24 Kasım 2009 Salı

Kıbrıs Sorununda “Sorun” Biz miyiz?


Kıbrıs ile ilgili son dönemin yerleşik kanaati, Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci olduğu ve “çözümü” engellediği.

Bu kanaat artık Kıbrıs’ta da bilhassa gençler arasında dile getiriliyor.
Meselenin tarihçesine dalıp da ukalâlık etmeyeceğim ama…

Şunu sormadan edemeyeceğim: Türkiye’nin, üzerinde Türk’lerin yaşadığı memleketlerle ilgilenmesinin neresi yanlıştır?

Kendi soydaşlarıyla ilgili böyle bir ilgiyi göstermeyen dünya üzerinde herhangi bir millet var mıdır?

Şüphesiz ideali, dünyada ilişkilerin tam bir serbestliğe ve mübadeleye dayalı yürütülmesidir.
Maalesef gerek devlet kurumunun bozulmaya yakın tabiatı gerekse milletlerin birbirlerine karşı güvensizlikleri bu derece “açık” bir dünyalılaşmayı engellemektedir ve engelleyecektir de…
Konuyu dağıtmadan Kıbrıs’a dönersek…


Dolayısıyla dünyanın diğer milletleri kendi soydaşlarını her nerede olursa olsun nasıl kolluyor ise Türk Milleti de Kıbrıslı soydaşlarını daima kollayacaktır.
Beni asıl düşündüren iki nokta şunlardır:
Kıbrıs Türk’leri Türkiye ile ilişkileri koparttıklarında gerçekten hür ve müreffeh olacaklar mıdır?

İkincisi Yunanistan Kıbrıs’ı bir Yunan adası haline getirmekten vazgeçecek midir?
Birinci soruya cevap verebilmem zor ama ikincisinin cevabını biliyorum: Hayır!
Yunanistan sun’i bir kıta sahanlığı iddiasıyla zaten Türkiye’yi Akdeniz’de hapsetmek istemektedir ve bunu da asla inkâr etmemektedir.

Yunan sahil güvenlik botları balıkçı teknelerimizi sürekli taciz etmektedir. Bize Doğu Akdeniz’de balık avlamayı dahi çok gören can ciğer kuzu sarmamız, çok sevgili “komşumuz” yıllardır Rum kesimini silâhlandırmakta ama nedense anavatana söven çok yurtsever Kıbrıslı bazı kardeşlerimiz ve Türkiyeli sağcı solcu enternasyonalistlerimiz buna gıklarını bile çıkarmamaktadırlar.
Rum kesimi o silâhları nasıl ve niçin temin etmektedir?

Kaldı ki Kıbrıs’ın taksim edilmesi kanaati Rum kesimindeki gençler arasında yayılmakta. Türk adıyla aynı çatı altında yaşamak istemeyen akıllara seza Annan Planı’nı bile kahir ekseriyetle reddeden bir EOKA bakiyesiyle Kıbrıs Türk’ünü adada savunmasız karşı karşıya bırakmak, kardeşliğe sığar mı?

Bunu bir yana bıraksak dahi.. Kıbrıslı kardeşlerimiz kusura bakmasınlar ama Türkiye’nin Akdeniz’deki emniyeti açısından Kıbrıs son müdafaa hattıdır. Ve hiçbir millet kendi varlığına yönelik tehditleri “hümanizm” gerekçesiyle görmezden gelemez.
Dolayısıyla Rum kesiminin silâhlanmasına, Yunanistan’ın hiç yalanlamadığı ve vaz da geçmediği “Megalo idea”nın kabak gibi ortada durmasına itiraz etmeyip de sorun sanki Türk varlığından kaynaklanıyormuş, sorunu çözmek de bizim mesuliyetimizmiş gibi davranmak kimse kusura bakmasın ama aptallık değilse ikiyüzlülüktür.

Uluslararası ilişkiler maalesef âdil davranış normlarına göre şekillenmemektedir. Bu durumda kendi kaderimizi, hayalî bir adalet makamına bırakır gibi öbür milletlerin keyfî tutumlarına emanet edemeyiz. Kıbrıs’ta çözüm dendiğinde içinde Türk adının geçmediği ve Türk’ün kesin ve mutlak şekilde belirleyici olmadığı hiçbir sonuç geçerli sayılamaz.




Türk Resminde Egemen Anlayış Ve Menfii Etkisi

Öncelikle şunu düşünüyorum: Sanatta “egemen” anlayış, moda anlayış anlamına mı gelir?
Meselâ Hikmet Onat, Namık İsmail vd artık bir daha dönmemek üzere tarihin kuyusuna yuvarlanmış arkaik sanatçılar mıdır?

Bu sanatçılar artık Türk toplumuna hitap etmemekte, dilsiz mi kalmaktadırlar?
Sanırım bu sorun, “Türk modernleşmesi” büyük sorununun bir kısmını teşkil ediyor.
Modernizm veya çağdaşlık bizde, içinde yaşanan çağda geçerli olanı sorgusuz sualsiz kabul etmek şeklinde kabul edildiğinden olsa gerek kalıcı hiçbir okul üretemiyoruz.

Türk sanatı kendi kimliğini oluşturmaktan korkan, gelenekten kopmayı çağdaşlık sanan bir köksüzler zümresi gibi hareket ediyor. Ve her daim belirsiz bir “ileriye” doğru gözleri kapalı dört nala koşan bir ata benziyor.
Sanatçıya misyon biçmek gibi ideolojik ekabirliklere girmemek gerekiyor belki de amma…

Sanatçının artık kendi yeteneğine ve eğilimlerine göre özgüre ekolünü benimseyebileceği bir çeşitlilik ortamının sağlanması gerekiyor.
Bu ne derece mümkün? Çok zor. Çünkü kim ne derse desin Türkiye’de sanat İstanbul dışında yok gibi bir şey…

Dolayısıyla resim sanatının egemen elitinin benimsemediği ve hatta biraz da irice bir iddiada bulunursak “anlamadığı” hiçbir şeyin Türk sanatında yer alması mümkün değil. Ne yazık ki piyasayı belirleyen bu elitin anlayışı da otuz yıl geriden takip edilen kıta Avrupası sanat anlayışıdır.

Bu anlayış figürü küçümsemekte, resim sanatında ifade imkânlarını kısırlaştırmaktadır. Elbette bu bir yargıdır ve tartışılmalıdır. Ve fakat adına her ne kadar “soyut” dense de bu batılı anlayış, doğunun sanatının cevaplama imkânlarından fersah fersah uzaktadır.

