31 Temmuz 2009 Cuma

Devlet Tanımları ve Millî Devletler: “Ulus Devlet” Terimi İle Yaratılan Bulanıklık Ve Azlık Haklarına Bakış

Sosyolojiyi ihmal edilebilir bir edebiyat olarak kabul eden siyaset bilimi anlayışıyla hareket eden bilhassa liberallerin öncülük ettiği bir “millî” değer karşıtı grup, bütün entelektüel tartışma ortamını bulandırıyor, sakatlıyor.

Yapılanın liberalizmin kendisiyle bir ilgisi olmadığını, geri bir ülkenin geriliğinin bir parçası olduğunu hatırlattıktan sonra “ulus devlet” denen ama millî devleti tam karşılamayan demagojik maymuncuk hakkında biraz kafa yorabiliriz.

Fransız İhtilali ile ortaya çıktığı iddia edilen millî devletin özelliğinin, etnik/ ırki bütünlüğe ve homojenliğe dayandığı, bilhassa liberal okumuşlarca sıkça belirtiliyor.
Hakikatte böyle midir?

Millet ırken homojen bir kitle midir?
Milletin ırken homojen bir kitle olduğu kabulü iki yanlış temel üzerine oturur:
Birincisi milletin “sabit” bir yığın gibi görülmesidir.

İkincisi sosyolojik gerçeklerin görmezden gelinmesiyle, aynı millete mensup kavimlerin varlığının inkârı

Millet sabit bir yığın değildir. Milletin oluşumunda, çeşitli sosyolojik grupların siyasî ve hukukî birlikler kurmak iradesi etkili olmuştur ve bu tür siyasi/ hukukî hareketlilik günümüzde de devam etmektedir. Yani milletleşme olmuş, bitmiş bir vakıa değildir.

Milletin ırkî bütünlük olarak görülmesine dayanan açıkça ırkçı bir anlayış ile toplumsal meselelerin nasıl halledilebileceği cidden muammadır. Mises’in Alman ırkçılarını eleştirmek için “İnsan Eylemi’nde” Alman milletinin pek çok kavimden oluştuğunu söylemesi dahi memleketimizde hümanizmin bayraktarlığını yaptığını iddia eden ve millî devlete karşı en büyük muhalefeti sergileyen liberal camia için mühim bir ders olmamıştır... Bu, adı Türk olan büyük bir milletin sosyolojisine sırt çevirenler için bir ibret vesikası olmalıdır. Çünkü adı Türk olan bu millet ırkî farklılıkları çoktan aşmış büyük bir toplumdur. Görüldüğü gibi millet, herhangi bir siyasî iradenin dipçik zoruyla icat ediverdiği bir yığın değildir. O, kökü tarihe dayanan, büyük kültürel ve ırki çeşitlilik barındıran, dinamik bir toplumsal yapıdır.

Buraya kadarki açıklamalar, öldüğü iddia edilen “ulus devletin” ulus kısmının gerçekte ölüp ölmediğini göstermek için yapılmıştır.

Zira ulus dinamik bir toplumsal yapı olarak asla ölmeyecek, farklı siyasî ve hukukî ilişkilerle sürekli gelişecektir.

Bu noktada siyaset bilimi-hukuk ve sosyoloji tanımlarının kastî olarak karıştırılması ile karşılaşıyoruz.

Zira “ulus devletin” ulusu ölmüyorsa ulus devlet nasıl ölebilir?

Tartışmaların çoğu örtülü şekilde aslında millî devletlerin ölmesi arzusu üzerinde dönüyor. Burada da “devleti” kuran, devleti kurmakla da kavmiyetlerin kapalılığından kurtulup büyük bir kültür havuzuna atlayan toplulukların iradesi, sosyolojisi inkâr ediliveriyor.

Kim ne derse desin, kavimlerin ayrı ayrı yaşaması yerine bir arada organize olması (devlet) onların hayatta kalma maliyetlerini düşürmüş ve gelişmelerini hızlandırmıştır. Millet, önce aile kuran, sonra akrabalık ilişkileriyle çevresini genişleten, uzak kan bağlarının ötesinde ortak maddî değerler etrafında birleşmiş grupların (kavimler) bütün bunların ötesinde daha soyut ilkeler etrafında birleşmesiyle oluşmuş büyük bir birliktir. Dolayısıyla varlığı herhangi bir iradenin kurucu aklıyla açıklanamayacak kadar karmaşık bir yapıdır. Aslında toplumsallaşmanın en akla yakın tarifini yapan Hayek milletin bu karmaşık yapısını anlamamız için bize eşsiz bir temel sağlamıştır ama maalesef millî her şeye amansızca düşman liberallerimiz bu gün onun gibi bir düşünürden bu şekilde yararlanmak yerine körce bir Türk devleti düşmanlığını benimsemişlerdir.

Milletin oluşumuna dikkat edildiğinde devletleşme ve milletleşme arasında karşılıklı bir etkileşim olduğu görülecektir. Devletin, ortak kurallara bağlılık ihtiyacından dolayı, kendiliğinden ve doğal şekilde meydana gelmesi, onu meydana getiren çeşitli grupların ( kavimlerin) bir araya gelerek kültürel olarak da benzeşmeleri ve ortak bir ad almaları küçümsenebilecek ve ihmal edilebilecek bir vakıa değildir.

Bu davranışları ile ortak bir adı taşıyan kavimler, bu adı taşıyan devletlerini meydana getirmişlerdir. Modernizm döneminde usluların kendi devletlerinin daha katı siyasi sınırlarla meydana getirmeleri bu açıdan tesadüf değildir. Her devlet bir millî beraberlik üzerine kurulur.
Dolayısıyla sosyolojik anlamda millî devlet bir tenakuz değildir. O, sosyolojik dinamiklerin doğal bir sonucudur. Güvenlik ihtiyacının en düşük maliyetle karşılanması ve kültürel alışverişin hızlanması için keşfedilmiş en ekonomik yoldur.

Bu durumda millî devlete niçin karşı çıkılmaktadır? Millî devletin, bir milletin belirleyiciliğine dayanmasından dolayı, barındırdığı etnik gruplara haksızlık ettiği söylemi, üzerinde fazla düşünülmeyen ama bir o kadar benimsenen bir düşünce…

Millî bir devletin azlık grupların temel haklarına doğası gereği saygısız olması fikri, kabul edilebilir mi?

Bu noktada devletin hukukî tanımındaki bulanıklık yolumuzu kesmektedir.
Devletin tabii şekilde bir millî beraberliğe dayanması ile hukuk devleti olmaması birbirinden ayrı şeylerdir.

Devleti oluşturan bir milletin var olması, onun kendiliğinden hukuk dışı olduğu anlamına gelmez.
Hukuk devleti, gökten zenbille inmiş, tamamen mütekâmil, kullanıma hazır bir araç değildir.
Hukuk devleti bir idealdir ve gerçek devletler de çeşitli tadilatlarla sürekli ona yaklaştırılır.
Bu açıdan bakıldığında acaba “millî devlet” hukuk devletinin karşıt mıdır?

Büyük bir heterojenitenin kurduğu devlet, doğası gereği, soyut kurallara dayanan ve bundan dolayı kendiliğinden hukuk devleti idealine zorlanan devlettir. Dikkat edilirse, azlık grupların hakları konusu, meselâ devleti millî bir nitelik taşıdığı için sürekli kınanan ülkemizde yapılmaktadır. Eğer millî devlet zannedildiği gibi, ırkî bütünlüğe dayanarak kurulmuş olsaydı, “farklılık” bilincinin yeşermesine bile imkân verilmez, bütün işler, çekirdek homojenitenin tartışılmaz iradesiyle. Tek parti döneminin Nazi özentisi işlerine rağmen milletin, devleti kendi gerçekliğine çekmesi bu açıdan çok önemli bir derstir.Bunu açıklamak için Kuzey Irak (devlet olmak iddiasından dolayı), Sırbistan,Ermenistan gibi “kavim devletlerine” bakmamız yeterli olacaktır.

Bu devletler, heterojenite barındırmayan, ırki saflığa göre kavmin, diğer kavimlerle karışmasını engelleyerek var olacağı inancı üzerine kurulmuş bürokratik otarşilerdir. Bu devletler içinde, azlık hakları tartışmaları yapılamamakta, bir dili, hatta bir dilin bir şivesini ( Kuzey Irak’ta Soranice) günlük hayta egemen kılmaya resmen çalışılmakta, ülke tarihine dair hiçbir aykırı görüş dile getirilememekte (Ermenilerin Türk’lere yaptığı mezalim), bütüb siyasî bağımsızlık söylemlerine rağmen, üretici hiçbir gücün olmaması yüzünden dışa tam bağımlı ve planlı ekonomilerle ülke kısırlaştırılmakta, fakirleştirilmektedir.

Bu devletlerin sosyolojik tabanındaki katı homojenite, devletin kuruluş mantığını doğrudan etkilemekte onu gerçekten bir kavmin devleti yapmakta fakat maalesef bir hukuk devleti yapamamaktadır. Temeli bir kavmi, diğerlerinden ayırarak korumak olan hiçbir etnik devlet, hukuk devleti idealine yaklaşamaz. Temeli ırkî homojenite olan hiçbir devlet aslında birer bürokratik otarşi olmaktan öteye gidemez ve “devlet” olmak vasfını da kazanamaz.
Dolayısıyla millî devlet, temelindeki o büyük ve zengin toplumsal yapı sayesinde hukuk devleti idealine yaklaştırılabilecek yegâne devlettir.

Millî devleti, milletin doğru sosyolojik okumasını yapmadan ve hukuk devletini anlamadan yıkmaya çalışmak azlıkların temel haklarının korunmasını sağlamaz. Alık grupların temel haklarının korunması için yapılacak şey, bu toplumsal yapıların, içinde yer aldıkları büyük yapıya entegre olabilmelerinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bunun da yolu büyük kültürü inkâr etmek değil, küçük kültürün mensuplarının, sürekli kaşınan etnik komplekslerle büyük kültüre düşman edilmesine bir son verilmesidir. Azlık gruplarının mülkiyet, hayat ve ifade hürriyeti haklarına tam bir riayet çoğunluğun insanlık borcudur. Buna mukabil, azlık grupların, kurucu çoğunluğun varlığını inkâr ederek “hak aramaya” kalkması hele bunu silâhla yapmaya kalkması, asla arzulanan “hukuk devletini” sağlamanın bir yolu olamaz.




29 Temmuz 2009 Çarşamba

Fırçanı Kap da Gel!


Geçen hafta sonu Bahçesaray’a, "Saklı Şehir Festivali” bünyesinde bir resim sergisi düzenlemek için gittik.

İlçeye kırk altı kilometre uzaktaki Çatak yol ayırımından sonraki Yukarı Narlıca köyünü geçtikten sonra yıllar önce Kırgızistan’da Issık Göl’e giderken geçtiğimiz vadileri hatırladım.
2700 metrede buzullara dönüşmüş karlarını seyrettiğimiz Gırapit/Karabet geçidinden aşağı inerken başımız döndü. Yılın büyük bölümünde dünyayla ilişkisi kesilen Bahçesarayın yol genişletme çalışmaları da nefes kesici.

Erozyonla keskinleşmiş hatlarıyla dik yamaçlar, bulutlardan süzülen altın sarısı ışıklarda daha bir sert daha bir mağrur duruyorlar…

Ve o yamaçların omuzlarına ancak tutunarak ürkekçe inen kıvrımlı yoldan nihayet indiğinizde kendinizi bir yeşil denize balıklama dalmış buluyorsunuz. Ceviz ağaçlarının o koyu gölgeleri, bahçelerin arasından fışkıran derecikler, çıplak bir tokat gibi suratınıza vuran yayla sıcağından sonra merhametle kucaklıyor sizi.

