27 Şubat 2010 Cumartesi

Etnik Irkçı Siyaset Ve Demokrasi Çelişkisi


Ülkemizde çoğunluk içinde azlıkların kendilerini ifade etmek problemi, ifade hürriyeti ile egemenliği bölmek arasındaki sınırda özellikle belirsizleştirilmekte.
Herhangi bir grubun kendisini ifade edebilmesi için siyasî ve hukukî özerkliğin gerekli olduğuna dair bilhassa nevzuhur liberallerce yaratılan yanlış kanaat demokrasiyi sakatlıyor.

İfade hürriyetinin çoğunluğun “temel haklara saygılı” egemenliği altında korunması dışındaki seçeneklerin “azınlık” diktası yaratmak anlamına geleceği gözlerden ırak tutulmak isteniyor.

İşin bu kötülüğünün yanında bir de etnik ırkçı siyasetin kendi tabiatının demokrasiyle bağdaşmazlığı nedense görmezden geliniyor.
Demokrasi, farklı seslerin, tek bir egemenlik erki ile teminat altına alınmasıdır.
Demokrasi ancak farklılıkları barındırabilen toplumsal yapılarda işlerlik kazanabilir.

Farklılıkları barındırabilmenin de yolu bir kurucu çoğunluğun egemenlik hakkı ile kurduğu hukuk birliğidir.
Aksi takdirde ne olur?

Gayet basit şekilde bütün farklılıklar kendilerini “ötekilerden” ayırmaya çalışır. Nitekim örneğini ülkemizde de gördüğümüz şekilde etnik ırkçılığın hedefi, kendi varlığını, “ötekilerin” içinde barınmadığı bir saflık vasatında egemen kılmaktır.
Etnik grupların, kabilelerin, yapıları ciddi anlamda homojeniteye dayanır. Etnik grup var olma gücünü bu türdeşliğinden alır. Bu açıdan etnikçi siyasetçilerin ırk vurgusu çok keskindir.

Peki burada “homojeniteden”/ türdeşlikten ne anlamalıyız? Burada dilin ve ayırıcı özelliklerin korunması için mümkün mertebe kabile içinde kalan evlilik bağı oluşturma, “dilinin” kesinlikle ayrı ve özgün olduğuna dair bütün üyelerde yaratılan kesin inanç ve elbette hiçbir tarihle müştereki olmayan apayrı, saf bir tarih bilinci.

Bütün bu toplum psikolojisinin tercümesi “Kendimden başkasıyla beraber olmak istemiyorum!”dur.

Bu tahlili hayalci bulanlar, sömürgeci devletlerin, sınırlarını cetvelle çizdikleri sun’i devletlerin nasıl bir ayrışma sürecine girdiklerine bakmaları yeter de artar bile.

Bu devletler, kurucu bir millî çoğunluğa dayanmayan, nüfusları birbirlerine yakın kabileler veya etnik gruplar arasından, egemen sömürgecilerin seçtiği birilerinin iş başına getirildiği “harita devletleridir”. Ermenistan, Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen vs…

Ermenistan bunların içinde ne homojeni olmakla beraber, SSCB devrindeki durumu düşünüldüğünde ( ki sanırım SSCB’nin sömürgeci ve emperyal bir ülke olmadığını kimse iddia etmeye kalkmayacaktır) onun da bahsettiğimiz tanıma uyduğu görülecektir. Nitekim SSCB’nin yıkılmasından sonra, kendisine toprakları hediye etmiş gerçek ev sahiplerini soykırımla topraklarından uzaklaştırarak etnik saflaştırma yapmış bir katil ülke bu tanıma fazlasıyla uyar?

Bunların yanı sıra bir başka özelliği ile etnik ırkçı siyaset demokrasiyle bağdaşmaz: Lider tapınmacılığı…

Şüphesiz parlamenter demokrasilerin en berbat açmazlarından biri partilerdeki lider sultasıdır.

Buna rağmen gene de partiler, belli bir hukuk birliği teminatı altında alternatif politikalar sunabilirler.

Peki bilhassa ülkemiz örneğinde görülen etnikçi siyasetin lider tapınmacılığı ne seviyededir?

Burada “tapınma” kelimesinin bir mecaz olmadığını derhal fark ederiz.
Zira etnikçi siyasette lider her şeydir. İnsanlar, onun emirlerini ilâhî addeder ve tartışamazlar. Bu da etnikçi siyasetin kapalı toplum alt yapısının bir sonucudur. Bir somut kurallar ve ırk dayanışması olarak etnikçilik için fikir üretiminin tek kaynağı vardır: Lider! Bilhassa marksizmin şiddete dayalı değişim fikri, kendi içine kapalı ve farklılık düşmanı kabile yapılarının eylemciliğini “liderde” tecessüm ettirir. Her ne beklenirse liderden beklenir ki bu onu tanrılaştırmakla aynı anlama gelir.

Irk, dil ve kültür açısından aynileşmek dışında bir amacı ve dayanağı olmayan etnikçi siyaset için bütün bu konulardaki “birliğin” ifadesi liderdir.
Son iki yıldır bebek katilinin silahlı ve silahsız destekçilerinin, sıklıkla “önderliğin fikrinden” bahsetmeleri bu açıdan dikkat çekicidir.

Bu açıdan etnikçi siyasetin, kendisi dışındaki hiçbir toplumsal yapıyla herhangi bir ilişkisi yoktur ve olmamasına da bilhassa “önder” tarafından dikkat edilir. Etnik grubun, kabilenin tecrit edilmiş olması liderin tartışılmazlığını güçlendirecektir. Bu şekilde toplumsal tabanda kendini tecrit eden kabile veya etnik grup ir sonraki aşamadan “önderin” ayetleriyle hüküm sürdüğü kurtarılmış ve saf ülkesine kavuşacaktır.

Görüldüğü gibi etnik ırkçı kendi yarattığı yabancı korkusuyla egemen çoğunluktan duyulan nefreti körükleyen ve bunu da demokrasiyi yaşatan ifade hürriyeti hakkını istismar ederek yapan bir militandır.

Yapılmak istenen, demokrasinin istismarı ile çoğunluğun erkini anlamsızlaştırmak ve sonrasında kendi “saf” çoğunluğunu barındıracak önder sultasını tesis etmektir.
Etnik ırkçılığı ifade hürriyeti şemsiyesi ile koruyamayız. Çünkü etnik ırkçılık salt kültürel ir ifade hürriyetinin ötesinde bir siyasî bölünmeyi hedeflemektedir. İfade hürriyeti ise millî devletlerin kurucu çoğunluklarının egemenlik hakkı aleyhine kullanılamaz.

Bu açıkça ikiyüzlü demokrasi anlayışı ve lider tapınmacılığı ile etnikçi siyaset, toplumu demokrasi dışına çeken ilkel ve şedit bir iştir.

Eşitler arasında birinci bir çoğunluğu içlerine sindiremeyen etnik ırkçıların demokrasiden bahsetmelerine karşı en başta liberallerin ciddi eleştiriler getirmesi gerekirken millet düşmanlığı müşterekinde etnik ırkçılığın liberallerce desteklenmesi ülkemiz siyaseti açısından büyük bir utanç ve suç ortaklığıdır.