Çünkü batılı anlamda soyutlukla doğunun maneviyat iklimi bambaşka şeylerdir.
Doğu, hakikati doğrudan bilmeye dönük ve onu kutsala duyulan saygıyla yeniden yorumlayan bir anlayışa sahipken batıda “soyut” kelime yitiminin, ifadesizliğin ve belki de yeteneksizliğin ardına sığındığı devasa bir kalkan gibi durmaktadır.
Kendi yerini bir türlü belirleyememiş çağdaş Türk resim sanatında da görünen o ki piyasaya egemen üretimlerin çoğu bu belirsizliği istismar etmekten başka hiçbir şey yapmamaktadır.

Egemen sanat anlayışımızda eskinin ve yerleşiğin mutlak kötülüğü ve fakat meçhul bir geleceğin ve “ilerinin” kesin iyiliği olarak özetleyebileceğimiz tuhaf bir materyalist mistisizm sanatçıyı belli ideolojik kanallara itmekte ve yetenekleri bilinçli şekilde dışlamaktadır.
Türk resim sanatındaki kısırlığı aşmanın tek yolu, İstanbul dışındaki illerde de çeşitli ekollere mensup sanatçıların çalışabildiği ortamları yaratmaktır.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Dersim’de Mehmetçik Olmak


Dersim konusu aklın ve vicdanın terazisinden uzaklaştırılıp Türk düşmanlığının bir gerekçesi haline getirildi gibime geliyor.

Kurulu devlet nizamından hoşlanmadıkları için askerlerimizi öldüren ve bu isyana kadınlarını da dahil edip ellerine tutuşturdukları silâhlarla askerlerimize ateş ettirmiş bir topluluk var ortada.
Kanlı bir operasyon yapılmış, had aşılmış olabilir ki bunu tasdik etmek zaten mümkün değildir.
İşin kötü yanı şu ki kadınlarının ellerine silâh vererek onları öne süren adamların, daha ortada hiçbir şey yokken karakollarımızı basıp tek biri sağ kalmayana kadar hem de defalarca askerlerimizi şehit etmelerinin vebalini kim üstlenecektir, bunu cevabını kimse vermeye yanaşmıyor.

Türk Ordusu’nun askeri olmaktan başka hiçbir suçu olmayan Mehmetçik’i kalleşçe şehit edenlerin şeref yoksunluklarının bedelini kim ödeyecektir? O karakollardaki Mehmetçikleri şehit edenlerin kaç tanesi, o Mehmetçik’lerin analarının bir gözyaşına değerdi, önce bunun hesabı verilmeli! Kendilerine defalarca kurulu meşru devlet nizamına isyan etmemeleri için nasihatler yollanan bir topluluğun bunlar hiç olmamış gibi Türk millî hâkimiyetine tecavüz etmeye kalkmasına nasıl bir cevap verilmeli idi?

Bu gün de aynı kanlı ve insanlık dışı isyanı sahiplenenler, evlerinde öküzleri kadar değer vermedikleri kadınlarını, birer yevmiye kapısı haline getirip üzerlerinden devleti soyduktan sonra, kış gününde sokaklarda çırılçıplak peçete sattırdıkları çocuklarını, çatışmalarda öne sürmekten çekinmiyorlar.

Dersim bir Alevîlik çatışması değildir.
Dersim, bu topraklardaki Türk hâkimiyetine karşı alenî bir ayaklanmadır ve bugünkü anakronik hümanist terminolojiye göre de açıkça ırkçı bir başkaldırıdır.
Bu isyanın kendisi bizatihi gayrı meşrudur, alçakçadır.
Sonrasında meydana gelen aşırılıklar dahi, bu “ırkçı” ve feodal isyanın gayrı meşruluğunu değiştiremez.

Hiçbir devlet kendisine karşı böyle bir ayaklanmayı hoş göremez.
Devlet gücünün haddi aşan şekilde kullanılması, daima denetlenmeli ve kısıtlanmalıdır. Bu, gücü yetenin devlete karşı ayaklanmasının bir kahramanlık destanı gibi savunulmasına izin verilebileceği anlamına gelmez.

Dersim isyanına bir tür kurtuluş savaşı anlamı vermeye kalkarak hümanizm taslayanların, isyanın başlangıcında, her şeyden habersizken karakolunda şehit edilen Mehmetçik’lerin bu vatana ve milletlerine verdikleri anlamı göz ardı edivermeleri çok düşündürücüdür. Aynı zevat zaten bu gün de Mehmetçik’i ve onun ailesini ölümle korkutarak millî hâkimiyetimizi bölebileceğini sanmaktadır.

Çünkü herkesin anlam dağarcığını, kendi aşireti dışındakileri düşman sayan ilkelliğin dağarcığı kadar kısır sanmaktadır.

Kimse kusura bakmamalıdır ki bu ülke bizimdir ve adını koyan Türk Milleti için orası da Tunceli’dir!


16 Kasım 2009 Pazartesi

Etnik Irkçılığın ve Nevzuhur Liberallerin Ortak Kullanım Aracı: Semantik Çarpıtma

Etnik ırkçılığın ideolojik temeli olan Marksizme bağlı filozoflar, dili, egemen sınıfım mantık oluşturma aracı olarak görüp dilin mantığının değiştirilmesi ve kelimelere “sınıfın” çıkarlarına uygun manalar yükleyerek burjuva kurumlarının yıkılabileceğini düşünmüşlerdi.

Orwell “1984’te” Ing-Soc ilkelerini yazarken dilin bu mantık kurucu özelliğine vurgu yapıyordu.

“Dili” değiştirdiğimiz takdirde bütün anlam dağarcığını, kavramsal ilgileri ve buna dayalı “değerlemeleri” de değiştirecektik.Meselâ AB ilerleme raporlarında “şehit”,”gazi”,”cihat” gibi kelimelerin toplumsal hayatta sıkça kullanılmasından rahatsızlık duyulduğu bu kelimelerin terörü çağrıştırdığı ve çatışmayı ateşlediği görüşüne boşuna yer verilmemiştir.

İş bu kadar basit değildir.

Ülkemizde yirmibeş yıldır etnik teröre karşı yürütülen mücadele de boşuna kelimeler üzerinden yıpratılmaya çalışılmamaktadır.


“Artık barışın dilini konuşalım!” derken etnik ırkçılar, “barış” kelimesinin adalet, hukuk, hürriyet, egemenlik, bağımsızlık gibi başka kelimelerle ilgisini görmezden gelerek, bu kelimeyi salt çatışmasızlık olarak tekrarlamaktadırlar. Oysa sırtlarını dayadıkları etnik terör örgütünün silahını bırakması gerekliliğini kesinlikle reddetmektedirler.