Ama sizi kucaklayan sadece ceviz ağaçları değil. Tozlu yollardan Bahçesaray için geldiğinizi öğrendiklerinde yüzleri aydınlanan kardeşleriniz de bağırlarını açıyor size.
Cadde boydan boya al bayrak…

Evet belki küçük bir cadde memleketimin bütün ilçelerindeki o küçük caddelerden.
Ama dükkânlarının camekânları, camekânların alınlıklarındaki demir işçilikleri meraklısına derin bir tarihin ip uçlarını veriyor.Burası eski bir ticaret şehri.
Ortasından geçen çayının coşkusu, o coşkunun sürüklediği mavi ve yeşilin ferahlığı ne büyük bir nimet!

Subaşı’nda coşkun yılkılar gibi koşmaya başlıyor sular, küçük köprülerin aczine güler gibi hızlanıyor, söğütlere selâm vererek Bahçesaray’a ulaşıyor.
Bahçesaray ahalisi ârif… Küçük politikaların, kindar aşağılık komplekslerinin çok ötesinde… Dünya ile fizikî ilişkileri bu kadar azken dünyayı bu kadar iyi anlamaları gerçekten hayranlık uyandırıcı. Belki özlerini dinlemeye vakit buldukları ve günlük dağdağadan, uzak kalabildikleri için?

Bahçesaray’da sergi açmak güzeldi.
Sanatçının emeğini, eserini, memleketin bir ucuna taşımak, her türlü zorluğu yenerek orada bulunmak, büyük mutluluktu.

Bu mutluluğumuzu perçinleyen, sergimize gösterilen yoğun ilgi oldu.
Bütün bunlara rağmen iki davranış, gönlümüzü kırdı:

Birincisi sergimizi Bahçesaray ahalisi için “fazla” bulan bir memur ve onun arkadaşının tepeden bakan tavrı oldu. Bu memurlardan biri maaşını nasıl olsa alacağını söyleyerek ahaliye karşı ilgisizliğini ve sevgisizliğini belli etti ki bu, memleketin neresinde olursa olsun, maaşını, milletin emeğinden kesilen vergilere borçlu olan bir görevli için son derece kaba bir davranıştı. Gördüm ki,hayatı kendi köylerinden kasabalarından ibaret sana çoğu taşralı memur alt yapımız için “maaş” almak vatandaşların rızasından, bir hukuk çatısı altında bulunmak arzusundan bağımsız bir işmiş…. Ona memleketin savunmasının sadece silâhla yapılamayacağını, Bahçesaray’a getirilen her eserin Bahçesaray’a verilen değerin ve önemin bir delili olduğunu, söyledik ama anlaşılan memurumuzun aklı ancak cebinin hacmi kadar çalışıyordu?

İkinci davranış da sözde sergimizi gezen “erkânın” resimlerimizle beraber sergilenen Bahçesaray fotoğraflarından kafalarını kaldırıp da resimlerimize bir kere bile bakmaması oldu.
“Erkân” içinde, meselâ Türkiye coğrafyası hakkında atıp tutan meşhur bir gazeteci, ve bölge milletvekilimiz değerine milyarlar biçilen işlerin bulunduğu serginin farkına bile varmadı… Bu davranışın tercümesi şuydu aslında. “Bahçesaray fotoğrafları burayla ilgili ve ben de bununla ilgileniyorum. Ama burada sergilenen resimler burada sergilendiklerine göre aslında öyle pek de bakılası şeyler değiller…”

Bu tavır şunu gösteriyor: “Değerli bir şey Bahçesaray’a gelemez.”. Bahçesaray’a bin bir emekle ulaştırılan, üstelik bir akademisyence tanıtılmaya çalışılan eserlere bir kere bile bakmayan , memleket için sarf edilen emeği görmezden gelebilen insanlar, bugün memleket meselelerini çözmekte akıllarına müracaat edilen insanlar. Bahçesaray’ı “değerli” olanla ilişkilendiremeyen taşralı memurla, gazetecinin ve vekilin tavırları geri kalmış memleketin insanının genel karakteri aslında. Hepsi aynı geriliğin farklı yüzleri…

Bahçesaray, dağarcığımı adamakıllı genişletti. Vatanın bütünlüğüne inancımı pekiştirdi.

Yolu tamamlandığında, kanaatim o ki Bahçesaray Van’ın ciddi turizm beldelerinden biri olacak. Geliri artacak, hayatı daha da renklenecek. Al bayrağımızla bezeli Bahçesaray’ı bir akşamüstü arkamızda bırakıp giderken bir yandan, candan ve mert insanımızın misafirperverliğini düşünerek seviniyor, biryandan “Müküs’ün” suyundan bir daha ne zaman içebileceğimizi düşünerek hüzünleniyorduk.

Bu vatanı sevenler için yapacak iş çok! Her bir karışını işlemek için…
Fırçanı kap da gel!

28 Temmuz 2009 Salı

Emreden Bir Siyaset: Solun Nihaî Cehennemi



Konu askerlik olunca akan sular durur.


Dolayısıyla bizim toplumumuzda bununla ilgili tartışmalar da mayın tarlasına benzer.
Millî komiğimiz Cem Yılmaz dahi “Halkı askerliğe karşı soğutmaktan falan başımız derde girmesin..” diyerek gerçeğin soğuğuyla buzlu bir espri yapmıştı.
Cem Yılmaz’ın anlattığı askerlik anılarını hatırlayınca bize çok doğal gelen bir şeyin aslında hiç de o kadar doğal olamayacağı kafama dank etti.



Asker, bütün varlığı ile yurt müdafaasına kendisini adamış kişidir. Asker, bir memleketin can sermayesidir. Bir çeşit geçici mülkiyet devridir askerlik. Orada kendi bedeninizi ve aklınızı canınızın istediği gibi kullanamazsınız. Varlığınızın tasarruf yetkisi geçici olarak üstlerinize devredilmiştir.


İşbu sebepten canınızı bile kullanımına sunduğunuz bir kurumdan becerinizi esirgemeniz söz konusu olamaz.


Acaba bu, kabul edilebilir bir karine midir? Hayatını becerisiyle, zekâsıyla kazanan birinin bu geçim vasıtasına “Üste kesin itaat” karinesiyle el koymak mümkün müdür?
Cem Yılmaz şimdiye kadar galiba üç bine yakın gösteri yapmış. Askerlikte ise galiba iki yüze yakın gösterisi vardı… (Kesin rakamı bilmediğimiz için bu rakamı meselâ yüz elliye düşürelim…)
Toplam gösterilerinin yüzde beşine tekabül eden bu gösterilerinden beş kuruş para kazanmamış.
Yani? Bir kısım vatandaşların ancak bedeli mukabilinde elde edebildiği zevki, diğer bir kısım vatandaşlar sadece görevlerinden dolayı bedava elde edebilmiş.


Cem Yılmaz’a mesleğini bedava icra etmesi emredilebilir mi? ( Sanırım Elvis Presley’de askerde mesleğini icra etmişti?) Yedek subayların konumları farklı gibi görünse de sivil kişilerden alınabilecek hizmetlerin ordu bünyesinden sağlanması yoluna gidilmesi, bu hizmetlerin gönüllü sözleşmeye dayanmaması işin sadece kalitesini biraz değiştirmektedir.
Askerliğin istisnai konumu aslında bize planlı bir komuta ekonomisi hakkında çok değerli bilgiler sunmakta…



Askerlik bütün bir insan varlığının, belli bir kollektivitenin emrine sunulduğu mükemmel bir laboratuar.



Askerlikte kimse size neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda fikir sormaz. Fikriniz ne kadar yararlı olursa olsun, konumunuz gereği ileri sürdüğünüz hiçbir fikre istinaden hiçbir şey yapılmaz! Her şey yukarıdan plânlanır ve meselâ sizin nükleer fizikle ilgili bilgilerinize ne kadar aykırı olursa olsun mutlaka uygulanır.


Farklılıklar yok edilmiş ve herkes merkezi komutanın emrinde eşitlenmiştir. Bu eşitleme de insanların zekâları dahil ferdiyetleri inkâr edilerek yapılır. Dolayısıyla “eşitlikçilik” fikrini savunarak, bazılarının diğerlerinden daha kabiliyetli olmasının yarattığı farktan şikâyet edenler için askerlik mükemmel bir modeldir.


Bu, genel olarak askerlik mesleğinin tabiatıdır.
Fertlerin ferdî kabiliyetleri dahil olmak üzere bütün sıra mallar askerlikte sadece “edinilir” Piyasa bu malları üretmiştir ve askeri bürokrasi bu malları piyasadan edinir. Asker için malın nasıl ve kim tarafından üretildiğinin önemi yoktur. O mallar “bir şekilde” eline ulaştırılmıştır.
Şimdiye kadar anlattıklarımız, askerlik kurumunun ve metodunun kendi kapalı vasatında bulunduğu “normal” şartlar altında bahsettiğimiz şeylerdir.


Bir de bu metodun toplumun geneline uygulandığını hayal edelim:


Yani ferdî varlığımızın bir bütüne, kollektiviteye kayıtsız şartsız adandığı, kabiliyetlerimizin bu bütünün emrine kayıtsız şartsız devredildiği bir düzeni hayal edelim. Bir komedyenin emirle çalıştırılması soyut bir mülkiyet problemi gibi görünüp düşünülmeye değer bulunmuyorsa, mahallemizdeki fırıncının, bakkalın, ayakkabıcının, oyuncakçının da aynı şekilde çalıştırıldığını düşünelim. Bir üniformalı memur geliyor ve “Bugünden sonra hepiniz ordunun malısınız! “ diyor? Ve emre itaat etmeyenlerin idam edileceğini söylüyor.


Bahsi geçen hayalî komutan meselâ fırıncımıza ekmek üretmesini emrettiğinde aklından geçen, fırıncının sonsuz bir un rezervinden sürekli ekmek üreteceğidir. Bir adım öncesini düşünebilen bir komutan un imalatçılarının, kendi emriyle sürekli üreteceğini savunacaktır. Daha öncesini düşünen bir komutan da muhtemelen emir verildiğinde üretecek çiftçileri tasavvur edecek ve böylece bütün bir hayatın mükemmel emir komuta zinciri içinde kurulabileceği kanaatiyle tatmin olacaklardır.


Sorun şudur ki kendisine buğday üretmesi emredilen çiftçi, yağış azlığından, toprak veriminden vs dolayı emredileni üretemezse ne olacaktır? Yani emir buğdayı topraktan bitirebilen bir “güç” müdür?


Veya maden üreticilerine silah ihtiyacı için emir verildiğinde, üreticilerin de bu emirlere can-ı gönülden uyduklarını da farz edersek bile istenen miktar cevherin bulunamaması durumunda hangi emir, demir cevheri yaratacaktır?


Veya deri üreticilerine deri üretmeleri emredildiğinde bütün gönüllü gayretlerine rağmen istenen kalitede veya kalitesiz de olsa istenen miktarda deri için hayvan sayımızın az olduğu ortaya çıkarsa ne olacaktır? Meselâ veterinerler verilecek bir emirle yapılacak sun’i tohumlama ile derhal hayvan sayısı arttırılabilir mi?


Buraya kadar insanların verilen emirlere gönüllü uydukları kabulünden hareketle geldik. Aşamadığımız sorun yalnızca tabiatın emirlere karşı “umursamazlığıydı.”