Bütün ideolojisi ve eylem şekli ile tipik bir marksist militan grup olan etnik ırkçıların hem toplum vicdanında hem siyaset arenasında hem de Türk Milleti’nin mahkemelerinde yargılanmasının zamanı gelmiş de geçmektedir. Demokrasi dışı bu ırkçı ve militan yapının “önderlerinin” Türk vatandaşlığı hakkı ile toplumumuzu tahrik etmeleri engellenmeli ve bu kişiler, vatandaşlıkla bağları koparılarak sınır dışı edilmelidirler. Aksi takdirde sözde “temsil yetkilerinin” yaratacağı toplumsal çatlağı tamir etmek mümkün olmayabilir.



26 Şubat 2010 Cuma

Federasyon Tarihî Bir Mecburiyet midir? Osmanlı Neden Yıkıldı?


Tarih denen bilgi ne kadar ilginç...

Bazıları Osmanlı’nın milliyetçilik yüzünden battığını, federatif bir yapıya bürünse, İngiltere gibi kalabileceğini söylüyor veya İspanya gibi…

Buna göre gene aynı noktaya gelmişiz ve bu sefer de federasyon gibi bir çözümü beğenmezsek gene dağılacakmışız.
Bu tahlilin mantığı şudur:
Devlet ancak zor kullanmaya gücü yetiyorsa birliğini sürdürebilir, buna gücü yetmiyorsa derhal gevşemeli, egemenliği paylaşmaya gitmelidir.
Öncelikle… Osmanlı zaten bir modern merkezî devlet değildi. Hükümdarın otoritesinin şeklen tanınması ve buna bağlı vergi mükellefiyetlerinin ( ki bazı eyaletler bundan bile masundu) yerine getirilmesi dışında bir katı bağlılık talep etmiyordu.

Peki Osmanlı’yı en zayıf zamanında bile bir dünya devi olarak ayakta tutan neydi? Bu gün bize bölünme tavsiyesinde bulunan ve bunu demokrasi sananların anlayamadığı şey işte budur.
Osmanlı, hâkim olduğu topraklarda, örneğine rastlanmayacak bir organizasyon ve hukuk birliği temin ediyordu. Dolayısıyla şeklen dahi olsa Osmanlı’ya bağlı bulunmak tebaaya bir hayat teminatı sağlıyordu.

Bu teminat çok önemlidir, zira sömürgeci Avrupalı’ların, toprak algılarından çok farklı bazı değerler içerir.

Bu değerlerden biri Osmanlı’nın, tuğrasının hüküm sürdüğü her yeri “vatan” bilmesidir.
İkincisi hakimiyetini hukuka dayamasıdır. Bu açıdan Osmanlı zaten aslında federasyoncu takımının anlayamadığı bir özerkliği yürütmekteydi.
Osmanlı’nın askerî açıdan zayıfladığı için bölündüğünü düşünen bu takıma Girit ve Mora isyanlarının nasıl bastırıldığı anlatılmalı.

Osmanlı’nın bölünmesinin sebebi işte bu algılama farkıdır.

Çünkü batılılar için sömürgelerin iktisadî değeri dışında bir anlamı yoktu. Dolayısıyla oralardan çekilmekle bir “vatan” kaybedilmiş olmuyordu. Sömürgeci Avrupalı’lar için sömürge toplumları asla “kardeş” ve eşit sayılmamışlardır.
Oysa Osmanlı hâkimiyetinin anlamı tebaaya “emanet” gözüyle bakmaktır ki bu Osman Gazi’den beri sürdürülen devlet geleneğidir.

Bundan dolayı, dinlerine ve geleneklerine zaten hiç karışılmadığı ve son dönemde topladığı meclisiyle zaten kendine göre şekillendirdiği gayet başarılı bir meşrutî yönetimle, şartlara intibak etmiş bulunan Osmanlı, bir anda dünyaya, kökü kendisinde olmayan bir mantıkla bakmaya zorlanmıştır.

Devlet geleneğini oluşturan mantık değiştirildiğinde, devletin işleyişi allak bullak olmuştur. Meşrutiyetin ve Teşkilat-ı Esasiye’nin ilânında unuttuğumuz nokta odur ki bir meşrutî meclis dahi, devletin dayandığı omurgayı inkâr edememiş ve devletin resmî dilinin Türkçe olduğunu kabul etmiştir.

Osmanlı, toplumsal renklerin, toplumsal özerkliğini siyasî özerklikten özenle ayrı tutmak siyasetinde, toplumsal özerkliğin, bir hukuk biriliği içinde yaşatılmasına büyük özen göstelmiştir ki zaten Ermeni, Rum ve cumhuriyet devri Kürt isyanları bu açıdan hafızalarımıza ciddi ihanetler olarak kazınmışlardır.

Osmanlı’nın yıkılışından milliyetçiliği sorumlu tutanlar iki açıdan haksız ve hatta nankördürler.
Birincisi devletin dayandığı aslî unsurun Türk olduğu zaten biliniyordu.
İkincisi “Türk’e dayanan” bir modern millî devlet arayışları ortaya çıktığında zaten Balkanlar elimizden çıkmış, Osmanlı’nın her eyaletinde, düvel-i muazzamanın nüfuz bölgelerinde etnikçi ayaklanmalar baş göstermiş idi.

Osmanlı’da kurucu unsur olan Türk’lerin şüphesiz “hâmi” rollerinden kaynaklanan bir üstünlükleri var idi fakat bu devletin rasyonel şekilde idaresine mani olmuyor, “işe yarar” her fert kökenine bakılmadan siyasette derhal istihdam ediliyordu.

Dolayısıyla Osmanlı “modern” devletlerin cetvelle çizdikleri veya tartıyla oluşturdukları idare mekanizmalarından ayrı, tecrübî bir metotla birliğini yürütüyordu.
Osmanlı’nın bölünmesinin sebebi, bu idare tarzının hava ve su gibi içselleştirilmesi ve ayrılıktan sonra da süreceğinin sanılmasıdır ki aynı mantık(sızlık) bu günde etnik ırkçılarca sürdürülmektedir.
Oysa Osmanlı’dan ayrılan hiçbir ülke daha sonra o yönetim tarzını sürdürememiş, Osmanlı emperyal mantığıyla, Avrupa sömürgeciliğinin arasındaki farkı çok acı tecrübelerle görmüştür. Dikkat edilirse ne Balkanlar, ne Ortadoğu ve ne Kafkaslar, Osmanlı’dan sonra istikrara kavuşmuştur. Buna Kuzey Afrika’yı da ekleyebilirsiniz.
Osmanlı, çok çeşitli topluluklara farkına varmadıkları, çevrelerini kuşatan, kökenini Türk geleneğinden ve İslâm’dan alan bir emniyet atmosferi sunmuştur. Bu ortamda etnik gruplar, kabileler dünyevi zorlukların hallinde kullanacakları bir siyasî ve adlî araç kutusunu hep hazır bulmuşlardı. Osmanlı’dan ayrıldıklarında bu araç kutusundan ve onu kullanan “görünmez elden” mahrum kaldılar.