Bu durumda, onların kullandığı “barış “ile bizim barış anlayışımız arasındaki farkı silikleştirmeye ve böylece kendi muhaliflerini savaş taraftarı gibi göstermeye çalışmaktadırlar. İşin kötüsü bu çarpıtmaya, bu karartmaya liberallerimiz de büyük ölçüde alet olmaktadır.


Veya “şehit” kelimesini kendi leşleri için de kullanarak bu terimi sahiplenmeye çalışmakta ve kısa yoldan bu kelimenin göndermede bulunduğu değerler yoluyla meşrulaşmaya çalışmaktadırlar.


Etnik terör meşru bir amaca hizmet etmediği gibi meşru bir araç da değildir. Dahası toplumda nefret yarattığı için de bilhassa ahlâksızlıktır. Amacına ulaşmak için uyuşturucu kaçakçılığı dahil her işi yapabilen bir gayrı meşru örgütlenmenin mensuplarının leşleri, kendi toprakları üzerinde egemen, hakkın tesisi için uğraşan, tadil edilebilir bir meşru bir devlet kurmuş, Müslüman bir milletin kayıplarıyla aynı adı taşıyabilir mi?


Zaten bu yüzden “Barışın dilini konuşalım! Çatışma dili ile bir yere varılamadı!” derken de Türk milletinin, aslında hakkı olmayan bir savaşı yürüttüğü ve bu haksız savaştan vazgeçerek müzakere diline dönmesi gerektiği anlatılmak istenmektedir. “Bir yere varılmasından kasıt” etnik terörün maddeten yok edilememiş olmasıdır ki bu da örtülü bir tehdittir.


Bu sözlerin amacı, değerlerimizi yıpratmak, bizi “değerden nasipsiz” ve sadece yaşamak için yaşayan, nefes alabildiği takdirde her şarta boyun eğmeye hazır bir sürü haline getirmektir.


Bu ahlâksız çarpıtmanın unutturmaya çalıştığı şey şudur: Savaş yalnız müdafiler için meşrudur! Bir savaşta iki meşru taraf olamaz!
Keza “Analar ağlamasın!” diye dökülen timsah gözyaşlarının da anlamı budur.

Savaşın meşru tarafı olan Türk Milleti, haklı olduğunu bilerek, hakka hizmet ettiğini bilerek ve hakka hizmetin bedelinin gerekirse can vermek olduğunu bilerek bu savaşa girmektedir. Bundan dolayı şehit annelerinin gözyaşlarının durmasının tek şartı, uğruna mücadele edilen “hak”, “hürriyet”, “egemenlik” ve “bağımsızlık” gibi değerlerin korunabilmesi ve bunun için de terörün kökünün kazınmasıdır. Bunlar olmaksızın şehit annesinin gözyaşının dinmesinden bahsetmek, “Oğlunun öldürülmesini istemiyorsan, teslim ol!” ol demektir. Bu, şehit anasına onun oğlunun ölümünün bir değer taşımadığını söylemek demektir ki “Ölenlerin hepsi bizim evladımızdır!” ikiyüzlülüğü de aynı ahlâksızlığın bir ifadesidir. PKK leşleri bizim “evlâdımız” falan değildir. Türk vatandaşlarıyla soy bağlarının olması onların bizim evlâdımız sayılmalarına yetmez!


Çünkü insanlar arası ilişkiler sadece kan bağıyla kurulmaz. Bu ilişkileri daha önemli kılan, ilişkilerin üzerinde temellendiği ortak değerlerdir ki zaten etnik ırkçıların ve nevzuhur liberallerin durmadan, dili istismar ederek saldırdıkları şeyler, bu değerlerdir. Etnik terör örgütü her vasıtayla değerlerimize saldırmakta, onarlı yıpratmaya, içlerini boşaltmaya çalışmakta ve daha sonra o değerlerin içini kendi bildiğince doldurmaya çalışmaktadır. Bu açıkça ahlâksız çarpıtmaya maalesef, liberaller de kelimelerin salt sözlük manalarına dayanarak, yabancılaştıkları toplumun değerlerini savunmayı faşizm ve ırkçılık diye sürekli yutturmaya çalışarak katılmaktadırlar.


Bu dil savaşı, meşruiyet ölçümüzü zayıflatmaya, muhakememizi yok etmeye yöneliktir. Bu oyuna gelmeden, neyi niçin yaptığımızı mütemadiyen hatırlamak en başta gelen ihtiyacımızdır.

15 Kasım 2009 Pazar

Etnik ırkçılığın Türk Liberalleriyle Bir Başka Buluşma Noktası:

Eşitlikten murat nedir?

Bir memlekette vatandaşların eşitliğinden bahsedildiğinde genellikle birbirinden farklı iki eşitlik türü anlaşılır.

Bunların birincisi hepimizin gayet yanlış şekilde taraftar olmak eğilimine girdiğimiz “gelir dağılımında eşitlik” hurafesidir.

Zaten müdahaleci devlet arzusunun temelinde de bu yatar.

Eşitliğin ikinci ve ideal anlamı ise hukuk önünde eşitliktir. Bu anlayışa göre fertlerin doğal farklılıkları, yetenekleri vs onların aynı kurallara uymak mecburiyetini değiştiremez, ortadan kaldıramaz. Eşitliğin bu gerçek anlamı ise daha soyut olması , devletin müdahaleci yanıyla çelişmesi ve böylece devlet mensuplarının da imtiyazsızlığını gerektirdiği için genellikle devletçi rejimlerde göz ardı edilir.


Hukuk önünde eşitliğin olup olmadığının anlaşılması için herhangi iki vatandaş arasında, herhangi bir sebepten kaynaklanan yargılanma usulü farkının olup olmadığına, vatandaşların yasama yürütme yargıya müracaat ve katılımlarında fark gözetilip gözetilmediğine bakılmalıdır. Zira hukuk önünde eşitlikte belirleyici olan, tek ve meşru güç kullanıcı olması gereken devletin, vatandaşlarına aynı mesafede durup durmamasıdır. Eşitlik ilkesi sivil hayat için uygulanamaz.
İşletmesine ancak kendi uygun gördüğü kişileri almakta herkes özgürdür. Veya herhangi bir sebebe dayanarak herhangi bir işletmeyle alış veriş etmemek gene herkesin hakkıdır.


Bu şartlar altında mevcut duruma bakarsak, etnik ırkçıların sıkça istismar ettikleri ve aslında Marksist demokrasi anlayışına dayanan kolektivist eşitlik anlayışıyla liberalizmin savunduğu hukuk önünd eşitliğin örtüşüp örtüşmediğimi gözden geçirmemiz gerekmektedir.