Belki baştan özetlemek faydalı olacaktır. Bütün bir düzenin emir ve komutaya/ itaate dayandığı bir mevcut kurumdan hareketle, toplumun tamamında cari olan bir emir komuta zincirini kısaca hayal ettik. İhtiyaçları için duvarlarının dışındaki serbest üreticilerden yararlanan askerlerden hareket edip bütün üreticileri duvarlarının arkasına alan bir büyük hayalî garnizon kurduk.
Bu iki durum arasındaki fark şudur ki mevcut durumda, askerler, kendileri ile alış veriş etmeye rıza gösteren ve gücü buna yetenlerle alış veriş ederken tabiatın şartlarıyla herkes gibi bağlıdırlar. Bu şartların değişikliklerinden herkes gibi etkilenirler.


İkinci durumda tabiatın değişiklikleri konusunda kördürler. Çünkü tabiatın şartlarından etkilenen aktör ve faktörlerin üzerinde körleştirici bir kalkan meydana getirmişlerdir. Emir ve komuta zincirinden dolayı ikinci durumda, üreticilerin tabiatın şartlarından etkilenmesi “yasaklanmıştır”! onlar için tek ve geçerli, meşru etki emirdir!


Çünkü garnizonda tek geçerli ve meşru insanlık durumu mutlak eşitliktir!
Buraya kadar hayal ettiklerimizden “ordu”, “askerlik”,”üniforma” kelimelerini çıkarırsak geriye kalan toplumsal düzeni eminim çok tanıdık gelecektir: Sosyalizm!


Artan oranlı vergilendirmenin kadife eldivenli demir yumruğundan, modern Leviathan’ın çelik hali Stalinizme kadar solun bütün renklerinin hayalindeki ideal toplum bir mega garnizondan gayrısı değildir.


Çünkü bu toplumda bütün Cem Yılmaz’ların, görevlerinden, emirlerden dolayı herkesi kendiliğinden eğlendireceği hayal edilmektedir.


Sorulmayan soru ise şudur: “Ya Cem Yılmaz bir garnizonda çalışmaktan hoşlanmazsa?”
Herhalde o zaman da birileri Cem Yılmaz’ın gönüllü olarak güldürmesini emreder ve sorun çözülür?




24 Temmuz 2009 Cuma

Kılavuzunu Söyle Nereye Varacağını Söyleyeyim


Etnik ırkçı şiddetin vardığı son noktada “âkil” sayılabilecek adamların bile durdukları yer bir facianın kıyısı.


İmralı’daki bebek katili, hain adam ( Tamamen yargı kararına binaen) bir “yol haritası” çizmiş. Bu bebek katiline “danışılmasını” şart koşan birtakım siyasetçiler de bu haritaya uyulmasını bekliyor.


Yol haritası denen şeyi kimin çizdiğine bakılmaksızın içeriğinin hemen tartışılmaya başlanması, bu memlekette, aklın da hukukun da artık hiçbir kıymetinin kalmadığının en korkunç delili.
İmralı’nın katil- hain mahkûmunun durumuna bakılmaksızın akıl yürütmek mümkün müdür ve her şeyden önce ahlâkî midir?


Bu adam kendi vatanına, içinde doğduğu hukuk birliğine ihanet etmiş, kendi vatandaşlarına karşı silah çekmiş ve bundan dolayı temel haklarından mahrum edilmiş bir adamdır. Hayat hakkının korunması tamamen insanlığa karşı bir hakaret olmakla beraber, ona verilen,muvakkat yasama ürünü ile kendisine bahşedilmiş bir zamandır.


Mahkûmiyetin anlamı, kişinin, çiğnediği temel haklara mukabil bu haklarla orantılı olarak ve belli zaman zarfında kendisinin de temel haklarının kısıtlanmasıdır.


Dolayısıyla bebek katili- hainin, muvakkat yasama ürününün izin verdiği hayat hakkı dışındaki haklarının varlığından söz edilemez. O, eline silahı alarak ve isteklerini adam öldürerek ifade ederek, ifade hürriyeti hakkını kaybetmiştir. O, hepimizin, teminatı altında mülk edinebildiğimiz hukuk birliğini tanımayarak mülkiyet hakkını da kaybetmiştir.


Gene dolayısıyla onun bize herhangi bir şey söylemeye zaten hakkı yoktur.


Şiddeti kendisine metot olarak seçen bir katilin, yağmacının liderliğini kabul edenler de normal hukuk devletlerinde onun suç ortağı olarak kabul edilirler ve çoktan mahkûm edilirlerdi. Suçu ve suçluyu alenen övmemin siyaset diye icra edilebildiği bir memlekette “yol haritalarını” o memleketin meşru iktidarının çizmesini beklemek açıkça aptallıktır.


Bu insanların herhangi bir şeyi tanımlamaları ve hele sonra buna uygun “çözüm” ürettiklerini kabul etmek ne akla ne vicdana sığar.



Türkiye Cumhuriyeti'ne istediklerini zorla ve korkuyla kabul ettirmenin adına "siyaset" ve "çözüm" diyenlerin sözleri daha ne kadar dinlenecektir bilemiyoruz ama kimi kılavuz kabul ederseniz, yolunuzun, onun hayatını sürdürdüğü kuburda sona ereceğini, ecdadımız asırlar evvel söylemişler.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

İhtiyaç mı Talep mi? Marksizmin iktisat Dışılığı


Toplumsal düzeni, iktisadî ilişkiler açısından tartışılmaz şekilde izah ettiğini iddia etmesine rağmen Marksizm metafizik bir iktisat dışı batıl inanç olmaktan öteye gidememiştir.
Bunun en büyük sebebi davranışı gözleyerek davranıştaki düzenlilikleri kavramaya çalışmak yerine psikolojizme saplanmasıdır.

Buna bir örnek olarak ihtiyaç ve talep hakkındaki cehaletini ortaya koyabiliriz.

Marksizm ekonomiyi, insan davranışından ayrı, ona aşkın bir tür Tanrı gibi görmüştür. Böylece belirleyici bir güce sahip olan aşkın düzenleyicinin tabiatını değiştiğinde, insan tabiatın da kendiliğinden değişeceğini düşünmüştür.

Bu düşünüşün temelinde de insanın “ihtiyaçlarının esiri” olması kanaati vardır. Daha en başından bir şeylerin esiri ve bağımlısı olan insan ancak bu belirleyicilerden kurtulduğunda “özgür” kalabilirdi. “Aç adam özgür değildir!” martavalı, bu inanışın özetidir.

İhtiyaç, aç bir insan hayal edildiğinde kolayca kavranabilecek bir kavramdır. Zaten genellikle sosyalizm fakirlik veya açlık durumuna atıfla haklılaştırılmaya çalışır.

Hayatta kalmamızla ilgili zaruri durumlar ihtiyaçların en kolan kavranılanlarıdır ama burada marksizmin teleolojik ahlâkınca gizlenen şey ihtiyaçların bunlardan ibaret olmadığıdır. Yemek, barınma ve güvenlik ihtiyacı giderilmiş inanların tatminsizliklerinin sürmesi iktisadi analiz yapan Marksistlerin asla çözemeyeceği bir paradokstur.

Burada onların asla anlayamayacağı şey ihtiyacın sübjektif tabiatıdır.
Bu sübjektivite iki konuda daima geçerlidir:

Birincisi, “neyin ihtiyaç sayılması gerektiğine” ferdin kendi karar verip verememe durumu…

İkincisi bu ihtiyacı kendi başına giderip giderememesi durumu…
Bu iki durum da Marksistlerce burjuva göstermelik değeri sayılan hürriyet ile doğrudan alâkalıdır.

Çünkü ihtiyaç, ferdin herhangi bir şeyin yoksunluğunu hissetmesi durumudur. Susuz kalan insan onun yokluğunu hisseder, aç insan ekmeğin yokluğunu. Ama bu tip zaruri yokluk hislerinin ortaklığı dışında kimin neyin yokluğunu hissettiği hiç kimse tarafından bilinemeyeceği gibi, bunun belirlenmesi veya daha ilerisinde dikte edilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla iktisadî analizi bir geçici ve ferdî hissî duruma dayandırmaya kalktığımızda ulaşacağımız sonuç, herkesin aynı şeylere ihtiyaç duymasını sağlamamız gerekliliğidir. Bu duruma ekonomik çarpıklık yönünden tekrar değineceğiz.

İktisadî analizin temel kavramlarından biri olmakla beraber ayını zamanda temel insan davranışlarından biri olan talep ise psikolojik kökenden bağımsız şekilde gözlemlenen bir davranıştır. Belli bir alım gücündeki ferdin arz edilen malın fiyatını ödemek üzere gösterdiği rızaya kabaca talep diyebiliriz. Talep bir olgu olarak karşımıza çıkar. Onun sebeplerini bilmemiz mümkün olmadığı gibi, gerekmez de… Genellikle bir “istek” olarak tanımlanmasına rağmen gerçekleşmeyen alışverişlerde, rıza gösterilmeyen fiyatlarda talepten bahsedilemez. Dolayısıyla istemekle iktisadî anlamda talep aynı şey değildir. Talep gerçekleşmiş rızanın adıdır. Dolayısıyla bir “tarihsellik” taşır. Oysa istek zamandan bağımsızdır ve geçicidir.

Talebin belli bir alım gücü ve rıza gösterilen fiyat bileşenlerinden oluşması iktisadın “sınırlılık” kuralını bize hatırlatır. Kaynakların sınırlılığı, arzı sınırladığı gibi bu arza gösterilen rızayı da sınırlar. Dolayısıyla geçmişteki rıza miktarına dayanarak, üreticiler gelecekteki arzlarını belirlemeye çalışır.

Oysa “ihtiyaçta” durum böyle değildir. İhtiyaç tamamen psikolojik bir vaka olmaktan dolayı, onun, kaynakların sınırlılığıyla bir ilgisini kuramayız. Dolayısıyla da bir ihtiyacın giderilmesi için üreticinin eline hiçbir tarihsel veri sunamaz.
Yemek ihtiyacını gidermek için kuru ekmekle yetinmememiz, talebin salt ihtiyaçla açıklanamayacağının en güzel delilidir.

Talep bize, rıza gösterilebilecek en yüksek fiyat hakkında bilgi verir. Bu fiyat sınırı üreticilere arz miktarı hakkında fikir verir.

Bahsi geçen bu durum ancak birden fazla üreticinin yer alabildiği piyasalar için söz konusudur. Bu piyasalarda arz edilen malların hangilerinin “ihtiyaç” olduğuna müşterilerin kendileri karar verir.

Sosyalist bir rejimde ise temel ihtiyaçların giderilmesinin yanında, devletin tek ekonomik aktör olmasından dolayı diğer bütün ihtiyaçların da devlet tarafından tanımlanması kaçınılmazdır. Malların arzı için seçici talep mekanizması söz konusu olmadığından da ihtiyaçların neler olduğuna da devlet karar verecektir. Bu durum, kaynakların sınırlılığıyla ilgili kaçınılmaz bilgisizliğimizin de paylaşıldığı piyasa ortamının yol gösterici mekanizmalarının yokluğundan dolayı kendiliğinden israfa ve fakirleşmeye yol açacaktır.

Talep insan davranışlarının düzenliliklerinden birinin adıdır. İhtiyaç ise kökeni asla tam olarak bilinemeyecek, kişiden kişiye değişen bir yoksunluk duygusunun adıdır.

