorun şu: Biz bu iletişimden gereği gibi yararlanabiliyor muyuz veya iletişimin bu şekilde gelişmesinden memnun muyuz?
Kendi kişisel tecrübeme dayanarak söylemeliyim ki bu soruları “evet” diye cevaplayabilmemiz imkânsız.

İnsanlar kendi sayfalarında fikir paylaşmak hususunda kesinlikle son derece özgürlükçü. Bundan daha doğal bir şey olamaz çünkü zaten herkes en kısa zamanda fikrini arkadaşlarına ulaştırmak istiyor. Kendi fikirleriyle dünyayı şekillendirmek istiyor. İkna etmek, onaylanmak istiyor…

Gelin görün ki kendi fikirlerini başkalarının kişisel sayfasında öylece belirivermesini doğal kabul edenlerimizin çoğu, paylaşılan fikirlere veya esere eleştiri gelmesini pek de memnuniyetle karşılamıyor.
İşte ifade hürriyetine karşı toplumsal bakışımız da burada iyot gibi ortaya çıkıveriyor.

Bazılarımız bazı arkadaşlarının fikirlerini veya paylaşımlarını, filtreleyerek engelliyor ve soruna kendilerince çözüm buluyor. Tabii burada fikirlerini ve paylaşımlarını istemediklerini belli olmayacak şekilde engellemekle o insanı reddetmek arasında ne gibi bir fark olduğu sorusu vicdanlara hiç sorulmuyor. Bu durumda yapılması gereken nedir? Bu durumda eğer kişisel bir red var ise açık karşımızdakine bunu söyleyerek onu listemizden çıkarmak ve ondan gelen hiçbir şeyi de kabul etmemektir.

Bazılarımız da gelen eleştirileri, yorumları siliyor. Tabii bu daha çocukça bir şey… Zira ortaya atılan bir fikrin yüzlerce kişinin ekranında belirmesini yaratacağı etkileri düşünmeden isteyip sonra gelen cevapları silmek özünde ifade hürriyetine inanmamak demektir. Bu daha da kötüsü insanın varoluşuna karşı olmak demektir ki zaten faşizm, sosyalizm gibi toptancı ve baskıcı rejimlerin özünde hep bu ortak payda vardır.

Çocukluk şüphesiz masumiyeti açısından özlenir bir dönemdir. Ama öte yandan başkasına zarar verip vermemekle ilgili o ham bencilliği yüzünden dikkat de edilmesi gereken bir dönemdir.

Facebook’un ortaya çıkardığı gerçek sanırım o ki biz henüz bir yetişkinler toplumu değiliz. Konuşmayı seven ama yorumlanmayı ve eleştirilmeyi sevmeyen, etki etmeyi seven , etkilenmekten hoşlanmayan, benzerlerinden hoşlanıp farklılıklara tahammül edemeyen bir çocuk cemaatleri toplumuyuz.

Facebook kendi kişisel sayfalarımızla bize sanal bir fikrî mülkiyet alanı veriyor ve biz bu alana saygı konusunda hiçbir fikre sahip değiliz. Çünkü mülkiyeti kullanmanın sorumluluğu hakkında hiçbir fikrimiz yok! Çünkü başkalarının mülkiyeti ile ilgili yarattığımız dışsallıkların ciddiyetini idrak edemiyoruz.

Facebook toplumsal psikolojimizin geriliğini ve maddi geri kalmışlığımızın fikri kökenini anlamakta bize çok ciddi ve aydınlatıcı toplumsal veriler sunuyor. Zihni gelişmemiş bir toplumun ifade tarzlarının bir hulasasını ve halitasını enfes biçimde ortaya koyuyor. Görünen o ki ifade hürriyeti bizim toplumumuz için gerçek bir değer değil. Böyle bir toplumda demokrasi ancak sayısal çoklukların bir savaşı şeklinde yürüyebilir ki darbelerin ve etnik terörün hangi toplumsal şartlarda şekillendiği hâlâ anlaşılamıyorsa her şey için çok geç demektir.