Türkiye’de kâmil bir hukuk devletinin varlığından söz etmek şimdilik mümkün değildir. Zira bir kısım vatandaşları diğerlerinden farklı usullerle yargılanabildiği bir memlekette liberal anlamda bir eşitlik henüz tesis edilememiş demektir. Bunun en göze batan örneği “Memurin Muhakemat Kanun”udur.
Marksist okumuşlara göreyse devletin görevi mülkiyeti gasp etmek pahasına insanları eşit refaha ve hatta gelire getirmektir.
Mevcut durumun noksanlığını dile getirdikten sonra bu eksiklik içinde dahi nelerin yaşandığına bakmalıyız.


Ülkemizde yasama, yürütme ve yargının içinde görev almak, hakkını bu organlarda aramak konularında hiç kimseye etnik ırkçıların sürekli söylediği yalanın aksine hiç kimseye “ırkî” kökenine, anadiline vs göre muamele edilmemektedir. Hiç kimseye herhangi bir işlemden önce etnik kimliği sorulmamaktadır.


Devlet kurumlarında işe girişlerde veya görevlendirmelerde etnik ırkçıların iddialarının aksine, doğu ve güneydoğu illerinde hemşehricilik, kan bağı gibi ölçüler çok daha fazla gözetilmektedir. Hatta bu hemşehricilik meslek örgütlerinin, “dışarıdan” gelen meslektaşlarının faaliyetlerini mümkün mertebe kısıtlamasında ciddi şekilde tesirli olmaktadır.


Tadil edilebilir bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyet’inde devletin muamelelerinde kesinlikle ırkçı bir tavır göstermediği rahatlıkla söylenebilir.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin belirleyici kimliği olan Türk, ırkî/ kan bağlılıklarını aşmış bir soyut bağdır. Ve bu bağ, resmî işlemlerde mensuplarına herhangi bir imtiyaz kandırmamaktadır.


Etnik ırkçılığın insaf ölçülerini çok aşan ithamları eğer gerçek olsaydı, “Türk” olanların her türlü işlemde öncelik görmesi, işe girişlerde daha şanslı olmaları, mahkemelerde açıkça kayırılmaları, belki oy vermede imtiyazlı olmaları veya yasama organına seçilmekte herhangi bir şekilde avantajlı olarak yarışa başlamaları gerekirdi.


Henüz kâmil bir hukuk devleti olmamasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti bu konularda son derece başarılıdır ve yetkindir.
Öyleyse kendi ideolojilerine aykırı şekilde Marksist faydacılıkla lekeli etnik eşitlikçiliğin peşi sıra gitmekle liberaller ne kazanmayı beklemektedir?
Herkesin aynı şekilde seçip seçilebildiği, okuyabildiği, çalışabildiği, yerleşebildiği bir memlekette eşitsizlikten bahsetmek ancak çiğ bir imtiyaz talebidir.


Şunu hemen belirtmeliyiz ki bir yanlışın herkese uygulanması onu adalet haline getirmez. Şüphesiz ülkemizde farklı görüşlerin dile getirilmesi her zaman belli ölçülerde problemli olmuştur.


Bu açıdan etnik kimliklerin kendilerini dile getirebilmeleri ifade hürriyeti hakkının gereğidir.


Peki bu “hak” nereye kadar meşruiyetini muhafaza edebilir? Bir hakkın sınırsızlığından veya kayıtsız şartsızlığından bahsedilebilir mi? Herkesin üzerinde mutabık kaldığı gibi belli sınırlara uyulmaksızın kullanılan haklar, kullanıcılarının o haklardan veya daha başka haklardan men’ini gerektirir.
Mesela hem devlete ve bir millî kimliğe karşı şiddeti övüp hem de “haktan” bahsetmek bir çelişkidir. Bunu yapanlar ifade hürriyetini suiistimal etmektedirler ve bu haktan men edilmeleri başkalarının haklarının teminatı için elzemdir.
Peki meselâ ülkemizdeki liberaller, liberalizmin bu derin hassasiyetini gözetmekte midirler? Maalesef burada iyi bir sınav verdikleri söylenemez.


Mesela “ terör örgütü üyesi olmak” diye bilinen açık bir suçu itiraf ettikleri halde tutuklanmaksızın serbest bırakılan etnik teröristler için maalesef hiçbir liberalin hukuk duyarlılığının ibresi azıcık bile kımıldamamıştır. Terör üyesi olmakla itham edilen “sanıkların” aylardır tutuklu bulunması buna mukabil, suçu alenen itiraf edenlerin salıverilmesi gibi bir garabeti kendi hukuk önünde eşitlik anlayışlarının terazisine vurmayan liberallerimiz maalesef çok ağır bir vebalin altına girmişlerdir. Ülkemizin sözde liberalleri, ir kısım sanığa masumiyet karinesinin uygulanmasını eleştirmedikleri anda hukuk önünde eşitliği ancak etnik şiddetten nemalanalar için istedikleri izlenimi vermişlerdir ve işin kötüsü hiç biri de böyle bir izlenimden rahatsız değildir.


Türklük gibi gayet nötr ve etkileşimsiz bir kimliğin yerine devlet eliyle başka bir kimlik ihdas etmek insanları bir kimliğe göre ayrımcılığa tabi tutmaktan başka bir şey olmayacaktır. Bu yüzden devlet eliyle ayrı bir millet yaratma teşebbüsü, sanıldığı gibi kamu vicdanında eşitlik yönünden bir tatmin yaratmayacak tam aksine, etnik kimliğin, devlet eliyle korunduğu, kollandığı, kayırıldığı intibaını uyandıracaktır ki zaten bu şimdilerde başlamış bir tedirginliktir.
İnsanların ellerine ırkî kökenlerini gösteren bir belgenin verilerek onları eşitlemeye çalışmak liberallerimize nasıl görünüyor bilmiyorum ama buradan faşizmin ta kendisi gibi görünüyor.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Tuhaf Bir Toplum Mühendisliği Projesi: Açılım


Ülkemiz liberallerinin, temel haklar kuramının istismarından başka bir şey olmayan etnik ırkçı siyasetin terör tehdidiyle milletimize dayattığı “yol haritasını” eleştirmemesi zaten tuhaftı ama öte yandan bunun gayet ham bir toplum mühendisliği projesi olduğunu görmemeleri de ibret verici…

Bunda en büyük etki sanırım komünist eskisi nevzuhur bir takım liberallerin bir muhafazakâr siyasetçiye eski ideolojilerinin sloganlarını, yeni ve orijinal fikirler gibi kabul ettirebilmiş olmaları.
Bir takım bürokratların aşırılıklarının temcit pilâvı gibi tekrarlanması ve bu hatalar üzerinde tazelenen kindarlıktan gayrı bir şey olmayan sığ etnik ırkçı siyasetin, zamanında ideolojik vasatını beslemiş bu eski solcuların şimdilerde, güya milletin muhafazakâr çoğunluğunun değerlerine yaslanmış bir başbakanı bu kadar etkileyebilmeleri gerçekten şaşırtıcı.