Bu ikisinden ihtiyacı kendisine mikyas kabul eden Marksizmi ekonominin tabiatını anlayamamış ve bu yüzden de uygulanmaya kalktığı her yerde de kaçınılmaz bir şekilde bürokratik zorbalık rejimlerine yol açmıştır. Çünkü ihtiyaçların ferdî müracaatlar olarak talep mekanizmasıyla dile getirilebileceği vasatı ortadan kaldırmıştır. Üretimin kestirilebilir ölçülere değil de kaprislere ve açlığa dayandırıldığı bir yerde de ne kaynakların durumu hakkında bilgi elde edilebilir ne de ihtiyaçların giderilmesi ile ilgili gerçek bir tatmin yaratılabilir.

Bundan dolayı, Marksizm bütün terim kalabalığına rağmen ekonomi denen faaliyetler ortamını açıklamakta güdük kalmış, iktisat dışı bir hurafeler yığınından başka bir şey değildir.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Soldan Medet Umulabilir mi?



“... Sol olmak için, sivil, demokrat, özgürlükçü, eşitlikçi ve barışçı olmak ön koşuldur…”
Bu cümle, pek severek okuduğum Engin ARDIÇ’ın nedense vazgeçemediği solculuğun, son ümidi olarak gördüğü bir siyasetçiye ait.

Sol olmak için neler gerekiyormuş bir bakalım:
Bir kere “sivil” olunacak. Yani? İş/maaş güvenceleri ve yargılanma imtiyazına sahip sınıftan olunmayacak!

Peki ama “sol” denen şeyin mümeyyiz vasfı, mülkiyetin kamu/devlet tarafından tasarrufu değil miydi? Yani sol en nihayetinde “üretim araçlarının” mülkiyetinin kolektifleştirilmesini savunmak demek değil miydi? İyi de bu kolektifleştirme nasıl olacaktır? “Sivil” insanların, torna tezgâhlarını, beyinlerini, gönüllü olarak “halka” hediye etmesiyle mi? Böyle bir şey asla olamayacağına göre birilerinin bunu yapmaları için onları ”ikna” etmesi gerekmektedir.
Mülkiyetin örgütlü bir zor kullanıcılar grubu vasıtasıyla ( Bir dakika! Örgütlü zor kullanıcılar grubuna “devlet denmiyor muydu?) alenen gaspı fikri artık solcuları bile utandırdığından “sosyal demokrasi” denen melez ucubeyi ortaya attılar.

Aslında yapılan iş gene aynı ama bu sefer, kerameti kendinden menkul komiternler, Sovyetler vs yerine mülkiyet gaspı halkın kendi onayı ile yapılıyor. Yani insanlara kendi oyları ile mülkiyetlerinin devletçe gasp edilmesine rıza göstermeleri empoze ediliyor. Eh neticede zenginin arabasından, işyerinden, müşterisinden elde ettiği gelirinden alınan yüksek vergi için “halk” karar verdiğine göre de meşruiyet sorunu çözülmüş oluyor.

İster Stalinist zorbalıkla ister oy mekanizmasıyla olsun, mülkiyet üzerinde nihai anlamda, elindeki silahlı güce dayanarak hak iddia eden ir devleti savunan adamlar da bize solculuğun şartının “sivil olmak” olduğunu söyleyebiliyorlar.



Bundan sonra gelen “demokrat” sıfatı da oylama mekanizmasının işletilmesinden öte bir anlam taşımıyor. Neye niçin oy verdiği hakkında tam bir kanaati olmayan kalabalıklarının sadece oylarından dolayı kadir-i mutlak bir mega-fert olarak kabul edilmesi acaba doğru veya meşru bir demokrasi telâkkisi midir?


Burada dikkat merkezimiz, kitlenin yaygın cehaleti değildir ama kadir-i mutlak sayılıp sayılamayacağıdır. Oy mekanizması var olan gerçekleri yok edip yerine yenilerini koymaya yeter mi? Ülke nüfusunun kahir ekseriyeti mülkiyetin ilgasına evet dese, bu mülkiyet hakkının ortadan kaldırılabildiği anlamına mı gelir meselâ? İşte bu solcu siyasetçinin bize bir üstünlükmüş gibi sunduğu solun “demokratlığının” çarpıklığı ve vahşeti burada saklıdır.
Bundan sonra gelen “özgürlükçülük” sıfatı yukarıda açıkladıklarımıza bakıldığında zaten tam bir tenakuz ve komedidir. İnsanların mülkiyetlerine devlet vasıtasıyla el atabilecek, bürokratik gaspı kutsayan bir grubun özgürlükten bahsetmesi ne kadar anlamlıdır?

“Eşitlikçi ve barışçı” sıfatları da aynı mide bulandırıcı nükteden nasibini alıyor. “Eşitlik” solcu için nedir? Kanun önünde ayrımsızlık mı yoksa gelirlerde aynileşme mi? Bu ikisi aynı anda sağlanamaz. Çünkü kanun önünde ayrımsızlık, yetenek, gelir ve refah farklılıklarını zımnen tabii kabul etmektir. Oysa gelirlerde eşitlemeye gitmek ancak bu farklılıkların getirileri üzerinde resmî bir gasp mekanizması kurmakla mümkündür. Dolayısıyla solunun eşitlikçi olduğunu söylemesi sizin mülkiyetinizi gasp edeceğini beyan etmesi demektir. Gasp ile karakterize bir ideolojinin mensubunun, kendisini bize medeniyetin nirengi noktası olarak sunması utanmazca bir kibirdir.


“Barışçıdan” ne anlamamız gerekir peki? Barış salt bir çatışmazlık hali midir? Yoksa gönüllülüklere dayalı bir uyum hali midir? Sol ideolojinin, insanın varlığına yönelik gasıp ve saldırgan anlayışı zaten “uyumun” olmadığına dayanmaktadır. Sol söylemin temelinde sınıf çatışması vardır, insanların menfaatlerinin sürekli çatıştığı kabulü olmaksızın zaten zor kullanıcı ile eşitlikçi bir barış sağlama hayali kuramazsınız. Oysa barış gerçekte, insan toplumunda genel şekilde egemen olan gönüllü uyumun halidir. Eğer bunun aksi vaki olsaydı, yani çatışma egemen olsaydı dünyanın en güçlü polis teşkilatı bile yağmanın ve katliamın önüne geçemezdi. Polisin varlığı, uyumun kural, uyumsuzluğun/ ihlalin istisnai olmasının delilidir.

Dolayısıyla bir solcunun bahsettiği “barış” ile sizin anladığınız barışın birbiriyle ilgisi yoktur… Sovyet hapishanesinde herkes sessizdi. Solun arzuladığı barış herkesin her türlü uzlaşmazlığa karşı devlet eliyle “gönülsüzleştirildiği” bir mecburi suskunluk halidir.

Engin Ardıç, bu solcu liderin samimiyetle özgürlükçü olduğuna inanıyor olsa gerek. Nitekim yazıyı okuduğunuzda solcu liderin mesela başörtüsü konusunda aslında samimi bir özgürlükçü tutum takındığını da görebilirsiniz. Mesele şudur: Bu tutum solun tabiatına uyumsuzdur. Bunun yanı sıra kılık kıyafet hürriyeti, ifade hürriyetinin bir kısmıdır Mülkiyet hakkını gasp ederek insanların kıyafet hürriyetini tanımak “yarı hırsız”, “yarı katil” olmak gibi bir şeydir ki eşyanın ve efkârın tabiatı icabı bu tip yarım yamalıklıklar mümkün değildir. Mümkün kılmaya çalıştığınız yerde elinize geçen tek şey ahlâksızlık ve şiddet olacaktır.

Dolayısıyla herkesin durmadan arayıp da bir türlü bulamadığından bahsettiği “gerçek” sol, gaspın ve katliamın en çıplak halinden başka bir şey değildir, umalım ki daha uzun yıllar bir daha yüzünü göstermesin. Zira zayıflatılmış hali bile toplumuzu germeye ve fakirleştirmeye fazlasıyla muktedir.

Mobbing “Çalışma Hakkına” Bir Tecavüz müdür? Emeğin Tabiatına Dair Bir Marksist Dezenformasyon


Marksist pratiğin son zamanlarda rastladığım “zihin bulandırma” örneklerinden biri de Radikal 2’de 12/07/2009 tarihinde çıkmış ve internete aktarılmış şu satırlar:


“…Mobbing en genel ifadesiyle, çalışanı iş yaşamından dışlamak amacıyla yapılan sistemli psikolojik saldırılar bütünüdür. Temelde çalışma hakkına yapılan bir saldırıdır! Emek örgütlerinin en temel görevlerinden biri de, hem yasal mevzuatla hem de toplu sözleşmelerle, çalışanların iş güvenliğini ve sağlığını geliştirmek, korumak için mücadele etmektir….”(1)
Merak edip internette araştırdığımızda ise karşımıza şu satırlar çıkıyor:


“….Mobbing duygusal bir saldırıdır. Yaş, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeden, taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelen saldırganlıktır. Kişiyi iş yaşamından dışlamak amacıyla kasıtlı olarak yapılır. Kişinin saygısız ve zararlı bir davranışın hedefi olmasıyla başlar. İşveren ima ve alayla, karşısındakinin toplumsal itibarını düşürmeye yönelik saldırgan bir ortam yaratarak kişiyi işten ayrılmaya zorlar. Bir araştırmaya göre mobbing, kâr amacı gütmeyen kuruluşlarda, okullarda ve sağlık sektöründe daha yaygındır. Yüksek işsizlik oranları ve dolayısıyla çalışanın değersiz görülmesi mobbingin artmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak her işyerinde ve her türlü kuruluşta rastlanabilir. Organizasyon bozukluğunun daha fazla olduğu işyerlerinde, disiplin getirmek, verimliliği artırmak, refleksleri koşullandırma (askeri disiplin) öne sürülerek yapılmakta ve meşrulaştırılmaktadır….”(2)


Radikal 2 ‘den aktardığımız satırlarda çalışanın iş hayatından dışlanması tavrının genel psikolojik analizi yapılmamış. Dolayısıyla mobbingi genel bir “emek düşmanlığı” olduğu kanaati yaratılmaya çalışılmış. Oysa gerçek böyle değil. “zorbalık” olarak da adlandırabileceğimiz bu tutumun yöneldiği kişilerin genelde, bağımsız kişilikli,ilkeli, çalışkan ve kaliteli kişiler olduklarını görüyoruz. Üstlerine göre bariz üstünlükleri olan kişilerin bu zorbalığın ilk hedefi olmaları neredeyse bir kural halini almış.
İnternetten yaptığımız yüzeysel araştırmada, mobbingin daha ziyade “kâr amacı gütmeyen” kuruluşlarda yaygın olması durumunu da bir başka dikkat çekici bulgu olarak aklımızın bir köşesine yazmalıyız.
Bu temel tespitleri yaptıktan sonra “çalışma hakkı” diye bir şeyin olup olmadığına bakmalıyız. Zira yazarımıza göre “mobbing”, bu hakkın ihlali anlamına geliyor. (Bundan sonra bu kelime yerine “zorbalık” kullanılacaktır.)


Her şeyden önce “çalışma hakkı” denen sözde hakka konu olan şey emektir. “çalışma hakkından” murat emeğin mutlak değerinin kabulünden başka bir şey değildir.
Marksist okulda, emek, değerin temelinde yatan dolayısıyla değiştirilemez, bir mütemmim cüzdür. O, belirlenmez, yalnızca belirler. Dolayısıyla sübjektif olamaz. Dolayısıyla o metafizik bir mutlaklık olarak bütün metaların özünü oluşturan şeydir.
Gerçekten böyle midir? Yani emek “mutlak” bir değer taşır mı? Emeğin mutlak değer taşıması demek onun her halükârda birileri tarafından ödenmesi anlamına gelir. “Çalışma hakkının” nicel anlamı budur.