Osmanlı, milletleşememiş toplumsal yapıların, bir devlet/ hukuk çatısı altında barınmalarına manevî bir anlam yükleyen, onların hepsini kendinden bilen bir devlet idi. Osmanlı, milletleşememiş yapıların taşıdıkları toplumsal gerilimi gayet iyi biliyor ve buna göre onlara muamele ediyordu. Osmanlı milletleşmemiş toplulukların devlet tecrübesinde yaşayacakları sukut-u hayalin de farkındaydı. Osmanlı, milletleşmemiş toplulukların belki de tarihte görüp görebileceği tek ve son hâmi idi.

Bu açıdan bakıldığında “modern siyasetin” ölçütlerini Osmanlı’ya uygulamaya kalkmak at anatomisinden hareketle insanı anlamaya çalışmak gibidir. Zira Osmanlı bürokrasisi, pek çok batılı devletin yeni yeni haberdar olduğu, kabul ettiği pek çok toplumsal grup için teşkilatlanmış çok ayrıntılı bir yapı gösteriyordu.

Bundan dolayı Osmanlı’nın toplumsal “kabullerinin” farkında bile olmayan batı devşirmesi okumuşlarımızın bize, batının kendi toplumsal yapısının neticesi olan “federasyon” şeklini önermesi normaldir ama sağlıklı değildir. Batının modern federasyonlarının derin tarihi kökleri vardır ve bugünün federasyonları ortaçağ derebeyliklerinin egemenlik alanlarından başka bir şey değildirler.

Kaldı ki batıda modern federasyonlar etnik kökenlere göre ayrışmanın değil, millî birliği, bir hukuk çatısı altında oluşturmanın aracı olarak kurulmuşlardır. Bunun en güzel örneği de ABD uluslaşmasıdır. Modern federasyonların hiç birinde ne resmî dil tartışılır ne de ülkeyi oluşturan millî kurucu çoğunluğun egemenlik hakkı.

Osmanlı’nın hukuka dayalı hâkimiyet anlayışını “kazanılmış bir hak” gibi görerek bunun ilelebet ve her şartta süreceğini sananlar Osmanlı yıkılınca enkazının altında kalarak en çok acı çekenlerdir. Bu günkü etnik ırkçılar da sahip oldukları Türkiye Cumhuriyeti teminatının, ırkçı bir kabile devletinde devam edebileceğini sanmaktadırlar. Tarihten asıl ders alması gerekenler, gelişmiş toplumsal yapıya dayanan Türk devlet geleneğine ırkçı saiklerle karşı gelenlerdir.







19 Şubat 2010 Cuma

Bize Irkçı Diyenler


Türkiye’de ırkçılık var mı?
Sosyalistlere bakarsanız var! Kendilerini hümanist sanıp da etnik ırkçıları destekleyen bir kısım liberal de aynı görüşte…

Yani? Türkiye’de bir ırkın diğerine göre üstün olduğunu savunan insanlar var! Irkçılığın bilmediğimiz başka bir anlamı varsa tanımımın düzeltilmesini istirham ederim.

Her şeyden evvel bir tanımın geçerli olabilmesi için sınırlarının belli olması lâzım. Birine “ırkçı” dediğinizde onun ırk üstünlüğüne atıfla hareket ettiğini söylemiş olursunuz.
Eğer bu tanımı genişletmeye kalkarsanız o zaman işin bütün mantığını ve dolayısıyla meşruiyetini de bozarsınız.

Irkçılıkla ilgili bu tanım genişletmesinin veya halk ağzıyla sündürmesinin şekli nedir?

Şudur:

Sosyalistler, nevzuhur ve vatansız bir takım liberaller ve etnik ırkçılar ırkçılığı “ayrımcılıkla” bir tutmaktalar.

Ama işin garibi ayrımcılığı da kendi anlamında kullanmayarak “sündürmekteler”…
Bunların karşı olduğu şey, toplumdaki fertlerin müşterek kabullerine göre bir “toplumsal öncelikler endeksi” oluşmasıdır.

Nedir toplumdaki fertlerin müşterek kabulleri? Aile, dil, müşterek cevap verme tarzı ( kültür), müşterek coğrafya ( vatan), müşterek sembol ( bayrak) vs…

Yukarıda adı geçen kamplar, bu değerlerin toplumdaki fertlerin kahir ekseriyetince benimsenerek, “diğer milletlerle” ilişkilerde “öncelenmesine ” ve kollanmasına “ırkçılık” diyor.
Buna göre meselâ “vatan”, aslında devletin zorbalığına giydirilen bir kılıf, bayrak anlamsız bir bez parçası, dil resmî otoritenin bir dayatması, kültür ise herkesçe kullanılan renksiz bir bardak…
Dolayısıyla bunların korunması demek, bunların ait olduğu “ırkı”, diğerlerinden üstün görmek anlamına geliyor.

Bu sahte hümanistlerin içine düştükleri açmaz şu ki birilerini durmaksızın ırkçı diye itham ederlerken ırkın bir mutlak hakikat olduğunu kabul etmeleri…

Yani üzerinde üstünlük iddiasının yürütülebileceği ırkların var olduğun kabul ettikten sonra bunların eşitliği hakkında konuştuklarını fark edemiyorlar. Ama zaten bu marksizmin bir hurafe olmasının diğer bütün sebeplerinden biridir de…

Kendilerinde hakaret ve itham imtiyazının var olduğunu sanan sosyalistlerin hiç biri bu güne kadar doğrudan “milliyetçi” sıfatıyla siyaset yapan bir partinin dahi hiçbir beyanında ırka atıf yapıldığını gösterememiştir.

Çünkü mezkur kampların hiç biri “millet” denen kendiliğinden doğmuş toplumsal yapıyı idrak edememiştir.

Burada liberallerin durumu daha içler acısıdır. Çünkü millet gibi “hukuk altında kendiliğinden benzeşmeyle” meydana gelmiş bir yapıyı anlayamamaları, Hayek’in evrimci rasyonalizmini de Nozick’in “ kendiliğinden oluşmuş emniyet sağlayıcı tekel” fikrini de hiç anlamadıklarının bir delilidir.

Türkiye’de siyasî tarih yazarlarının kahir ekseriyeti, tarihin kendisini anlamak yerine Marx’a tapınmayı şiar edindiklerinden olsa gerek “milletleşmeyi” anlayamamış, Türkiye’de gelişen siyasî milliyetçiliğin muhafazakâr özelliklerini görememiştir.

Türkiye’de doğrudan ırkçı olarak suçlanan Nihal Atsız dahil olmak üzere hiçbir Türk milliyetçisi, bizim yabancılaşmış okumuşların zannettiği gibi Alman tarzı bir genetik üstünlük fikrini savunmamıştır. Irkçılık, bir kalıtsallık üzerine inşa edilen üstünlük fikridir.

Milletleşmeyi anlamamış ve anlamamakta da ısrar eden yukarıdaki kamplar milletin oluşumunda “ırkın” bağlayıcılığının kalmadığını ve hiçbir Türk milliyetçisinin de bu yüzden ırkı esas almadığını görememektedir.