Başbakan, içinden çıktığı toplumu okumak yerine, toplumuna yabancılaşmış, toplumun millî hassasiyetlerini küçümseyen sosyalist eskisi sözde liberallerin etkisinde kaldıktan sonra hükümete yönelen öfkeye şaşmamalı…

Bu açılım savunucuları, sanki birbiriyle uzlaşmaz değerlere sahip iki toplumu barıştırmak gibi saçma sapan bir işe soyunmuştur.

Temel hakları dillerine pelesenk edenler, toplumu devlet eliyle birbirine yabancılaştırmak üzere olduklarını maalesef fark edemiyorlar. Birbirlerine el gözüyle bakmayan bir toplumun ayrılmaz parçalarını, resmi olarak etnik kökende ayrıştırmak, bir takım insanların kimliğine resmen ırk belirten ifadeler yazmak sonra da bunun ayrımcılığa yol açmaması için ayrımcılığı yasaklayan kanun çıkarmaya kalkmak, etnik ırkçılığın aklına uyarak toplumu bölmekten başka bir şey değildir.

Bu, etnik ırkçılığın, basiretsiz bazı bürokratlara duydukları ölmez nefretin üzerinden kendi kompleksine dayanan sığ bir toplum mühendisliği tasavvurunu hayata geçirmek gayretidir.
Etnik ırkçı siyaset, “milletleşme” dinamiğini anlayamayan kabileci seçkinlerin yürüttüğü bir tür sınıf savaşıdır.
Bu açılım, milletleşmenin getirdiği kültürel farklılıkların, belli bir merkezde benzeşme sürecini, kabileciliğin içe kapanmacı kompleksine feda etmektir, tersine çevirmektir.

Açılımda muhafazakâr bir hükûmet, kendini iktidara taşıyan toplumun şehitlik, vatan, bağımsızlık gibi değerlerinin anlamını , sosyalist eskisi okur yazarların ve bazı nevzuhur liberallerin nasihatleriyle harekete geçmiş ve milletinin tabiatını tersine çevirebileceğini sanmıştır.

Hükûmetin kadim ideolojik kökeni zaten millet realitesini inkâra dayanmakta ve bu şekilde de yabancılaşmış enternasyonalistlerle ve etnik ırkçılarla rahatlıkla dirsek teması kurabilmesini sağlamakta…

Toplumsal barış, kanun emriyle sağlanamaz. Kimlikler kanun emriyle oluşturulamayacağı gibi kanun emriyle de korunmaz. Açılım, terörle yıpratılmış ilişkilerin kanun emriyle düzeltileceği yanılgısıdır.

Kanunla kimlik yaratmak, milletleşme seviyesine gelememiş toplumsal yapılara siyasi bağımsızlık kazandırma projesinin bir aşamasıdır ve böyle bir proje liberalizmin müdahalesizlik ilkesine kökten aykırı faşizan teşebbüstür. Kanun yoluyla etnikliği resmileştirmek, önce insanlar arasına giderilemeyecek farklılıkların gerilimini sokmak, toplumu tedirgin etmek ve sonra insanlara birbirlerini sevmelerini emretmektir.

Etnik ırkçılığın faşizan karakterine teslim olarak farklılıklara göre hukuk kuramını esnetmek, azınlık diktası kurmak demektir.

Açılım projesi, doğal hukuka göre şekillenmiş demokratik bir millî egemenlik yerine, güç tehdidiyle değiştirilmiş yasama kararları sayesinde egemenliğin bölüştürülmesinin bir başka adıdır. Eğer millî egemenlik liberalizm açısından anlamsız bir kavram değilse, liberalizmin haklar düşüncesinin açık bir istismarı olan bu projeyle yapılmak istenenin vicdani eleştirisinin yapılması gerekir.

12 Kasım 2009 Perşembe

Analar Ağlamasın Diye Ne Yapılmalı?


Bu, son günlerin pek moda hümanizm cümlesi: “Analar ağlamasın!” Bu cümleyi sarf edince derhal bir dokunulmazlık, bir eleştirilmezlik zırhı elde ediyorsunuz ve muhaliflerinizin tamamını da gaddar, zalim sınıfına kendiliğinden sokuveriyorsunuz.
Ana objektif olarak kesinlikle insan varlığının temeli ve dokunulmazlığı tartışılmaz bir parçası. Meseleye bu açıdan baktığımızda herhangi bir ananın ağlamasına üzülmeyecek bir insan evlâdı düşünebilmek imkânsız.

Elbette meseleye bu açıdan bakalım. Peki bu açıdan bakınca “Silâhların susması” noktasında kimin haklı kimin haksız olduğunu, “analarımızı” kimin ağlattığını bulmak mecburiyetinde kalmayacak mıyız?

Çünkü en nihayetinde analarımızı üzmek gibi bir kabahatten biri sorumlu olmalıdır…
İşin şiddet yoluyla halli noktasına gelinmiş ise, bu tip bir sorgulamayı yapmamak veya göz ardı etmek en hafif tabirle vicdansızlıktır.

Burada kafaları karıştıran şey anaların ana olmaktan kaynaklanan dokunulmazlıkları ile yapılan işlerinin meşruiyet testinin yapılıp yapılamayacağı sorununun birbirine karıştırılması.

O halde şimdi bakalım: Bu toprakların meşru ve bağımsız bir egemen milleti var mıdır, yok mudur? İçinde azınlıkları, farklılıkları vs barındıran, hukuk devleti şartı dışında bir egemen Türk Milleti tartışmasız şekilde var mıdır, yok mudur? Bu durumda onun ordusu ve polisi bu toprakların varlığı ve dokunulmazlığı konusunda, adaletin temini ve sorunların şiddet ile halli konusunda biricik ve meşru kurumlar mıdır?

Eğer bu soruların hepsinin cevabı evet ise… Bu durumda bu cevapları tanımayan, bu cevaplara karşı silâhla karşı koyan herkese karşı Türk milletinin silâhla mukabele etme hakkı ve yetkisi baki midir, değil midir?
Eminim, Çanakkale’de, İstiklâl Harbi’nde dedelerimiz, vurdukları düşman askerlerinin de kendileri gibi ana baba kuzusu olduklarını biliyorlardı.. Ama bildikleri bir şey daha vardı ki o da eğer herkes kendi evinde emniyet içinde yaşayamazsa daha pek çok ana baba kuzusu zulmün ökçesi altında ezilecektir! Bu yüzden kendi evlerinin emniyeti ve huzuru için mütecavizlerin analarının üzülmesini göz ardı ettiler.