İşçinin(emek) olmaması halinde malların üretilemeyeceği tezi Marksist okulca sıkça dile getirilir. Buna göre kapitalist her şeyini işçiye borçludur.
Kim ne derse desin bugün “kol emeği” harcayan işçiler dahi belirli ustalık gerektiren işler yaparlar. Bu ustalık farklılaşmasının sebebi nedir? Neden her işçi forklift operatörlüğü yapamaz? Neden forklift operatöründen torna tezgâhın çalıştırmasını beklemeyiz? Neden bir sıvacıyı tesisat işine vermeyiz?

Bunun sebebi, bu işlerin yapılması sağlayan üretim faktörlerinin kullanılması için bir iş bölümünün gerekmesidir. Çünkü her biri farklı şekilde çalışan üretim faktörlerinin, araçlarının işletilme bilgisi maalesef herkesin beyninde bir içgüdü halinde hazır bulunmamakta, bu bilgilerin edinilmesi gerekmektedir. Bu durumda aynı araçları kullanan işçiler arasında da bir beceri, tecrübe farklılaşması yaşanacaktır.

Peki ama işçilerin, emeklerini, üzerinde kullandıkları araçlar nasıl meydana gelmektedir? Bunlar işçilerin daha önce hiç düşünmedikleri, müteşebbislerin ferdî yaratıcı zekâlarından meydana gelmiş araçlardır. Bu araçların yaratılması sayesinde işçiler, kullanılacak, dolayısıyla emek sarf edilecek mallarla buluşur. Bu araçlar olmaksızın ne işçiden ne de onun emeğinden bahsedilebilir. Dolayısıyla işçiye çalışma fırsatı veren, onun üzerinde çalışacağı araçları sağlayan müteşebbisler ve kapitalistlerdir. Görüldüğü gibi işçi bir üretim sürecinin temeli değil ancak faktörlerinden biridir.


Emeğin üretimdeki yerinin özelliklerine bakarak Menger’in “Mal olmanın genel şartlarını” üretim faktörlerine göre yeniden düşündüğümüzde:
Üretimin bir beşeri ihtiyaca yönelik olması
Bu ihtiyacın tatminiyle ilgili olarak üretimdeki faktörlerinin nedensel bir ilişkinin bulunması
Bu ilişkiye yönelik bir ilgi
Bu faktörlerin ihtiyacın tatminine yönlendirme ye yetecek kadar kontrol etmek şartlarını taşıyan her bir faktörün iktisadî bir mal olduğunu görürüz.(3)

Dolayısıyla emek, bir üretim faktörü olarak aynı zamanda bir maldır! Emeğin bir mal olması durumu yalnızca bu şartlara uygunlukla değil aynı zamanda, onun kişinin, niteliğini değiştirebildiği ve istediğinde mübadeleye sokabildiği mülkiyeti olması yönüyle de kavranabilir.
Emeğin,her bir ferdin mülkiyetindeki bir mal olması durumu, onun hem sahibi tarafından istendiğinde arz edilebilmesini hem de diğer fertler tarafından talep edilip edilmemesi durumunu ortaya çıkarır. Eğer insanlar sizin hangi dalda emek arz edebileceğinize dair bir bilgiye sahip olamazlarsa onu sizden talep edip etmemeleri de söz konusu olamaz. Dolayısıyla emeğin bir mal olarak mutlak bir değer taşıması ve gene dolayısıyla arzıyla ilgilenmeyen insanlarca ödenmesi söz konusu değildir. Emeklerinden yararlanmak istediğiniz insanlara, onların kabul etmeyeceği bir emekle ödemede bulunamazsınız.


Buradan gördüğümüz gibi “çalışma hakkı” diye bir hak yoktur. Aslında bunu “hak” tanımına bakarak da keşfedebiliriz. Hak, “Başkalarınca ödenmeksizin, her birimizin insan olmak hasebiyle doğuştan gelen, dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez menfaatlerimizdir.”


Oysa emek, “hakkın bu özelliklerinin hiçbiriyle bağdaşmaz. Emek ancak, başkaları onu ödemeye rıza gösterdiğinde bir menfaattir. Başkalarını öldürmeksizin yaşayabiliriz, hırsızlık etmeden geçinebiliriz, başkalarını köle etmeden istediğimizi yapabiliriz. Ama başkasını ödemeye razı etmedikçe çalışmayız.
Kısacası “çalışma hakkı” diye bir hak yoktur. Çalışma hakkından bahsettiğimizde, pamuk şeker satıcılarının arzının da mutlak talep bulmasından bahsetmekteyiz demektir.


Zorbalığın daha ziyade, “kâr amacı gütmeyen” kuruluşlarda görüldüğüne dair bulguya baktığımızda bu tip kuruluşların iktisadi mantığa ne kadar aykırı olduklarını da dikkate almalıyız. Zira ekonominin veya insan eyleminin tabiatına aykırı şekilde var edilen bu kuruluşlarda “sorumluluk” bilinci zayıflamaktadır. Çünkü bu kuruluşlarda “sorumluluk”, “kâr amacı güden” kuruluşlardaki gibi parasal olarak “ölçülememektedir”.


Özel sektörde kurallar, parasal kayıpların ölçüsüne göre hemen hemen sekmeden işletilirken bürokrasinin kurumlarında “ilişkiler”, “yakınlıklar” belirleyici olmaktadır. Emeği bir mal olarak kabul eden kapitalist sistemde emek, sanıldığının aksine en az israfla kullanılmaktadır.


Oysa bürokratik hiyerarşinin her şeyden önemli olduğu “kâr amacı gütmeyen veya bürokratik diğer kuruluşlarda emeğin gerçek maliyeti hesap edilememekte ve bu yüzden de israfı akıl almaz seviyelere çıkabilmektedir. İş ve maaş güvencesine sahip memurlarımızın hayatlarından bir türlü memnun olamamalarının altında, kendilerinin, işleriyle ilgi hiçbir değer taşımadıklarına dair bir aşağılık kompleksinin yatıp yatmadığına ciddi şekilde eğilmek gerekir.


Zorbalık, emeğin nicel değerlendirmesini yok etmek için Marksistlerce istismar edilen bir kavram gibi görünmektedir. Bağlamından saptırılarak emek arzı konusunda işçiyi sorgusuz sualsiz bir diktatör yapmak için kullanılmaktadır. Emek talebini yok etmek, iş bölümünü ortadan kaldırmak ve emek piyasasını sendikaların keyfine bırakmanın bir bahanesidir.



Marksist saptırmaların zararı, emek piyasasında, işverende yaratabileceği paranoya sonucunda emek arzında kaliteden ziyade “uyumluluğun” aranması olacaktır. Eğer Marksist istismar aynı ısrarla sürdürülürse yaratıcı zekânın getireceği verimliliğin yerini, “uyumluluğun” getireceği düşük maliyet endişesi alacaktır. Sendikaların zorbalığına uğramamak için işverenler muhtemelen daha az ve daha uyumlu personel istihdamına yöneleceklerdir. İstihdama verilebilecek en büyük zarar, emeğin gönüllü mübadelesinin yerine, emek arzının diktatörlüğünü koymaya çalışmaktır.
1- http://www.facebook.com/ext/share.php?sid=115171798120&h=tROL7&u=UNKdK&ref=mf
3- Menger, Carl; “iktisadın Prensipleri”; 2009; Liberte; Shf:1-2

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Etnik Irkçıların Köylü Kurnazlığı



Aslında Diyarbakır belediye başkanı lafı ağzından kaçırmıştı.Bölgenin su ve doğal kaynaklarının “özerk kontrolünden” bahsetmişti.

Tam da bunu tamamlarcasına Leyla Zana, “Kürt halkının üç önderi vardır, bunlar Abdullah Öcalan, Barzanive Talabani’dir!” diye bağırmıştı.
Yani?

Yanisi şu: Bölgede Kürt çetelerini koruyan ABD varlığı devam ettiği müddetçe bu arkadaşlar, Türkiye’de suyu, Irak’ta petrolü kontrol edip bir tür Kuveyt olmayı falan hayal ediyorlardı.
Türk adından bağımsız bir şekilde hareket edebilmek için de bağımsızlığa giden meşru bir yol bulmaları gerekiyordu o da liberal haklar teorisiydi onlara göre. Tabii bunu yaparken aslında şiddet kullanmamalı ve dönüştürmek istedikleri yapının içinde kalmalıydılar ama Marksist kökenden gelmeleri ve gerçek anlamda hiç şehir tecrübeleri olmamasından dolayı, ellerine silâh alarak her istediklerini kabul ettirebileceklerini sandılar.
Türk Marksistleri zaten toplumu silâhla düzeltmek tecrübesini iyi bildikleri ve bunların da kökeni Marksist olduğu için gıkını bile çıkarmadı. Türk liberallerinin, kendi ideolojilerini silâhlı kalkışmaya alet edilmesine ses çıkarmamaları ise yepyeni bir vatansızlık örneğiydi.
Bugün büyük şehirlerde kendi çevrelerinde bir korku halesi yarattıkları doğru…
Bundan da gurur duyuyorlar.
Bilmedikleri bir şey var: Toplumu bu şekilde tahrik etmeye devam ettiklerinde, ellerine geçecek şey “hak” olmayacak. Çünkü tercih ettikleri yol ve yordam “hakkın” elde edilmesine uygun değil!
“Hak” elde etmek için komşunuzu sürekli tedirgin ederseniz alacağınız cevap “evet” değil, dışlanmak olacaktır. Etnik ırkçılar, toplumun doğal yapısını bozarak “barış” elde edebileceklerini söylüyorlar ama bunun koskoca bir yalan olduğunu da biliyorlar. Buradaki barış, koskoca Türk toplumunun sırf korku yüzünden etnik ırkçılığın isteklerine tepkisiz kalması demek.
Seçtiğiniz yolun sonuçlarından kurtulamazsınız. “Su testisi suyolunda kırılır” atasözümüz beyinsizlere anlatmak açısından gayet özettir.

Netekim bölgeden ABD askerlerinin çıkacağı kesinleştiğinden bu yana Kuzey Irak yönetiminin etekleri tutuştu ve kendi sitesinde sürekli hakaretler yağdırdığı Türk’ten başka dostunun olmadığını anlamış görünüyor. Geçen günlerde Türkiye ile birleşmekten bahsediyordu Kuzey Irak yönetimi.
Umalım ki sorumsuzluğun cevapsız kalmayacağını anlasınlar.

Nasıl Bir çocuk Edebiyatı? Şiddetsiz Ütopyalarda Çiçek Yetiştirmek mi?

Bu sabah küçük kızım benimle konuşmak istediğini söyledi, mutfak balkonunda karşılıklı oturduk, sabah serinliğinde birbirimize hikâye anlattık.

Benim hikâyemde deniz seyahatine çıkan bir ailenin yunuslarla karşılaşması, daha sonra düştükleri kötü durumdan, yunusların onları kurtarması vardı.

Yunusların köpekbalıklarına karşı insanların yanında yer alması, sevimli suretleri ile gerilimli bir hikâyeyi mümkün olan en yumuşak şekilde anlatmaya çalıştım.
Sıra kızıma geldiğinde onun hikâyesinde yunuslar “kötü”, köpekbalıkları “iyiydi”. Üstelik birbirlerine “dönüşebiliyorlardı!

Bu konuşma önce beni biraz endişelendirdi. Sert ve vahşi bir yaratığın küçük bir çocuğun kafasında yer etmesi can sıkıcı göründü.