Bu hem toplumsal olarak ırkî bağları geride bırakan milletleşmiş bir toplum olmamızdan hem de sahip olduğumuz manevi değerlerin getirdiği sınırlamadan dolayıdır.

Fertlerin bir takım değerleri “öncelemesi” de ayrımcılık değildir. Çünkü insanlar zaten öncelik endekslerini kendileri belirleyebilmek için özgür olmak ister.

Bu açıdan Anadolu’yu kendi vatanı haline getirmiş, buraya kendi adını vermiş, mezarlarıyla, ibadethaneleriyle, edebiyatıyla, müziğiyle bu topraklara damgasını silinmez şekilde vurmuş Türk milletinin de kendi varlık belirtilerini öncelemek, kendi hakkıdır.


Türkiye’de Türk Milleti, kendi dininden dahi olmayan ama aynı vatanı paylaşan herkesi kendinden bilmiştir. Bu kabul cumhuriyetle birlikte daha da pekişmiştir. Zaten bu yüzden Ermeni, Rum ve Kürt isyanları milletimizin hatıralarında fevkalâde üzücü ve kırıcı yer almıştır.
Eğer Türkiye’de yabancılaşmış okumuşların bahsettiği gibi ırkçılık var olsaydı bu gün Türkiye’de hiç kimse “yabancılaşmak”, kendini ayırmak iddiasını güdemezdi. Çünkü o tip bir ırkçılık sadece sözle ifade edilmez. Öyle bir ırkçılık kendisini resmî şiddetle ortaya koyar ve hiçbir muhalif sese hayat hakkı vermez.

Bu açıdan, Türkiye’de zannedildiği gibi bir ırkçılık yoktur ne devlet katında ne de toplumsal hayatta.

Ama bu, Türkiye’de başka bir ırkçılığın var olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
O da etnik terörle kendisini var etmeye çalışan etnik ırkçılıktır.

Ne yazık ki yukarıda adı geçen kamplar etnik ırkçılığın varlığına dair bilinçli şekilde kördürler.
Etnikçi politikalar Türkiye’de açıkça ırk farklılığı üzerinden yürütülmektedir. Bu politikaların özü, etnik bir grubun ırkî ve lisanî farklılığından dolayı kendisini toplumun genel isminden ayırabilmesini , bundan sonra da siyasî olarak ayrılabilmesi inisiyatifini ele geçirebilmesini sağlamaktır.

Sosyalistlerin “hak” kavramını bilmemelerini normal karşılıyorum. Onların ideolojisinde, herkes için ve her zaman geçerli olan değerler gibi “mutlaklar” kategorisi olmadığından bunu anlayamazlar. Ama liberallerin hak kavramının “ırk ve lisan farklılığına dayandıran etnik ırkçılara itiraz etmemesi tam bir faciadır!

Etnik ırkçılar neden gerçekten ırkçıdır? Çünkü hak kavramını ırkî farklılığa dayandırmaktadırlar. Bu durumda ırkı bir saf kategori olarak düşünmekte, biyolojik bir özelliğe siyasî anlam yüklemekte ve bunu milletleşmiş bir egemene karşı terör uygulamakta meşru gerekçe olarak kabul etmektedirler.

Türkiye’de toplumun yapısında ırkî üstünlük veya aynilik fikrinin olmayışı etnikçi siyasetin ırkçılığını iyice ortaya çıkarmaktadır.


Dediğimiz gibi etnik ırkçılara kendi kabulleriyle ve yöntemleriyle cevap verilecek olsa bu gün Türkiye’de hiç birinin yaşamasına imkân kalmazdı. Büyük şehirlerin en mutena yerlerinde ev alan, mülk edinen, devlet dairelerinde istihdamda hemşehricilik yapabilen, ırkları sorulmaksızın seçip seçilebilen, siyaset yapabilen, ne sağlık ne eğitim-öğretim hizmetlerinde ayrımcılık gören insanların, sözde farklı ırktan oldukları için millî egemenliğimize karşı çıkmaları ve üstelik bunu silâhlı kalkışmalarla ortaya koymaları, evet bu gerçek bir ırkçılıktır.

Türkiye’de hak kavramının ırki farklılık gibi aşağılık bir ölçütle sömürülmesinin yanında bir de bu farklılığın resmî kimliklerle belgelenmesini istemenin ne anlama geldiğinin hâlâ görülememesi cidden dehşetengizdir.

Türkiye millî bütünlüğüne yönelik bu bayağı ve alçakça ayrımcılığı şimdilik toplumsal yapısıyla soğurabilmektedir. Ama etnik ırkçılığın şiddet desteği ve hak sömürüsü kendisini hümanist sayanlarımızca da kınanmadıkça bu durumun daha ne kadar sürdürülebileceği tahmin edilemez.






15 Şubat 2010 Pazartesi

TEKEL Ve Özelleştirme Üzerine Ahlâkî Bir Sorgulama


TEKEL işçileri gündemin en sıcak ve “dokunulmaz” konusu.
Zira bu meselede hakkı gözetmeye çalışmak çok zor.
Uğradıkları gerçekten insanlık dışı muameleden dolayı TEKEL işçilerinin yanında yer almak hepimizin müşterek refleksi oldu ve zaten tartışmalara da damgayı, bu muameleler vurdu.

Dolayısıyla olay en baştan peşin bir hükûmet karşıtlığı parantezine alındı.
Olayı tartışmayı zorlaştıran da zaten bu… Eğer TEKEL işçilerinin haklılığını sorgulayacak olursanız derhal hükûmet taraftarı, hatta emperyalist, işbirlikçi, “Soros çocuğu” vs sayılıyorsunuz, tahkir ediliyorsunuz.

TEKEL işçileri tartışmasına damgasını asıl vuran ise felsefesizlik.
Daha doğrusu tartışmada baş köşeyi kapan ve başka bir fikre de yer bırakmayan marksizmin felsefî tekeli…
Ahlâkın bayraktarlığını kendi kendine üstüne alan ve başka bir ahlâkî anlayışa da yer vermeyen marksizmin, dayanışma sömürüsü ile hepimizin bilincini rehin almasına şahit oluyoruz.

Tartışmaları rehin alan, tartışma alanını fikirlere kapatan Marksizm maalesef bize kendi ahlâkının ne olduğundan bahsetmiyor.

Zaten Marks’ın kendisi de bu tip bir normatif tanım getirmiyor.
Marksist ahlâk, “Burjuva olmayan her şey” olarak tanımlayabileceğimiz, ucu tamamen açık bir tepkisellikten başka bir şey içermiyor.

Bu kadar uzatmamın sebebi şu:
Önce bizi duygusal ve fikrî olarak esir alan şeyin ne olduğunu teşhis etmemiz gerekliliği…

Marx toplumu peşinen sömürenler ve sömürülenler diye ikiye ayırdığında şüphesiz uzun çalışma saatlerinden ve düşük ücretlerden yılmış işçiler için ele geçmez bir şablon sunuyordu.