Bu durumda gene bir bakmak lâzım: Ülkemizi tehdit eden, ister bölünme yanlısı olsun ister olmasın, ülkemizin meşru savunma güçlerini tanımayan bir etnik terör örgütü var mı yok mu? Elbette var! Zaten “Bombalar savaşın bir parçası!” diyerek sivillerin de katlini kendince haklılaştırmaya kalkan sözde siyasetçiler bunu itiraf ediyor… Peki bu durumda bu toprakların meşru egemeni Türk Milleti’nin egemenlik hakkına tecavüz eden bir örgütün mensuplarının, herhangi bir müstevliden, bir farkı kalır mı?

Hal böyle olunca anaların dokunulmazlığı, yavruların eylemlerinin meşruiyet testini engelleyemez. Burada birinin anasını Mehmetçik anası diğerininkini terörist anası haline getiren şey analığı sınıflandırmak değildir. Bu sınıflamayı kendiliğinden meydana getiren teröristin veya Mehmetçik’in tercihidir.

Bu durumda şunu düşünmemiz gerekir: Bu ülkede elinde silâh bulundurması meşru olan koruma gücü kimdir? Bunun tartışmasız tek cevabı vardır: Türk ordusu ve Türk Polisi! Peki Türk Ordusu’na , polisine, siviline silâh çeken bir örgüt bu durumda hangi kategoriye girer? Elbette düşman kategorisine. Peki ülkemizin düşmanını , onun anası ağlamasın diye affetmemiz mümkün müdür? Peki ülkemizi korurken şehit düşenlerin analarının acılarını bu durumda düşmanın anasıyla bir tutmamız acaba şehit anasına haksızlık etmek midir değil midir? Eğer iki acıyı bir tutuyorsak bu durumda iki tarafın da meşru düşmanlar olduğunu söylüyoruz demektir. Bu durumda etnik terörü meşrulaştırıyoruz demektir. O zaman neden ölümünden dolayı anası ağlayacak teröriste “Bu işin sorumlusu yalnızca sensin!” diyecek cesaretimiz ve vicdanımız yoktur?

Zira bu ülkeyi tehdit eden bir örgüt var oldukça güvenlik güçlerinin silâhlarını susturmayacakları, susturmamaları gerektiği konusunda herhangi bir tartışma olabilir mi? Bu durumda bir “silâh bırakmadan” bahsedilecekse, anaların yüzünün bu şekilde güleceği düşünülüyorsa bunun tek sorumlusu terörist örgüttür. Mehmetçik, ne anası ağlamasın diye silahını bırakır, ne de teröristin anasının üzüntüsünün sorumluluğunu üstüne alır.


Burada bütün vebal, kendi analarının üzülüp üzülmeyeceğine de aldırmadan eline silâh alıp Türk Milleti’ne kafa tutmaya kalkan teröristlerdedir. Bu üzüntüler iki türlü ortadan kaldırılabilir. Ya analarının ekmek yediği ülkeye ihanet etmekten vazgeçerek dağdan iner ve nedamet getirirler ve böylece herkesin yüzü güler veyahut da fiziken ortadan kaldırılırlar ve böylece en azından Mehmetçik analarının ağlaması durdurulur.

Başka bir “çözüm” isteyen varsa , çözüm diye sunduğu şeyin meşruiyet testini de ortaya koymalıdır.

11 Kasım 2009 Çarşamba

Etnik Şiddetle Türk Liberallerinin Buluşma Noktası: Anlam Düşmanlığı

Yeni Marksistlerin pek meraklı oldukları mantık düşmanlığı görünen o ki kendine hiç beklenmedik taraftarlar buluyor.

Alışageldiğimiz analitik mantığı bir burjuva üst yapı kurumu olarak küçümseyip, bu mantığın dayandığı anlam dağarcığını, kapitalizmin egemenlik avadanlığı olarak gören Marksistlerin niyetleri zaten belli idi… Onlar proleter sınıf dışındaki sınıfların hepsini bütün kavram ve anlam dağarcıklarıyla yok ederek yeryüzü cennetini gerçekleştirmek istiyorlardı.

Oysa liberaller için hayat birbirinden ayrılamayan parçalardan oluşuyordu. Bu yüzden meselâ ahlâktan ayrılmış bir fayda fikrine sıcak bakmıyorlardı. Veya temel hakları gözetmeyen refah devleti gibi hayallere net bir şekilde karşı dururlardı.
Peki ama bu net ayrılışın temelinde esas ne yatıyordu?

Bu ayrılışın temelinde liberallerin, “dile” doğrudan doğruya “varoluşsal” bir önem atfetmeleri yatıyordu. İnsanı insan yapan ve insan olarak kalmasını sağlayacak en temel değer dildi. İnsan kelimelerle ifade edemediği şeyleri var edemiyordu. Tasavvurları ancak dil ile “anlam” seviyesine ulaşıyordu. İnsan, hayatın “anlamı” üzerine düşünebilen yani hayatı dilsel bir bağlamda yeniden ele alabilen yegâne canlıydı.

Anlam yalnızca insanın algılarının isimlendirilmesi demek değildi, bu aynı zamanda düşünce dediğimiz inşayı meydana getiren kavramsal hacimleştirmeyi, biçimlendirmeyi ve sınırlandırmayı gösteriyordu.

Bu nokta çok önemliydi. Çünkü anlamlandırma süreci bize aklımızın sınırlılığını gösteriyordu aynı zamanda…

Dünyayı bir bütün olarak ve aynı anda kavramak bizim için imkânsızdı. O halde Marx’ın iddia ettiği gibi hele onu topyekûn değiştirebilecek ne aklımız ne de fizikî imkânımız vardı.

İşte tam bu sebepten ancak henüz “dile getirilmemiş” kuralların keşfedilmesi ve söze dökülmesi yoluyla meydana getirdiğimiz bir yasama faaliyetinden bahsediyordu Hayek.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken nokta şuydu ki insana dair hiçbir şey sökülüp yeniden takılmıyordu. Belki bağlantıların yeri değişiyordu ama tamamı keşfedilmemiş bir bütüne yönelik tahminler üzerinden parçalar yerlerine koyuluyordu.