Çocukları şiddetten korumak için düşünülen onca tedbir boşuna olamazdı ya?
Çocukları şiddetten korumak ayrı bir konu aslında…

Mesele “çocuk edebiyatı” diyebileceğimiz metinlerde şiddetin yerinin olup olmaması gerektiği.
Şiddetsiz bir anlatı değer taşır mı?

Şiddeti salt fiziki darbeler ile sınırladığımızda, hayatın bir kıran kırana mücadele olduğu, bir uzlaşmazlıklar arenası olduğu saplantısını çocuğa dayatmak söz konusu.

Şiddet özü itibariyle bir gerilim ölçüsüdür. Zıtlıklar arasındaki mesafenin veya uzlaşmazlığın derecesidir. Dolayısıyla beklenmedik yoksunluklar, çatışan menfaatler, hayatımızı koruyan değerlerin önemi gibi konular her zaman bir fevkalâdeliğin, tezadın konusu olarak karşımıza çıkarlar.

Çocuk edebiyatı ile ilgilenenlerin genel eğilimi, çocuğun tamamen çatışmasız bir hayal alemine taşımak…

Dünyaya zarar vermemenin asloduğunu anlatmak şüphesiz önemli. Burada atlanan önemi nokta, bunun önce aile içinde öğrenilmesi gerektiği…

Şiddetsiz bir edebiyatın aynı zamanda kahramansız bir edebiyat olacağı daima gözden kaçırılıyor. Değerlere sahip çıkan ve onların haklılığını daima gösterebilen bir kahraman olmaksızın “barışın” veya “kardeşliğin” önemi nasıl anlatılabilir?

Çocuk edebiyatı duyarlılığında en temel yanlış, çocuğun muhakeme yeteneğini yok saymak. Onun kendince bir değerlendirme yapamayacağını düşünmek. Elbette bu melekeleri yaşlarına, aldıkları aile terbiyelerine ve uyaranlara göre değişiklik göstermekte.

Çocuğu şiddetten uzak tutmak adına ölümün, çatışmanın hiç olmadığı bir hayal dünyasına sürüklemek onu sağlıklı kılar mı? Sanırım üzerinde anlaşılamayan temel konu bu.
Mutlak şiddetsizlik eğilimi, çocuğu korumak için ideal gibi görünse de aslında büyüklerin bir terbiye kolaycılığı gibi görünüyor. Çelişkinin gayrı tabii bir şey olduğunu öğrenmeleri için onları çelişkiden uzak tutmamız çare olamaz.

Evlerinde doğru ebeveyn ilişkisini gören çocuklar için çatışma veya çelişki geçici ve baş edilebilir bir şey olacaktır. Bu tip durumlar, onlar için “kahramanın” aşabildiği geçici fevkaladelikler olarak belirecektir. Onlar çatışmanın mutlak olmadığını bileceklerdir. Evlerindeki tebriye durumunu göz ardı ederek çocuklarımızı gerilimden uzak tutmaya çalışmak, on ancak hayata hazırlıksız bırakmak demek olacaktır.

Oysa bütün masallarda hayat ve ölüm, zafer ve mağlubiyet iç içedir. Kötülerin cezalandırılmasından veya öldürülmesinden bahsedilir.
Yapılması gereken onlara saf barıştan oluşmuş, pamuk şekeri bir dünya anlatmak yerine, doğru davranışın, her türlü çatışmada üstün geleceğini anlatabilmektir.

14 Temmuz 2009 Salı

KERKÜK KATLİAMI'nı Untmayalım!

KERKÜK KATLİAMI (14-16 TEMMUZ 1959)
14 Temmuz 1959 günü geldiğinde, şehir yüze yakın zafer takı ile süslenmişti. O gün yapılacak şenlik ve törenler için şehir, adeta büyük bir bayram hazırlığı yaşamıştı. Günlerce süren bu hazırlıklar tamamlanmış, çoluk-çocuk, küçük-büyük, kadın-erkek bütün şehir halkı milli kıyafetler içinde, o gün kutlama töreninin başlamasını bekliyordu. Kavurucu sıcakların biraz azalması üzerine, akşam saat 18.00'den itibaren halk cadde ve sokakları doldurmağa başladı. Giyilen rengarenk milli kıyafetlerle halk, bayram sevinci içerisinde türküler söylüyor, milli oyunlar oynuyorlardı. Saat 19.00'da ise, resmigeçit başladı.


Resmigeçidin ön sıralarında yer alan kişiler arasında Belediye Başkanı Maruf Berzenci ve komünist olan resmi yöneticiler ile İleri Gençlik, Barış Severler, Devrimci Öğretmenler ve Halk Mukavemet Teşkilatı gibi komünist kuruluşlar ve yüzlerce militan vardı. Bu arada, belirli bir plana göre hazırlanmış olan militanlar, gericilik, turancılık ve faşistlikle suçladıkları Türkler aleyhine çeşitli sloganlar atıyorlardı. Saat 19. civarında ilk silah sesleri duyuldu ve Türkler yer yer saldırıya uğradı. İlk olarak Türklerin oturduğu 14 Temmuz Kahvesi'nin sahibi Osman Hıdır, atılan kurşunlarla şehit edildi; ayaklarına ipler takılarak, bir motorlu araca bağlandı ve sürüklenmeğe başlandı.


Silahsız ve sadece cumhuriyetin ilanının birinci yıldönümünü kutlamağa çıkmış bulunan Türkler, otomatik silahların taraması ile dağılmaya başladı. Kadınlar, çocuklar panik içinde koşuşmağa ve şaşkınlık içinde sığınacak yer aramağa koyuldu. Böylece 3 gün 3 gece süren ve tarihe Kerkük Katliamı olarak geçen soykırımı başlamış oldu. Halkın panik içinde köşe bucak saklanmağa çalışması üzerine, 2'nci Tümen Komutanlığı'nın emriyle sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ancak çok geçmeden, bu yasağın sadece Türkler için ilan edilmiş olduğu anlaşıldı. Daha sonra Türk toplumunun ileri gelenleri, 2'nci Tümen Komutanlığı'nca istendikleri gerekçesiyle, evlerinden alınarak,Kerkük kışlasına götürüldü. Burada kurulan sözde halk mahkemelerinde, beş-on dakika içinde yargılanarak, kurşuna dizildiler.

Ordu, polis ve sivil teşkilatlar ile komünist partinin üyeleri elele vererek, evlere baskınlar yaptılar ve yüzlerce Türk'ü tutukladılar. Bir kısmını barakalara doldurarak, süngü ve dipçiklerle katlettiler. Evlerinden alınan bazı Türk liderleri, ailelerinin gözleri önünde makinalı tüfeklerle şehit edildiler. Daha sonra ayaklarına ipler takılarak, motorlu araçlarla cesetleri sokak sokak sürüklediler. Irak Türklerinin değerli evlatları olan Ata Hayrullah ve kardeşi Doktor Yarbay İhsan Hayrullah'a bu şekilde kıydılar. Bazı Türk evladı da tutuklandıktan sonra, ayağına ayrı ipler takılarak, ters yönde hareket eden iki ayrı cipe bağlandı ve böylece iki parçaya ayrıldı. Bazılarının cesetleri sokak sokak sürüklendikten sonra, üzerlerinden kamyon ve traktörler geçirildi.


Daha sonra adları tesbit edilen diğer Türk aydınları da, sırayla evlerinden alındı ve aynı akibete maruz kaldı. Gözü dönmüş caniler, insanlık dışı vahşetler işlediler. Kimilerini diri diri toprağa gömdüler. Kimilerini elektrik direklerine astılar ve kızgın güneş altında bıraktılar. Kimilerinin gözlerini oydular. Ölenlerin yanısıra, binlerce Türk, çeşitli biçimde yaralanmıştı. Bu vahşetleri gören bazı kişiler, aklını kaybederek çıldırdı. Korku ve dehşet yüzünden bazı hamile kadın da çocuğunu düşürdü. Hastaneler yaralılarla doldu; tutukevleri ve hapishanelerde de yer olmadığı için, birçok okul, cezaevi haline getirildi.


Bu vahşetler devam ederken, Türklere ait mağaza, dükkân, ticaret merkezleri ve evler, çapulcular tarafından yağma edildi. Can güvenliğinin yanısıra, Türklerin mal güvenliği de kalmamıştı. Komünist ve Kürt yağmacılar tarafından talan edilen ve toplanan Türklere ait eşya ve malların, kamyonlarla kuzey bölgelerine taşındığı görüldü. Kerkük Katliamında şehit edilen Türklerin arasında, adları tesbit edilenler şunlardır: Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah, Kasım Neftçi, Selahattin Avcı, Mehmet Avcı, Cahit Fahrettin, Osman Hıdır, Emel Muhtar Fuat, Cihat Muhtar Fuat, Nihat Muhtar Fuat, Nurettin Aziz, Abdullah Bayatlı,İbrahim Ramazan, Abdulhalik İsmail, Hasip Ali, Cuma Kamber, Kâzım Abbas Bektaş, Şakir Zeynel, Hacı Necim, Enver Abbas, Adil Abdülhamid, Züheyir İzzet Çaycı, Fethullah Yunus, Kemal Abdulsamed ve Seyit Gani Nakip.

İnsanlık tarihinde benzeri görülmemiş bu kanlı olayların duyulması, bütün Irak'ta büyük yankı uyandırdı ve şok etkisi yarattı. Irak'ın dışında duyulan bu soykırımı haberi, dış basında ve radyolarda geniş biçimde yer aldı. Şam, Kahire, Beyrut ve Londra'da da duyulan Kerkük Katliamı'nın haberlerine Türk basını da geniş yer verdi. Kerkük Katliamı'nın iç ve dış kamuoyunda tepki ve nefret uyandırması üzerine, General Kasım 20 Temmuz'da Bağdat'taki Mar Yusuf Kilisesinde söylediği nutukta, soykırımı hareketini telin etmek ve sorumluları kınayarak, suçluların ağır biçimde cezalandırılacaklarını bildirmek zorunda kaldı. Kasım, katliamın maksatlı olarak tasarlanmış olduğunu ve sorumluların mahkemeye verileceğini ilan etti.

12 Temmuz 2009 Pazar

Türkiye’de Liberallerin Fikrî Donmuşlukları




Batıdan tercüme malumat ezberciliği” önceleri sadece Türkiye solunun problemi gibi görünüyordu.
Bu ezberciliğin en büyük zaafı batı ideolojik kaynaklarının, batı kültür tarihinden ne kadar etkilendiğini bilmemeleriydi.




Meselâ kapitalizmin bir numaralı etik müdafii Ayn RAND’ın ABD tecrübesine ne kadar bağlı olduğunu, kapitalizmi sadece enternasyonal bir değer olarak değil aynı zamanda Amerikan ulusunun bir değeri olarak gördüğünü hiç görmemişlerdir.




Ve yine meselâ Alman-Avusturya kökenli liberal düşünürlerin milliyetçilikle ilgili beyanlarının kültürel tarihine hiç dikkat etmemişlerdir. Bu düşünürler için milliyetçilik ancak NAZİ zulmünün aklayıcısı bir toplumsal histeriydi. Ama onlar dünyanın geri kalanında, milliyet duygusunun nasıl tezahür ettiğini bilmiyorlardı.




Oysa ülkelerinden kaçıp da sığındıkları Anglo sakson dünyasında meselâ İngiltere’de İngilizliğin sembollerine uyum sağlarken bu sembollerin nasıl asırlardır kıskançlıkla korunduğuna hiç şaşmadılar. Popper kraliçenin huzurunda Anglosakson dünyasına adım atarken bu seremoninin İngiliz olmanın anlamı olduğunu acaba fark etmiş miydi?