Marksistlerin hiç sorgulanmadan kabul edilen “mücadele” fikrine göre işçiler mücadele ederek çalışma saatlerini kısaltmış, ücretlerini arttırmışlardı. Oysa bilmedikleri, bilmezden geldikleri, çalışma saatlerini kısaltanın ve ücretleri yükseltenin teknolojik gelişmeler olduğuydu. Ve bu gelişmelerin arkasında da yaratıcı zekâların fikir mülkiyeti ile korunan hakları vardı. Yani marksistlerin Prodhoun’dan beri “hırsızlık” saydıkları temel bir hak…

Yani bir milyon işçinin bir araya gelerek işverenleri tehdit etmesi, fabrikaları sabote etmesi veya hayatı felce uğratması, bir civatanın iki kat daha hızlı imal edilmesi için gereken hızı sağlamıyordu. Oysa teknolojinin gelişmesinden sonra vasıfsız işçinin emeği eski durumuna göre çok daha kabul edilir bir fiyata kavuşmuştu. Çünkü teknolojik gelişme ortalama vasıfsız işçinin kalitesini de yukarı çekmişti.

Marx’ın dünyayı katliamlara ve kana boğmuş ideolojisinin temelindeki “ahlâk” anlayışının çürüklüğü daha en başından ortaya çıkıyordu. Çünkü Marx’a göre kabul edilebilir bir ahlâkî düzen için kolektivistlerce “hırsızlık” sayılan mülkiyetin ilgası ( bunun üretim araçlarıyla sınırlandırılması, tamamen çocukça bir özür dileyicilik ve tevil çabasıdır) ve insanın hayatının maddî temellerinin fikrî inşalarından ayrılması gerekiyordu. Maddî temelleri eline geçirmiş bir proleter diktası altında zaten insanlar “doğru fikirleri” kendiliğinden geliştirecekti.
Marksistler, kolektif bir mülkiyet saydıkları TEKEL’in ne gerçek mahiyetini, ne maliyetini ve ne de varlık sebebini sorgulamaktadır.
Onlara göre “devletleştirilmiş” her şey toplumun malıdır, kolektiftir ve dokunulmazdır.

Onların hedefi, her türlü iktisadî teşebbüsü tedricen veya bir devrimle ele geçirmek ve devletleştirmektir.

O halde TEKEL örneğinden hareketle devlet iktisadî teşebbüslerinin gerçekten “ahlâkî” sayılıp sayılmayacağına bir bakmalıyız. Zira bizi, aksine düşünmekten alıkoyan ve düşüncelerimizi bastıran şey, meseleye “hak” adı altında, ahlâkî bir kılıf geçirilmesidir.

Ahlâk çok kısa ve genel ifade etmek istersek “Zarar vermemek iradesidir.”
Yani başkalarının temel haklarını ihlal etmemek iradesidir.
Nedir bu haklar? Hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti ( hürriyet) haklarıdır.
Bu durumda, kabul ettiğimiz ahlâk tanımı çerçevesinde TEKEL’in bizatihi varlığının ve onunla ilgili özelleştirme karşıtı mücadelenin haklılığını sorgulamaya başlayabiliriz.

TEKEL diğer bütün devlet iktisadî teşebbüsleri gibi ( Bunlara “kamu” yakıştırması tamamen kamuda sempati yaratmak dışında hiçbir işe yaramayan bir saptırmadır. Yoksa bu işletmelerin sahipliğinde kamunun hiçbir rolü yoktur.) devlet tarafından kurulmuş, varlıkları sürekli şekilde hazineden finanse edilen ve bu şekilde iflâs müeyyidesinden korunmuş kuruluşlardır. Sadece iflâstan korunmuş olmaları bile bu kuruluşların işletme olmadıklarının bir ispatıdır.
İflâstan korunmak ne demektir?

İflâstan korunmak demek, sermaye gelir dengesinin gözetilmesinden korunmuş olmak demektir. İflâstan korunmak demek kârlılık hesabı yapılmaksızın istihdam yapılabilmesi demektir. İflâstan korunmak, kısaca maliyetleri başkalarının sırtına yıkabilmek demektir.

TEKEL meselesinde özel olarak gündeme gelen şey de tam olarak budur. İşçiler “ne pahasına olursa olsun” işlerinde kalmayı, devlet bünyesinde çalışırlarkenki “haklarını” korumayı istemektedir.

Mesele şu ki maalesef ne işçiler ne de onları destekleyenler bunun ne pahasına olması gerektiğini düşünmemektedirler.

Dünyada özelleştirmeyi gündeme getiren şey zaten “ne pahasına olursa olsun” devlet kuruluşlarının çalıştırılmasının imkânsız olması gerçeğidir.
Çünkü kendinde sınırsız bir para kaynağı olduğu zehabına kapılan siyasî iktidarlar ve bürokrasi, toplumdan, toplu bir sempati ve mutabakat sağlamak uğruna , “kitlesel yatırımlar” yaratmak ihtiyacı hissetmekte ve akıl almaz büyüklükte kuruluşlar meydana getirmektedirler.

Bu durumda zaten millet, devlet eliyle kurulmuş işletmelerine sahibidir, ne de işletmecisi.

Oysa yukarıda bahsettiğimiz gibi devletin her adımının maliyeti ya iç ve dış borçlanmayla, ya vergilerle veya enflasyonla finanse edilmeli, karşılanmalıdır. Bu üç yoldan başka, devletin “ödeme” kaynağı yoktur!

Mesele şudur ki her üç yol da milletin cebinden para eksilmesine yol açmaktadır.
Üstelik bu eksilme milletin rızasıyla olmamaktadır! Yani milletin emeği, milletin rızası olmaksızın eksiltilmektedir! Bu durumun ahlâkî olup olmadığına bakacak olursak; devlet bizim mülkiyet hakkımızı açıkça ihlal etmektedir! Bunu bir başkası yaptığında ise adına “hırsızlık” denmektedir.

Millet, sözde kendisine ait kuruluşların ne finansman ne istihdam politikaları üzerinde söz sahibidir. Türk milleti, yan gelip yatan on dokuz işçinin, çalışan bir işçinin emeğini sömürmesine engel olamamakta, verimsiz çalışan işçileri kendi “işletmesinden” uzaklaştıramamakta üstelik onarlı kendi vergileriyle sürekli beslemeye mahkûm edilmektedir.

Çünkü devlet işletmeleri(!), piyasanın en şaşmaz terbiye edicisi olan iflâs kurumundan bağışık kılınmış ve bu yüzden şımartılmış kuruluşlardır.
Bu kuruluşların kâr amacı olmadan işletilmesi asıl bu yüzden ahlâksızcadır. Bu kuruluşlarda kâr gözetilmemesi, onları finanse eden milyonlarca vergi mükellefinin parasının bir değeri olmadığını söylemek demektir.
Özelleştirme “kâr” eden, varlık yaratan mucizevî ulusal işletmelerin peşkeş çekilmesi değildir.