Bu da fikrî parçaların birbirleriyle ilişkisi göz önüne alınarak yapılıyordu. Bu açıdan “fikir” kendisine işimiz düştüğünde müracaat edilecek ve canımız istediğinde istediğimiz gibi değiştirebileceğimiz bir şey olmaktan çıkıyordu. Çünkü her bir fikri parça ancak temel anlamın diğerleri ile tutarlılığı sayesinde davranışlarımıza yön verebiliyordu. Bu yüzden şartlar değişse bile uyduğumuz kurallarımız vardı.
Burada karşımıza şu çıkıyordu ki: Marksizmin bir metot ve esas olarak benimsediği görecelik ve konformizm, varoluşumuza aykırıydı.

Ahlâksız faydacılık ve ahlâksız gerçekçilik (uyarcılık) olarak tanımlayabileceğimiz konformizm, “duruma” göre hareket etmekten bahsediyor ve burada da mesnedini, tanımların yapılamayacağı uyanıklığı ile ahlâktan kurtulmak isteyenlerin hemen benimsedikleri ahlâkî görecelikten temin ediyordu.

Bilim de araçların durumundan başka bir şeyi etkilemeyen ve bakış açımı hakkında biri düşünmeye iten görecelik davranışlara uyarlandığında, bilim sahasında kaldığı gibi nötr kalamıyor ve ciddi toplumsal gerilimlere sebep oluyordu.
Çünkü davranışlar/eylemler sahasında görecelik çok önemli bir engeli inkâr ediyordu: Ahlâkı!..

Çünkü bir davranışa ne kadar farklı gözle bakarsanız bakın sonuçta onu, keşfedilmiş veya keşfedilmemiş bazı “âdil” davranış kurallarıyla sınamak mecburiyetimiz vardı. Ve göreceliğin beton duvarı şu idi ki bir davranışa farklı açılardan bakmak farklı meşruiyet ölçüleri ihdas ediyor gibi görünse de bu bakış açılarının hepsinin “geçerli” olması mümkün değildi.

Para çalan bir yankesicinin, toplumun kendisini fakirliğe itmesinden dolayı bunu yaptığını söylemek, yapılan işin “hırsızlık” olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Çünkü anlam dağarcığımızda cebimizde duran, meşru olarak elde edilmiş bir malın bizimle ilişkisini, bağını belli eden bir kelime vardı ve bu kelimenin anlamı o anlamın aynı zamanda günlük hayattaki sınırlayıcı bağlayıcılığı ile de karşımıza çıkıyordu: Mülkiyet!

Dilin bu bağlayıcı özelliği en keskin şekilde kendisini “kanunlarda” gösteriyordu. Kanunla kendilerine uyulması, devlet tarafından denetlenen cümlelerdi. Bunlar en nihayetinde cümlelerdi ama herkes için anlamlı ve sınırlayıcı olan, davranış yönlendirici olarak kabul edilen kavramların yazılı hale getirilmesiydiler.
Kanunlara Marksist bir bakış, bunların belli bir sınıfın diğerlerini ezmek için kullandığı anlamsız kelime öbekleri olduğu gibi bir yorumu getirebilirdi ama en nihayetinde “sınıf” diktatörlüğü dahi kendi kelime öbeklerini yaratmak mecburiyetindeydi. Yani kendi anlam dağarcığını oluşturmak mecburiyetinde kalacaktı. Bu durumda her bir kelimenin üzerinde mutabık kalınarak benimsenecek biricik bağlayıcı anlamı olmak zorundaydı ve bu da konformizmin ve göreceliğin iflâsı anlamına geliyordu.


O halde ülkemizin mevcut durumu ile bu bakış açısının ilgisine bir göz atmanın zamanı gelmiş demektir.

Ülkemizin etnik terör ve onun dayanağı etnik ırkçı siyaset ile ciddi bir çıkmaza sürüklendiği su götürmez bir gerçek.

Bu çıkmazın en tehlikeli yanı, tartışmaların yukarıda bahsettiğimiz Marksist felsefesizlikle ciddi şekilde bulandırılması…
Bu felsefesizlik kelimeleri kendine göre çarpıtıyor, onları bağlamlarından ayırıp anlamlarını hiçe dönüştürüyor.

Meselâ “barış” kelimesi, saf bir çatışmasızlık anlamında kullanılıyor. Oysa bu kelimenin saf sözlük anlamı bu olsa bile kelimeyi ilişkili olduğu diğer kelimelerden yani bağlamından uzak kullandığımızda bizi hiçbir yere götüremiyor, düşünce inşamıza hiç bir fayda vermiyor.

Barış saf bir çatışmasızlık hali değildir. Zira bir çatışmasızlık hali birkaç şekilde temin edilebilir. Mutlak gücü elinde bulunduran tartışmasız bir diktatör de ülkesindeki sükûneti ve itaati “barış” olarak adlandırabilir.

Veya ikinci Dünya Savaşı hiç yapılmaksızın Avrupa Hitler iktidarına boyun eğseydi tam bir çatışmasızlık hali oluşabilirdi. Peki insanları, “barışı” kaybetmek uğruna Hitler’e direnmeye iten neydi? Çünkü barış kelimesinin bağlamında “hukuk”, “adalet”, “hürriyet” gibi başka kelimeler de vardı ve Hitler iktidarı barış kelimesinin sözlük anlamına sığdırılamıyordu.
Peki ülkemizdeki mevcut etnik ırkçı siyasetin felsefî dayanakları meselâ “barış” kelimesine sığdırılabilir mi?

Etnik ırkçılık, ırk olarak kesin şekilde ayırt edilebilen bir toplumun, çoğunluktan ayrı bir irade erkine sahip olması siyasi amacını taşımaktadır. Bunu elde etmek için de silâh kullanmak dahil her türlü aracı meşru görmektedir.
Ülkemizdeki liberallerin yukarıdaki paragrafta itiraz etmeleri gereken unsurların hiçbirini tartışmaya bile açmamaları ve açanları da doğrudan “ırkçılıkla” suçlamaları ise akıllara seza apayrı bir ibret numunesidir.


Irk farklılığının bir hak menşei olarak kabul edilmesindeki anlam kayması veya anlam tahribi, bütünüyle hukuk anlayışımıza yönelik ciddi bir saldırıdır. Bu, bir memlekette ırkları aşan bir hukuk birliği fikrini reddetmektir ki buna en başta liberallerimizin itiraz etmesi gerekirken bu fikri bir de liberal hak kuramıyla desteklemeleri, bu kuramın istismar edilmesine suskun kalmaları her şeyden önce fikrî namusa açık bir ihanettir.

Etnik ırkçılığın şiddeti bir metot olarak benimsemesine ses çıkarılmaması, aynen, eylemleri “şartlara” göre değerlendiren göreceli sahte Marksist etiğin bakış açısına teslim olmaktır. Dolayısıyla meselâ “barış” kelimesini etnik ırkçıların kullandığı gibi kullanmak, onun içerdiği “hukuk”, “adalet”, “hürriyet” çağrışımlarını inkâr etmek, barışı salt “çatışmasızlığa” indirgeyerek onu bir tür fikrî maymuncuk olarak kullanmak demektir.