Liberaller, modern devletin oluşumuna dair gayet akılcı izahlar getirilerken aynı şeyin toplumların uluslaşma tanımlarında nasıl bir değişime yol açtığı konusunda hiç kafa yormamışlardır. Maalesef görebildiğimiz kadarıyla batılı liberaller de aynı noksanla maluldür. Bütün entelijansiyası batıya taabiyetle karakterize Türkiye gibi bir geri kalmış bir memlekette de elbette toplumsal değişimlerle ilgili özgün fikirler üretilmesi imkânsızdı. Bu hem batıya muhtaç olmak, hem entelektüel profesyonelizmin getirdiği fikri donmuşluk hem de bu donmuşluğu besleyen fikri “kastlaşmayla” beslendi.




Bu fikir donmuşluk o kadar kutsandı ki bütün entelektüel faaliyet, “büyüklerin” eserlerinin naklinden ibaret sayılmaya başlandı.Oysa bu eserlerin toplumsal yapımız açısından yorumu hiç yapılmadı. Milliyetçiliği NAZİZMden ibaret sanan Hayek milliyetçilere karşı kullanılırken, onun toplumsal değişmenin kendiliğindenlik fikrinin uluslaşmayla ilgisinin kurulmasına hiç çalışılmadı. Çalışılması da imkânsızdı. Çünkü maalesef liberal okumuşlar da memleketin diğer donmuş zihinli, profesyonelist, kast mensuplarından farksızdı.




Hal böyle olunca mesela “millet”, “etnisite” farklılığına da bakılmadı. Bu konuda belirleyici olanlar ezelden enternasyonalist olan sosyalistler oldu. Liberallerin bütün yaptıkları, sosyalistlerin “ulus” ve milliyetçilik tanımlarını “hümanizm” diye benimsemek oldu. Bu konuda liberallerin sosyalistlere göre gizli bir aşağılık kompleksine kapıldığı gibi bir izlenimden bahsetmeliyiz.




Liberaller, tarihi Fransız İhtilali’nden başlatan sosyalistlerle aynı şeyleri söylemekte beis görmediler. Bu belki kestirmeden bir hümanizm, zahmetsiz ve etik bir vatansızlık için meşruiyet sağlıyordu ama toplumların, Fransız İhtilali’nden önceki durumlarını, uluslaşmanın gerçek aşamalarını anlamalarını sağlayamıyordu. Zaten bunu anlamak da liberaller için gereksizdi. Çünkü onlar etik geçerliliği kabul edilmiş bir enternasyonal fikir elitinden ayetlere iman ederek görevlerini yerine getiriyorlardı.




Liberallerin devletçilik muhalefeti ezberleri açısından oldukça tutarlıdır. Buna mukabil, devletin de “dönüştürülebilir” olduğu dolayısıyla kötülüklerinin giderilebilir olduğu ısrarla görmezden gelinmektedir.


Bu, devletçe yapılan bazı yanlışların tarihsici bir kinle adeta değiştirilemez mutlaklar olduğu kanaatini yaratmakta ve bu kanaat de ülkemizdeki etnik ırkçılık ve etnik terör yanlılarınca gayet güzel istismar edilmektedir.


“….Barışçıl uluslar arası işbirliği kendilerinin ve milliyetçilerin hedefledikleridir: uluslar arası işbirliğinin çatışmadan çok daha uygun bir araç olduğuna inanmaktadırlar. Milliyetçilerin iddia ettiklerinin aksine, liberaller yabancılar lehine kendi uluslarının çıkarlarına ihanet etmek için barış ve serbest ticaret taraftarı değildirler. Tam tersine kendi uluslarını daha zengin yapmanın en iyi aracı olarak barış ve serbest ticareti görmektedirler. Serbest ticaretçiler ile milliyetçileri ayıran şey amaç değil, her ikisinin de ortak amacı elde etmek için tavsiye ettikleri araçlardır…”*


Mises’in bu satırları Türk liberalleri açısından çok uyarıcı cümleler ihtiva etmektedir ama donmuş malumat ezberleri, bu cümleler üzerinde düşünmelerini imkânsız hale getirmektedir.




Bu cümlelerde dikkate değer en öneli husus liberallerin “ulus” realitesini inkâr etmedikleri, ulusun menfaatini düşünmek açısından milliyetçilerden çok da farklı olmadıklarıdır. Bu cümlelerdeki bir diğer ders de milliyetçiliğin kolektivist, otokratik ve merkantilist olmasının gerekmediği, aksine eğer bunlardan kurtarılması gereğidir. Bir Türk entelektüeli için bu satırlar yalnızca milliyetçiliğin liberalizm karşıtı bir kötü olduğu anlamına gelmemelidir. Bu cümlelerden kendi dinamiklerimizi daha müspet kanallara yöneltmek için faydalanabilmelidir.




Oysa maalesef Türk liberallerinde ne böyle bir niyet ne de kabiliyet vardır. Mises gibi bir düşünürün satırlarından habersiz olmaları da mümkün olmakla beraber bu satırlardan sonra hâlâ “milletin” Fransız İhtilali’nden sonra uydurulmuş bir şey olduğunu iddia edebilmeleri inanılmaz bir taassup ve kin örneğidir. Yorumlama yetersizlikleri etnik ırkçılara sürekli istismar edilmekte ve adı Türk olan bir devletin yok edilmesi için mükemmel bir manivela olarak kullanılmaktadır.




Yorumlamamaktaki ısrarları, yorumlama yetersizlikleri ve kendilerine yakın durmaya çalışan yorumları ezberlerine dayanarak peşinen reddetmelerinin yanında etnik ırkçılığın gerek teorisini gerekse şiddet eylemlerini eleştirmek yönünde hiç bir gayret göstermemeleri Türk liberallerinin 80 öncesi Demirperde ajanlarının, yeni türleri olup olmadıklarını artık çok ciddi şekilde düşündürmekte.
*Mises,L.,;”İnsan Eylemi”; Liberte;2008; Shf;179.

10 Temmuz 2009 Cuma

Fırsat Eşitliği, Öğretim Ve Refah Seviyesi


İktisadî tartışmaların, üzerinde çok patinaj yaptığı ama asla bilhakkın tanımlanmamış bir kavramdır, “fırsat”.


Fırsat, ferdin seçimlerine bağlı edinilmiş imkânların genel adıdır.

Bu açıdan fırsat “verili” değildir, yaratılan bir imkândır.


Fırsatın “dağıtılan” bir değer olduğu yanılgısı, “sosyal adalet” yanılgısındaki dağıtımcılıkla aynı mantığı kullanır. Bu mantığa göre, adalet de fırsatlar da bir otorite tarafından “eşit” dağıtılarak toplumsal düzen sağlanır, sürdürülür.


Fırsatı kavramını fertten ayrı ve aşkın bir şeymiş gibi ele aldığımızda bu mantık tutarlıdır. Genellikle de bazılarının hayata daha şanslı başlamaları örnek gösterilir.
Hayata başlangıcımız konusunda herhangi bir irade serdedemeyeceğimize göre şansımızdan dolayı bizim suçlanmamız veya eşitlenmeye çalışmamamız saçmalıktır. Zira doğuştan sahip olduğumuz fırsatlar veya imkânlar da ancak ebeveynimizin ileriye dönük aklî yatırımlarının neticesidir. Zaten hepimiz bunun için çalışmaz mıyız? Çocuklarımızın hayata bizden daha ileri bir noktada başlaması için değil midir bütün gayretimiz?


Fırsat, ferdin neyi imkân kabul ettiğini gösteren bir seçimdir. Aynı şartlarda hemen hemen aynı özelliklere sahip görünen kişilerin, ortam şartlarından farklı yararlanmaları bunun en güzel delilidir.


Aynı yaşta ve aynı çevrede yetişmiş iki çocuğu bir çamur havuzuna bıraksak ve ellerine hiçbir kılavuz, alet bırakmasak bunlardan biri kuvvetle muhtemeldir ki çamurla kirlenmekten dolayı üzülecek ve oradan kurtarılmayı bekleyecektir. Diğeri ise gene muhtemelen içinde bulunduğu şartların keyfini çıkarmaya bakacak, çamurdan heykeller yapacak ve belki daha da ileri gidip onları satmayı düşünebilecektir. Onları satmaya başladığı anda kümülatif şekilde bir sonraki nesilde çok daha müreffeh bir yaşantının temellerini atacaktır. İki çocuğun yaşantısı arasındaki fark daha çamurdan heykel yapmayı düşünen çocuğun bu haylinin belirdiği anda başlamıştır.


Fırsat eşitlemek fikrinde dünyaya farklı zekâ ve yeteneklere sahip olarak gelmiş çocuklara aynı şekilde verilen eğitimin onar arasındaki farkları azaltacağı kanaati hâkimdir. Burada yanılınan nokta her zekâya uygun bir tek eğitim şeklinin var olmayışıdır. Bunun yanı sıra verilen bilgilerden çocukların yararlanma şekilleri önceden tespit edilemez ve kumanda edilemez. Çocuklar verilen bilgilerin bir kısmını ilginç bulup yaratıcılıkları için kullanırken diğerlerini dikkate almazlar. Buradaki seçim aslında “fırsatın” doğuş anıdır.


Çağdaş eğitim sistemlerinde öğrencilerin eğilimlerine uygun yöntemler ile ilgilerinin, yaratıcılıklarını ateşlemesi sağlanır ve çocukların kendi fırsatlarını yaratmaları sağlanır.
Bu basit bir hümanist yaklaşım mıdır? Bu yaklaşım ister hümanist, ister faydacı olsun neticesi, çocuğun yaratıcı fikirlerini bir an önce geliştirmesi sayesinde refahı yaratan ürünlerin meydana geliş maliyetini düşürmektedir.


Oysa fırsat eşitliği ile tek tipleştirilen eğitim modellerinde çocuklara bu farktan utanmaları, kendilerini geri çekmeleri öğretilirken öbür yandan, zekâlarına uymayan konularda zorlanarak hepsi ortalama bir zekâda eşitlenmeye çalışılmaktadır.


Bu moral ve teknik modelde çocukların çok azı kendi fırsatlarını seçebilmekte, gençlik çağlarında devletin belirlediği ve bu yüzden de aşırı derecede çarpıtılmış ir ekonomik düzende kendi zekâlarının ürünleri ile değil de gereken otoritelere yakınlık konusunda kendilerini zorlamakta ve tabir-i caizse büyük oranda bürokratik moronlar haline gelmektedirler.
Bir piyasada ( Ayrıca “serbest” demek ihtiyacı duymuyorum, serbest olmayan bir mübadele ortamı, piyasa olmak özelliğini kaybetmiştir.) nereden mezun olduğunuz bir dereceye kadar önemlidir. Sizi önemli kılan, işletmenin verimliliğine uygun şekilde üretip üretemeyeceğiniz, maliyetlerin düşmesine yardım edip edemeyeceğinizdir.


Oysa hiçbir diploma size yaratıcılık ve heves kazandıramaz. Memleketimizde meselâ çok sayıda mimarlık fakültesi vardır ama mimarlık ülkemizde hiç de arzu edilen seviyede değildir, yaratıcılıktan uzak, taklide dayalı ve cehaletle malul bir haldedir. Diploma yalnızca işin teknik yeterliliğine sahip olduğunuzu belgeler, o işi yaratıcı, verimli yapıp yapmayacağınızı gösteremez, sizin hevesinizi ispatlamaz. Diplomayla ressam olamazsınız, diploma sizin için senfoniler besteleyemez, diploma sizin yerinize romanlar yazamaz.
İşte fırsat eşitlemeciliğinin öldürücü, temel yanılgısı budur.