Aksine emekleri vergilerle sömürülen milyonların emeklerinin içine akıtılarak hareket ettirilmeye çalışılan popülizm makinelerinin durdurulması demektir.
Özelleştirme, devlet eliyle yaratılan emek enflasyonunun durdurulması demektir. Çünkü devlet özünde bir değer taşıyıp taşımadığına bakmaksızın her emeği alacağını garanti ettiğinde meydana gelen şey tam olarak “emek enflasyonudur”. Ve bu a aynen para enflasyonu gibi hayatı pahalılaştırır. Bu durumda halk genel olarak daha fakirleşir.

Savaş gibi fevkalâde durumlarda yapılan fedakârlıklar, savaş müddetince geçerliyken, milleti, sırf politikacıların ve bürokratların popülizmleri uğruna sürekli bir fedakârlık haline sokmaya aslına bakılırsa en başta TEKEL işçileri karşı çıkmalı.

Hükûmetlere ve bürokrasiye “iş sahası açmak” gibi bir yetki ve hakları varmış gibi kudret veren de zaten “kolektif mülkiyetin” gerçek anlamda mülkiyetle ilgisizliğinin bir türlü anlaşılamaması ve ahlâkî geçersizliğinin gizlenmesidir.
İşte devlet iktisadî (!) kuruluşları çalışanlarının “ne pahasına olursa olsun” çalışma ve maaş güvencesi taleplerinin farkına varılmayan ahlâkî çelişkisi ve fecaati budur.












10 Şubat 2010 Çarşamba

AB mi, Darbe mi?

Türkiye uzun zamandır tuhaf bir açmazın içinde debeleniyor.

“Darbe mi, AB mi?” diye özetleyebileceğimiz bu açmaz “doğal” bir açmaz değil. Belki de tercihlerimizi aşan bir açmaz olmadığını söylememiz daha doğrudur.
Türkiye maalesef iktidar partisinin de dâhil olduğu bu kısır tartışmada darbeciler ve ABciler olarak iki kampa ayrıldı.

Bu ayrımı yapanlar da enternasyonalist solcular ve onların liberal camiayı enfekte eden uzantıları.

Yani aslına olmayan bir farklılaşmayı kendileri yaratıyor ve bunun bir gerçek olduğunu da ellerindeki basın gücüyle sürekli dayatıyorlar.

Öyle bir hava hâkim ki ülkeye AB taraftarlığı aynı zamanda etnik ırkçılık ve ayrılıkçılık, sosyalist devlet ( bunun yumuşatılmış hali “sosyal devlettir”), enternasyonalizm, Türk düşmanlığı taraftarlığı ile özdeşleştiriliyor. Liberallerin bu konuda maalesef herhangi bir etki ve yetkileri yok. Onlar ancak kendi camialarına sızan eski komünistlerin sözde hümanizmlerinin dümen suyunda çalkalanarak oradan oraya savruluyorlar.

Öyleyse bu iki durumun gerçekten kaçınılmaz olup olmadığını ciddi şekilde sorgulamamız gerekiyor.

Yani AB üyeliği gerçekleşmezse ülke askerî bir vesayete mahkûm mu olur ve bir ara rejim altında, hürriyetsizlik içinde mi yaşar?

AB üyeliği halinde ülkedeki etnik ırkçı siyasetin ayrılıkçılığı ve terörü nihayete erer ve ülke hızla kalkınır mı? Bu durumda dış ilişkilerimiz anında düzelir ve “sıfır ihtilaf” idealine ulaşır mıyız?

Bu tartışmaların özünde solcu eskisi nevzuhur liberallerin AB tapınmacılığı yatıyor. AB’yi sorunsuz, ideal bir çözüm mekânı veya aracı sanıyorlar.
Oysa AB, kuruluş amacını aşmış ve adeta otoriter sosyalist bir surete bürünmüş, tahrif edilmiş bir işbirliği.

Başlangıçta sadece işgücünün, sermayenin ve malların serbest dolaşımı amacıyla kurulmuş ve üye devletleri, kendi başlarına bırakan gevşek bir birlikken sonrasında “refahı paylaştırmaya” soyunan bir sosyalist bürokrasiye dönüşmüştür. Bu arada şunu belirtmeliyiz ki sosyalizmin bürokratik sulta dışında sivil bir şekli henüz icat edilememiştir. Çünkü siz ne zaman insanların gelirlerini ellerinden alıp da dağıtmaya kalkarsanız bunu yapmak için kaçınılmaz olarak büyük bir bürokrasi aygıtına ihtiyaç duyarsınız. İşte AET’nin tahrif edilmiş şekli olan AB de ülkelerin ekonomilerini Euro ile bütünleştirmeye kalktığında, kuruluş amacının aksi istikametinde, sosyalist ev içe kapanmacı bir hal aldı. Nitekim dikkat edilirse AB ülkelerine seyahat çok sıkı vize şartlarına taabidir.

AB’nin öz olarak yanlışlığının yanı sıra üyelerinin göçmenlere, serbest ticarete ve dolaşıma karşı birliğin amaçlarıyla hiç uyuşmayan tavırları, kendi içlerindeki ifade hürriyeti kısıtlamaları şunu göstermektedir ki AB kendi üyeleri için bile ideal bir medeniyet içeriği sunamamaktadır.

Yani AB, Türk adına ve millî egemenliğine düşman her enternasyonalistin sürekli telkin ettiği gibi bir “dünya cenneti” değil.
ABci kampın aşağılık duygusu o kadar derin ki AB’ye alınmak şartlarını yerine getirmenin “demokratikleşme” ve refah anlamına geldiğini söyleyecek kadar idraksizler.

AB’nin bizi içine kabul etmek için öne sürdüğü şartlar her şeyden önce standart şartlar değil. Bu şartlar ne gerçekten demokrasiyle ne de ekonomiyle ilgili.
Kendi içinde Yunanistan gibi bir faciayı besleyen AB’nin, dünyanın 16. Ekonomisi olduğu söylenen Türkiye’ye ekonomi dersi vermesi cidden anlamasız.
Kaldı ki dış ilişkilerimizi üyelik şartlarıyla ilişkilendirmesi de çok tuhaf. Bütün dünya Kıbrıs’ta müdahil olmaya çalışırken Türkiye’nin, Güney Kıbrıs’ın Yunan ordusu ve silahlarıyla donatılmasına sessiz kalmasını çözüm diye sunmak da bizim ABci kampın vatansızlığının bir örneği.


Kendi millî bütünlüklerinden zerre kadar taviz vermeyen İngiltere, Fransa ve ispanya’nın devlet politikalarını normal kabul edip de ülkemizdeki etnik ırkçılığın ve onun şiddet uzantılarının “demokrasi” içine alınmasını istemek herhalde ancak iki yüzlülük olarak vasıflandırılabilir?

ABci kamp kendini bir medeniyet temsilcisi gibi gösterirken, insan ilişkilerinin “kayıt ve şarta” tabi olduğunu, olması gerektiğini, medeniyet denen şeyinde tam bu kayıt ve şart altında ilişki kurmak anlamına geldiğini görmezden geliyor.