Bir ülkede barış, ancak tadil edilebilir bir hukuk sağlayıcının varlığı ile mümkündür. Bu da sorunların fertler veya grupların kendi aralarında çözmemesi, haklıyı haksızdan ayırmakta bir hukuk sağlayıcıya müracaat etmeleri anlamına gelir. Herkesin kendi hakkını ilân ettiği ve aradığı bir yerde böyle bir hukuk sağlayıcı yoktur!

Tadil edilebilir bir hukuk sağlayıcının, fertlere tam bir kayıtsızlıkla baktığı bir ülkede “haklar” bu kayıtsızlığın hem gereği hem şartıdır. Dolayısıyla hayat, mülkiyet ve ifade hürriyeti haklarının herkes için tartışmasız geçerli olduğu bir memlekette hiçbir farklılık için “özel” bir haktan bahsedilemez.
Peki ama meselâ ülkemizde “hak” kelimesi bu anlamıyla mı kullanılmaktadır? Yukarıdaki paragraftaki anlamıyla hak kavramını savunması gereken liberallerimiz maalesef, Marksist çarpıtmacılığın kolaycılığıyla “hak” kelimesinin, “ayrıcalık” anlamında kullanılmasına ses çıkarmamakta hatta, bizzat bu kavramın sulandırılmasını sağlamaktadırlar.

Belki ülkemizin şartlarının “barış” kelimesindeki devletle bağdaşmadığı bundan dolayı da bu kelimenin anlamını belirlemenin etnik ırkçıların işi olduğu iddia edilebilir ki zaten durum bu minvaldedir. Oysa unutulan şudur ki devletimiz bütün olumsuz örneklerine rağmen tadil edilebilir bir devlettir. Dolayısıyla “barışın” temin edicisi hâlâ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.

Ülkemizde Marksist kökenli etnik ırkçılığın görecelik ve konformizme dayalı sözde ahlâk felsefesine ve lisanî mantığına en başta karşı çıkması gereken liberallerin bu mantığı, enternasyonalist bir hümanizm ile savunmaları fevkalâde ürkütücü bir akıl tutulması ve ahlâkî zafiyettir. Elbette bu da ancak kelimelere vicdanlarında bir yer verebilen insanlar için anlamlıdır. Kelimeleri şarta uygun silâhlar olarak gören Marksist etnikçilerin bu tutumlarına sessiz kalan liberallerimiz, ahlâkın ve adaletin sukutunun en büyük sorumluları olarak tarihe geçeceklerdir.




10 Kasım 2009 Salı

Türk Demokrasisinde Etnik İki Yüzlülüğün Terörle dansı

Bir demokraside etnik terörün yeri olabilir mi?
Bu bizatihi örgütün kendisi için değil, onun taraftarları için de geçerli bir sorudur. Soruyu başka türlü sorarsak demokrasi ile terör bir arada bulunabilir mi?
Terör bir insanlık suçu ve gayrı meşru bir fiildir.

Amacı, tartışmasız kabul ve yöntemi şiddettir.
Bu iki yönüyle de demokrasiyle bağdaşamaz.
O halde tarihi veya gerekçesi ne olursa olsun terör ve onun taraftarlarının demokraside yeri olamaz.

Terörü açıkça reddetmeyen hiçbir siyasi hareketin de demokrasi açısından meşruiyetinden bahsedilemez ki böyle hareketlerin “siyasî” olmak özelliği de zaten batıldır.

Bu hareketleri “siyasî” olarak niteleyen, hareketlerin kökenindeki Marksist çataldilliktir. Hiçbir siyasî talep elde silâhla savunulamaz.
Bundan dolayı terörün her çeşidiyle mücadele ancak onun aracı olan şiddetin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.

Etnikçi siyasetin ahlâkî temelsizliği amacın her türlü aracı meşrulaştırdığı anlayışından gelmektedir. Etnik ırkçı siyasete göre bir halk ezildiğini hissettiğinde şiddet dahil her türlü araç ile hak talebinde bulunabilir.

Etnik ırkçı siyasetin bu yaklaşımı kayıt ve şartla sınırlandırılmış bir modern demokrasi için kabul edilemez bir anlayıştır. Bu, anlayış, fiilin meşruiyet sınırlarını tanımamakta ve açıkça hukuk devletini yok etmeye yönelmektedir. Bu durumda şiddeti açıkça reddetmeyen hiçbir sözde siyasî hareketin siyasî muhataplığından bahsedilemez. Böyle bir hareket, meşru seçim aracını istismar edebilmiş dahi olsa… Nitekim Nazi rejimi Alman demokrasisini istismar ederek başa gelmiş fevkalâde berbat bir örnektir.

Ülkemizde temel sorun, etnik ırkçılığın siyasette açtığı çatlaktan siyasî ayrılık yeşertme gayretinin demokrasinin ve hukukun normlarına göre eleştirilmemesidir. Bütün aksi ifadelerine rağmen etnik ırkçılığın, arkasına etnik terör tehdidini de alarak sunduğu taleplerin toplumu önce ilişkiler temelinde sonra da siyaseten bölünmeye götüreceği gün gibi aşikârdır.

Etnik ırkçılığın amacı, ülkenin egemen çoğunluğunun erişemediği siyasi egemenlik alanı elde etmektir ki bu “Her zaman ve herkes için geçerli” olan hukuk normlarının gözetilebileceği bir hukuk ve siyaset birliği idealiyle taban tabana zıttır. Etnik ırkçılığın kendine çoğunluktan ayrı bir haklar endeksi kabul etmesi hukuk önünde eşitlikle çelişmektedir.

Kaldı ki etnik ırkçılığın hak kabulünün, sadece ırki ve lisani farklılıktan kaynaklanması başta liberallerimiz olmak üzere hemen hiç kimsenin hukuk kaygılarını harekete geçirmemektedir.

Terörü meşru bir yöntem olarak kabul etmiş, vatandaşlarımızı öldüren bombalar için “Bombalar savaşın bir parçası!” diyerek temsil makamından maaş aldığı devleti ve o devleti besleyen vergi mükelleflerini açıkça düşman kabul eden insanların siyaset sahnesinde rol alabilmeleri, terörün geçerli ve uygun bir metot olduğuna dair etnik ırkçılara açıkça cesaret vermektedir. Bu durumda Türkiye’de sağlıklı bir demokrasinin oturması imkânsız görünmektedir.