Eğer muhakkak bir fırsat eşitliğinden bahsedeceksek çocukların kendi fırsatlarını seçecekleri ve yaratacakları bir hürriyet ortamını onlara sunmalıyız. Bunun da makro seviyedeki görünümü piyasa ekonomisidir. Kendi yeteneklerine ve arzularına göre gelişmiş fertlerin her birinin kendi ödülünü özgürce arayabileceği bir ortam yaratılmazsa, piyasa verileri devletin “âkil” adamlarınca mütemadiyen çarpıtılıyorsa emek arzı ve talebi de bundan akıl almaz derecede zarar görür. İletişimi zayıf, tembel ve sosyal zekâsı tartışmalı lise mezunlarının sırtlarını devlete dayayabilmek için eğitim fakültelerine akıl etmeleri sanırım bunun en güzel delilidir. Oysa çocukların bilgiyle, öğrenmeyle ilgilenmeleri, bundan zevk almaları için her şeyden önce öğretmenlerin doğru rol modelleri olması gerekir.


Fırsat eşitliği dayatması, meselâ öğretmenliğe uygun olmayanların da “ekmek yemesi” eşitliği hümanist düşüncesi yüzünden, öğretim sistemimizi yerle bir etmiştir. Bunun maliyeti, nüfusla orantılı olarak kaybedilen iş saatleriyle karşımıza çıkmaktadır. Bu kayıp iş saatlerinin yol açtığı maddi kayıpları hesaplamamız mümkündür ve bu maliyet gelişmiş ülkelerle aramızdaki farka büyük ölçüde ışık tutacaktır.





Gerçek Hak İhlali Doğu Türkistan'da Liberaller Nerede?


İşçi Partisi güruhunu anlıyorum. Onlar ezelden komünist Çin’in sözcüleriydi. CHP güruhunu da anlıyorum, onlar zaten “Türk” adından nefret eden, enternasyonalizmi temsil ediyorlardı. Bakmayalım şimdi ellerine bayrak falan aldıklarına, özleri değişmemiştir. ÖDP deseniz, zaten onun ufku Şili’den, Venezuella’dan gayrısına kapalıdır. SHP diye bir parti var, ne iş yapar bilemiyorum. Bir de Engin ARDIÇ’ın pek bel bağladığı, yeni bir sol parti kurulmuş idi, sözüm ona özgürlükçü, demokrat falan olacakmış da darbeleri falan kabul etmeyecekmiş?( “Silâhlı propaganda ahlâksızlığı konusunda hiçbir yorum yok ama, dikkatinizi çekerim. Mesele, sınıf savaşı olunca silâh mübah…)


Sanırım Türkiye solunun belli başlı temsilcilerini saydık? Bunların ortak özelliği nedir? “millet” kavramını reddetmeleri, milliyet kavramını faşizmle, ırkçılıkla suçlamaları, karalamaya çalışmaları, etnik olan ne varsa, şiddet dahil her yönden desteklemeleri. Netekim bugün başımıza belâ olan etnik şiddetin ideolojik babası Türkiye soludur.


Bunları niye yazdık? Bunları yazmamızın sebebi, açık ve mel’un bir işgali yaşayan Uygur Türk’lerinin dertlerine karşı sol ilgisizliğin tabiliğini göstermek için…
Peki bilhassa son iki yıldır, devletçilik karşıtı olmak adına durmadan Türk devletini, kendi coğrafyasında işgalci, ırkçı, zalim diye göstermeye uğraşan liberallerin bu konudaki tutumları ne?


Elbette liberal tutum, ezilen kim var ise onun arakasında durmayı gerektirir. Üstelik bu tutum, Marksistlerinki gibi oprotünist, iki yüzlü faydacı bir mülahaza ile değil, temel haklara duyulan samimi bir saygıya dayanır, dayanmalı.


Ama maalesef, Türkiye liberalleri için “herkes için ve her zaman” geçerli olan ilkeler bir anlam taşımıyor gibi görünüyor. Onlar yalnızca Türk karşıtı bir enternasyonalizmi, hümanizm diye bize dayatıp etnik ırkçılığın “temel haklar “ düşüncesini alabildiğine istismar etmesini sağlamak dışında hiçbir iş yapmıyorlar.


Dolayısıyla, muhafazakâr eğilimli olmasını beklediğimiz, içinden çıktığı toplumun kimliğine, sosyalistlerden daha sıcak bakacağını ümit ettiğimiz liberaller, Türk ile ilgili hak ihlallerini görmezden gelirken sanırım hiçbir vicdanî rahatsızlık duymuyorlar.

Türk Milleti'ne yönelik her türlü şiddette liberaller, solculardan çok daha büyük bir vebal altında. Çünkü iş Türk’e gelince, ahlâkî temeli çok güçlü bir temel haklar düşüncesini bir kenara bırakabiliyorlar. Ama şunu da belirtmemiz lâzım. Sorun liberalizmden değil, Türkiye liberallerinden kaynaklanıyor.

Damal Sırtlarından Doğan Mucize!


Sabah'ın 4 Temmuz tarihli haberinden bir alıntı yapacağım.


Meşhur "Damal Dağı mucizesi" sebebiyle CHP lideri Baykal bakalım neler demiş?



"....İlk olarak bulut nedeniyle silüetin yarım olarak görünmesi üzerine Baykal, ''Türkiye'nin bugünkü şartlarında bu kadar. Anlayan anladı'' yorumunu yaptı.Silüetin tam olarak belirmesinin ardından ise Baykal, ''Bize gülümsedi, tam çıktı'' dedi....."


Birincisi: O bir silüet değil, gölgedir! Silüet, bir objenin arkadan ışık alarak, bize bakan tam ışıksız planının verdiği görüntüdür. Burada Atatürk bu şekilde bir görüntü vermemektedir. Yeryüzü şekillerinin belli bir açıdan ışık almaları halinde ortaya çıkan, resim dilinde "atılan gölge" denen türden bir gölgeden ibarettir.


"Ölülerden medet ummayı" çağdaşlık için leke kabul etmesi gereken, Atatürk tefsiri tekelini ellerinde bulunduranların, dağ başındaki bir gölgeden memleket ahvali yorumu yapması, bir gölgeden medet umması, bir gölgenin"gülümsediğinden" falan bahsetmesi, "Olacak O Kadar" tarzı "aptal çevirmeni" komedilerine bile taş çıkartan bir şey.
Bari sonraki seçimler için de bir şeyler sorsaymış Sayın Baykal. Belki Damal eteklerinde bir şube açıp çağdaşlığından emin olunan, helal süt emmiş bir partiliye gölgeden siyaset, iktisat ve hatta altılıyla ilgili bilgiler alması için görev de verilebilir yani?


Türbe ziyaretini gericilik sayıp Anıtkabri çağdaş türbe haline getiren, çaput bağlamak yerine deftere şikâyet yazan ilerici abilerimize bakınca ikiyüzlülüğün de bayağı zor zanaat olduğunu düşünmeden edemiyor insan.


Bu tarz haber yorumları dükkânın pek tarzı değildir aslında ama gölgeden tebessüm uman hödüklüğe de daha fazla kayıtsız kalamaık.


Ne demişler? "Fala inanma, falsız da kalma bacım.."


8 Temmuz 2009 Çarşamba

İnkâr ve İmhanın Gerçek örneği

Ülkemizde doğum tetanozundan ölmemeleri için dağ bayır gezip de kurtadığımız, sonra da bize "İşgalci" diyen, bizi "inkâr ve İmha" ile suçlayanlar var ya... Bakalım gerçek inkâr ve imha nerede yapılıyor?





"Doğu Türkistan" denen bölge kadim bir Türk yurdu.






Yusuf Has Hacip gibi bir dehayı yetiştiren toprak.

Kutadgu Bilig gibi bir adalet kitabının yazıldığı memleket.

20. Yüzyılın ortasına kadar Türk vatanı olarak kalan, kahraman Türk evlâdı Osman Batur tarafından da geçici bir süre için bile olsa Rus ve Çinli işgalcilerden temizlenmiş bir yurt parçamız.

Doğu Türkistan dünyanın gözü önünde komünist Çin emperyalizmince işgal edildi. Bu işgale "Türk" saydığımız ve bize durmadan ahlâkı ve insnalığı öğreten solcularımızın gıkı bile çıkmadı, hâlâ çıkmıyor.

Bu bölge aynı zamanda komünist Çin'in meskun mahallere yakın nükleer denemeler yaptığı, sekiz aylık gebelikleri dahi sonlandırarak ırkçı nüfus kontrolüne giriştiği bir bölge.

Daha korkuncu, Çinlilerin Uygurlara duydukları toplumsal nefret. Sabah'ın bu günkü haberinde şunlar yazıyor:

Sayıları bini bulan Han Çinlilerinden oluşan ve "Uygurların kökünü kurutun", "Ülkemizi Uygurlardan temizleyin" sloganları atan öfkeli kalabalıkla Uygur Türkleri çatıştı. Han Çinlileri, kendilerini ve mal mülklerini Uygurlara karşı savunduklarını anlatıyorlar. Bir Han Çinlisi, "Artık saklanmayacağız. İsyancılar gelirse onlarla savaşacağız." dedi.

Orası Çin ülkesi değil. Çin orada mütecaviz ve işgalci. Buna rağmen Çin toplumun bilincine yerleşmiş olan bu ırkçılık ve saldırganlık bizim "hümanistlerimizin" vicdanlarında en ufak bir kıpırtı yaratamıyor.






Soydaşlarımızı katleden Çin ırkçılığını ve emperyalizmini tel'in ediyorum!









6 Temmuz 2009 Pazartesi

Sabahın tedirgiliğiyle sarılmışken...

Sevgili Kardeşim,
Hayat tatminler için çok kısa ve sevgiler için bir rüya uçuculuğunda… Ve ne yazık ki ancak bir yol sunuyor bize. O yolu seçmek bize kalıyor.

“Derinlik”... Aklıma gelen tek kelime şu anda bu…
Yürüdüğün sokaklardan akmış hayatların, dinlendiğin gölgelerde uçmuş solukların hep izlerini hatırlamalısın.

Çünkü hepsi anlamlı anların anılarıdır.

Çünkü her bakış , her bir arkadaşlık, her bir acı ve her bir aşk o derinlikte buluşur ve serinletir bunalan ruhumuzu.

Bize insan olduğumuzu hatırlatır.
Ve sen sevdiklerinin hatırına hatırlamalısın.

Ölmüşlerin ardından...






Karl Malden ölmüş. Karakter oyuncusu olarak nitelendirilmiş. Bu ikinci sınıf oyunculuk mudur, bilemem ama bana sinemada bir gedik bırakıp gitmiş gibi geldi. En azından çocukluğumun hayal aleminden bir güleryüz gitmiştir.




Michael Jackson ölmüş… Bir eriyişin bitişi… Bir yok oluşla Azrail’in mutabakatı. Bir sözleşme feshi… Hayal ülkelerinde yaşayacak bir fırtınanın vedaı.












Kurtuluş Türkgüven ölmüş… Tanımazdım merhumu… Ve bu tanımazlıkta bir burukluk taşırım… Benim dilimden bir gölge gibi geçip gitmiştir diye… Benim ülkemden bir ses göçüp gitmiştir diye… Belki benim hatıralarımla aynı yolları aşındırmıştır diye…