Buradaki “kayıt”, sadece bir şeylerin zapta geçirilmesi, belgelendirilmesi demek değildir. Burada, ilişkinin ilgi sınırlamasını anlatmakta kullanılmaktadır.
Gerek fertler gerekse toplumlar her türlü ilişkiyi rızaya dayandırmak isterler. Dolayısıyla rıza ilgisi olmaksızın şartlar ancak dayatmalarla ortaya konabilir. ABci kampın yaptığı da tam bu noktada AB ile ilişkilerde “Medenî AB karşısında terbiye edilecek Türkiye” gibi bir pozisyonu bize kabul ettirmek gayretidir.

Böyle bir durumu kabul etmeyenler de derhal “içe kapanmacı”, “BAASÇI”, “faşist”, “ırkçı”, “darbeci” diye yaftalanıyor.
Bu durumda meselâ; Kıbrıs’tan derhal çekilmeli, Irak Türk’lerinin kaderiyle ilgimiz kesmeli, Karabağ’daki Ermeni işgalini kabullenerek Ermenistan sınırımızı açmalı, Egede’ki Yunan kıta sahanlığı tezini kabul ederek Kuşadası’nda balık avlamaktan vazgeçmeli, boğazları uluslar arası bir yönetimin kontrolüne bırakmalı, etnik ırkçıların, uygun gördükleri yerlerde, ellerinde silahla seyahat hakkımızı engellemelerine izin vermeli ve hatta haritalarda “Ermenistan” ve “Kürdistan” yazılı bölgelerin oluşmasına ses çıkarmamalı ve böylece de “Eşit yurttaşlığa dayalı demokratik cumhuriyeti” tesis etmeliyiz…

Eğer bütün bunları kabul edilemez buluyorsak demek ki ülkemizde darbe yapılmasını, başbakanlarımızın asılmasını, ticaretin ve ifade hürriyetinin kısıtlanmasını arzuluyoruz, öyle mi?

AB’nin kötü örneklerini göstermek bir ispat metodu değildir, kabul.. Çünkü sui misal emsal olmaz. Buna mukabil, AB’nin kötü örnekleri, kuruluşundaki ideallerden nasıl sapıldığını, AB’nin zannedildiği gibi “iyiilği emredici” ve kadir-i mutlak bir “medeniyet tanrısı” olmadığını gösterir ki bu aynı zamanda bizdeki ABci kampın akıldışı taraftarlığının ve tapınmacılığının ispatıdır.

AB’nin değil ama AET’nin kuruluşundaki ilkeler, iktisadın tabiatına uygun ve gelişmeyi teşvik edici ilkelerdir ki bu ilkeler, kalıcı ve sağlıklı bir ekonomik büyümeyi hedefleyen her ülke için geçerlidir. Yani emeğin, sermayenin ve malların serbest dolaşımından herkes kazançlı çıkacaktır. Oysa AB, gerek üye ülkeleri dışa kapatarak gerekse üye ülkelerin kendi ticaret kısıtlamalarına sessiz kalarak tam da bizim ABcilerin bahsettikleri otarşizme yönelmiştir.

Peki böyle bir yapıya karşı olmak, darbeleri arzulamak, meşru hükûmetlerin iş başından silâhla uzaklaştırılmasını istemek demek midir?

Böyle bir mukayesede bulunabilmek için kesinlikle yanlış olan bir yöntemin değillemesinin kesinlikle doğru olan bir yöntem olması beklenir ki darbe karşıtlığının, yani kesin yanlışın değillemesinin AB taraftarlığı olmadığı, AB taraftarlığının yanlışlığı ile gösterilmiştir.

AB üyeliği kayda ve şarta bağlı olarak değerlendirilerek, doğruluğuna veya yanlışlığına bu şekilde karar verilebilir.

AB mutlak doğru olmadığına göre AB’ye kayıtsız şartsız üye olmak diye bir şey de söz konusu olamaz. Dolayısıyla AByi tartışmaya açmak ve reddetmek de darbeciliği kabul etmek anlamına gelmez. Önlerine geleni darbecilikle suçlayan eski solcuların, Merhum Menderes’in ve iki bakanının katliyle neticelenen öğrenci olayları ve basın yalanlarında, 9 Mart cuntasında ve ülkeyi kan gölüne çeviren 12 Eylül öncesi olaylarda nerelerde durduklarına bir bakmalarını şiddetle tavsiye ederim.







9 Şubat 2010 Salı

Devletçi Ekonominin İflâs Ettiği Nokta


Tekel işçilerinin durumunda aklın önünü kesen en büyük engel, şüphesiz polisin, teröristlere gösteremediği sertlikle olaylara müdahale etmesi oldu.
Bu durum bütün tartışmaya damgasını öyle bir vurdu ki artık Tekel işçilerinin “haksız” olması ihtimalinden bile bahsetmek cidden cesaret gerektiriyor.
Bu olayda iki tutum birbiriyle kötü bir sinerjiye girerek sorunun tartışılmasını imkânsızlaştırıyor.

Her iki tutumun da ortak özelliği nedensellikten alabildiğine uzak düşmeleri…
Bu iki tutumdan birincisi Marksist kampın tahrikçi yaklaşımıdır. Marksist kamp, “çalışanın” yanında olmak iddiası ile toplumun genelindeki ekonomik ilişkiler bütününü görmezden gelebilmek lüksünü kendine yakıştırıyor.
İkinci tutum, ekonominin maalesef “e”sinden pek de haberdar olmayan milliyetçi cephenin tutumu.

Bu iki tutumu birleştiren de milliyetçilerin iktisaden Marksist /kolektivist olunması gerektiğini sanmaları…
Bu iki kampın tekel işçilerinin eylemini eleştirenlere ettikleri hakaretler gerçekten yüz kızartıcı.

Tekel işçilerinin “haklılığı” sadece onların “işçiliğine” bağlanabilir mi?
Bu zaten Marksistlerin öteden beri vicdanları susturmak için kullandıkları tipik taktiktir.

Marksistlere göre işçiler sömürülen ve peşinen haklı, işverenler de sömüren ve peşinen haksız iki kamptır.

Her şeyden önce çalışma denen şey, emek satıcısının, emek müşterisiyle emek fiyatı üzerinde uzlaşarak ortaya çıkardığı bir mübadele işlemidir.

Dolayısıyla şunu görürüz ki emek de her iktisadî mal gibi bir maldır.

Emeğin iktisadî bir mal olmadığını iddia etmek onu daha mukaddes ve dokunulmaz kılmaz. Sadece emeğin mübadele hürriyetini ortadan kaldırıp fiyatlandırılması işinin emek simsarı sendikaların keyfi müdahalesine açık hale getirir. Sendikaların, emeğin hareketini engellediği, işsizliği körüklediği ve maliyetleri arttırdığı ekonomik bir gerçektir.

Emeğin kudsiyetini tanımak istiyorsak onun, satıcısına ait bir mal olduğunu ve sahibince özgürce mübadele edilebilmesini sağlamalıyız.

Elbette nedenselliği bir tür lüks olarak görerek düşünmeden , buğday için emek harcamadan ekmeği elde etmek, müteşebbisler ve kapitalistler olmaksızın çalışacak fabrika isteyenler için bu sözlerin hiçbir anlamı yoktur.

Muhtemelen derhal önümüze Tekel işçilerine dayatılan kanun maddeleri getirilerek, bu maddelerin neresinde “emeğin özgürce mübadelesinin” yer aldığı sorulacaktır.
Yazının amacı zaten iki yanlıştan bir doğru çıkmayacağını göstermektir.
Hükûmetle işçileri buluşturan ortak payda devletçi ekonomidir.
Hükûmet, emeğin mübadelesine kanun yoluyla müdahale etmekten vazgeçmek istemezken işçiler de devlet istihdamının sebebi belirsiz ve haklılığı tartışılır sürekli iş güvencesinden kopmamak istemekteler.

Eğer Tekel özelleşmiş ise işçilerin “kamu personelini” bağlayan bir kanunla istihdam edilmelerinin ne anlamı vardır? Çünkü sürekli bahsedilen 4C, 657 sayılı devlet memurları ile ilgili kanunun bir parçası.

Tekel işçilerinin 4C statüsüne itirazlarından biri “esnek çalışma” denen performansa dayalı ücret politikası. İşçiler performanslarına bakılmaksızın kendilerine eşit ücret ödenmesini istiyorlar. Devletçiliğin en ahlâk dışı tarafını da bu kör nokta oluşturuyor zaten. Çünkü “eşit işe eşit ücret” diyerek saklanmaya çalışılan bedavacılık, devlet işletmelerinin verimsizliğinin en büyük sebebi.
Buna mukabil, işçiler “fazla mesai” ödentisi almaktan da vazgeçmiyor. Oysa “fazla mesai” ödentisi tam da performansa dayalı ödemelerdir. Ve fakat işçiler herhalde "fazla mesaiden", ürün arttırmayı değil, fazla zaman geçirmeyi anlamaktalar?

Mevcut devletçi ekonomide hiç kimse “eşit işin” ne anlama geldiğini ne izah edebiliyor ne de bunun nasıl ölçüleceğini bilebiliyor. “Performansa dayalı” ücretlendirmede emeğin yarattığı değerin ölçülmesi söz konusu ki emekten yana olanların, neden hiç ücreti hak etmek üzerinde durmadıkları bu noktada merak uyandırıyor. Eğer bir işçi, aynı mesai saatinde akranı bir başka işçi kadar ürün ortaya koyamıyorsa, geçirdiği vaktin maliyeti git gide büyüyen bir zarar çıpası olmayacak mıdır?

Devletçi ekonomilerin iflasını kaçınılmaz hale getiren şey tam da minimum çalışmayla geçirilen ve minimum ürünle bitirilen “boş zamanların” yarattığı kümülatif maliyettir.

Emeğinin ürününe göre değil de geçirdiği zamana göre ücret alan bir işçi için temel müşevvik mümkün olduğunca çalışmadan zaman geçirmektir.

Devletçi ekonomi, sonsuz bir “kaynak” gibi görünen vergi havuzunun, nasıl çalıştıkları asla ölçülemeyen ve sadece belli bir zamanı belli bir yerde geçirmekle mükellef insanlara akıtılması anlamına geliyor.

Tekel işçileri maalesef alışageldikleri hayat standardının kimlerin emeğiyle ve vergileriyle sağlandığını göz ardı etmekteler.

Onlar kaynağının ne olduğunu hiç bilmek istemedikleri bir iş ve maaş güvencesini bize hak olarak sunarlarken bu hakkın maliyetini kimlerin yüklendiğine hiç dikkat etmemekteler.

Her şeyden önce Tekel millî bir işletme ve sahibi de Türk Milleti ise Türk Milleti’nin bu işletmelerde çalışan verimsiz işçileri işten çıkarmaya hakkı var mıdır, yok mudur? Ücretlerini kendi vergilerinden karşıladığı işçilerin, iyi veya kötü çalışmalarına bakmaksızın onları sürekli beslemek Türk milletinin mahkûmiyeti midir?


Bu güne kadar Türk Milleti maaşlarını cebinden karşıladığı işçiler üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunabilmiş midir?


Öyleyse Tekel işletmelerinin millîliğinin ne anlamı vardır? Buradaki “ulusal” veya “millî “ değer olmak, “kolektif olmak” anlamına gelmektedir ki iktisadî açıdan kolektif mülkiyet açıkça anlamsızdır.

Kârından ve zararından sorumlu tutulacak kimsenin olmadığı, iflâs denetiminden vergi zorbalığıyla bağışık kılınmış devlet fabrikalarının, iktisadî anlamda birer “işletme” olmadıkları herhalde açıktır.


İşçiler kamu “işletmeleri” yoluyla işverenleri olan milleti kendilerine mecbur etmekte, onun söz hakkını yok saymaktadır.
Çünkü her ne kadar muhatap hükümet de olsa o fabrikaları işleten şey, milletin alın terinden kesilen vergilerdir.


Mevcut durumda sol devletçi ekonomiyle zaten amaçladığı “proleterya diktatörlüğünü” fiilen hayata geçirmektedir. Yani proleteryanın keyfî egemenliği ve kanun/hukuk üstü mevkisi bir “hak mücadelesi” maskesi altında rahatlıkla yürütülmektedir.
İşçinin işvereni milletin söz hakkı tanınmazken, işçinin piyasada değip değmeyeceği belirsiz bir emeğe her istediği fiyatı biçebilmesi keyfiliği herhalde ancak “diktatörlükle” tanımlanabilir.


İş güvencesi talebi de daha iyi ve kaliteli emeğin piyasaya girmesini, emeğin rekabetini ve özgürce değerlenmesini engellemeye yönelik bir taleptir.
Marksist kamp belli bir kaliteyi tutturan işçilerin kovularak yerine ucuz işçi alınması yoluyla işsizler ordusunun korunduğu saçmalığını iktisat zannederken yetişmiş işgücünün verimliliğinin öldürülmesinin yarattığı maliyetin, acemi iş gücüne verilen düşük ücretin çok üstünde olduğunu maalesef hesap edememektedir.

Çünkü onlar “her şey sabitken” yanılsamasıyla yetişmiş işgücünün eksilmesiyle aslında kalitenin değişmediğini, üretimin hiç düşmediğini sanmaktadırlar.
Devletçi ekonomi de bu tip hesaplamalara karşı kör olduğundan verimliliğinin ölçülmesi imkânsızdır ki bunu bir de vergi havuzunun sürekli devletçe hortumlanması destekler.

Konu Tekel işçilerinin hangi kanun maddesinden nasıl yararlanacakları değildir. Asıl konu devletin milletin vergileriyle canının istediği gibi iş vermeye devam edip etmeyeceğidir.
Özel sektörde kâr ve zarar kapitaliste aitken devlet “işletmelerinde” kâr işçilere zarar da millete aittir.


Eğer işçiler boşa zaman harcamalarına imkân veren ve bunu, milletin aleyhine daha kârlı kılan bir çalışma rejiminden vicdanen rahatsız olmuyorlarsa zaten konuşulacak bir şey yoktur. Ki devletçi ekonominin bundan başka bir şey üretmesi de mümkün değildir.