29 Mart 2009 Pazar

Tatar Çölü


Ne zamandır okuduğum kitaplarla ilgili birşeyler yazmak istiyordum. Nedense sanki çok ağır felsefe kullanmazsam, didaktik ukalâlıklar etmezsem olamzmış gibi geliyordu, hâlâ geliyor ya...


Dino Buzzati'nin "TatarÇölü'nü" askerdeyken okumuştum. Nereden baksanız 6- 7 yıl evvelinden gözüme takılmıştı...


Okumalarım kadercidir benim... Disiplinli okumaya inanmam. Bu, disiplinli ilişkiler kurmaya benzer çünkü, açıkça saçmadır.


İşte bu yüzden ne zamandır görmezden geldiğim artık selam vermek zamanının gelip çattığını içten içe kuvvetle hissettiğim bir kitabı alıp okuduğumda Buzzati zaten beni çoktan sarmıştı.


Tatar Çölü yalnızlığın narkozunu anlatır.


O, bir görecelik saatidir aynı zamanda.


İnsanlardan ve bildiğimiz dünyadan tecrit edilmiş insanın algılarının nasıl değiştiğini muhteşem anlatır. Diyorum ya o sırada askerdeydim...


Bir kitap ancak bu kadar "zamanında" okunabilir. Bu bir tür "sihir". Doğru yerde ve zamanda değilseniz. kuzeyin bozkırlarındaki meçhul düşmanı her gün bekleyen askerlerin ruhunu anlayamazsınız.


Kadınlar belki anaç bir endişeyle bir empati geliştirebilir ama bir asker.. Bence bu kitabı en iyi, bir asker anlar.


Sıradan insanlar için inanılmaz derecede sıkıcı te tekdüze bir ortamı, insanı hop oturtup hop kaldıran bir esrar diyarına döndürmüştür Buzzati!


Kendinden kaçıp düşmanın hayaline sığınanlaırn hikâyesidir "Tatar Çölü"...


Zamanı durdurmak isteyenlerin öyküsüdür aynı zamanda.


Hayatın, özünde ne kadar hikmetli ve mucizevi olduğunu, ölmeye yatmanın ürpertisiyle anlatan bir öyküdür.


Ve Tatar Çölü, aslında içimizdeki çölü anlatan enfes bir öyküdür.


İşte bu yüzden severim Tatar Çölü'nü...



28 Mart 2009 Cumartesi

Lüzumsuz Okumalar Müdürü


Şu sıralar deli gibi İniglizce okuyorum. Dean Koontz’un bir kitabını aldım, yanında da ne bulursam…

Maksat güya KPDS’ye hazırlanmak ama gitgide bir hazine avına dönüşüyor dil öğrenmek.

İşe yaradığını hissettiriyor insana. Başka bir yere açılmak, başka bir bikrime dokunmak.

Ruhumu varlığıma perçinliyor.

Başka bir iş yapsam içimi doldurabilir miyim bilmiyorum?

Başka bir iş yapsam, yazanın hayatını nasıl sabırla işlediğini ve hayatlarımıza nasıl eklediğini anlayabilir miyim, bilmiyorum? Bu önemsiz midir? Onu da bilmiyorum..

Sadece okumayı seviyorum…

27 Mart 2009 Cuma

Bir Adam Niçin yazar?


Bir adam niçin yazar?
Adamlığım konusunda ciddi endişeler taşıdığımdan aslında bu soruyu üzerime hiç alınmamam gerekir.
Gene de “Belki adam olurum?” hayaliyle yazıyorum herhalde? Belki soruyu kadın yazarlar olduğunu da göz önüne alarak “Bir insan niçin yazar?” diye sormalıydım?

Belki sürekli bir kaçış hali benimkisi?
Belki hiç bitmeyen kavgalardan sığındığım gizli bir liman?

Veya huzur arayışı? Ya huzuru bulursam bir gün? Belki çoğumuzun aradığı mutlak huzur ancak ölümdür ve belki bütün kavgamız ondan kaçmak içindir?

Belki başka yazarların var olma çabalarını, var olma şekillerini anlayabilmek için yazıyorum? Çünkü ancak onların hayatı bana “daha özel ve ayrı anlamlı” geliyor.

Yazmak kelimeleri havaya savurmak gibi… Hindiba tohumları gibi etrafa saçıp bir gün bir yerde yeşereceklerini ümit etmek…

Veya bir tür terapi… Olmayan bir yerlerin aslında olması gerektiğine dair duyulan cılız ümidiyle kulaç atmak… Varlığımın anlamını kendi kendime fısıldamak…

Bir yazar ne elde eder? Okur sevgisi veya talebi şüphesiz istenir… Ama bundan öte, sanırım sonu belirsiz bir seyahate adım atıp, onu bütün tehlikeleriyle yaşadıktan sonra karaya ayak basmanın, her seferinde eve dönebilmenin heyecanıdır yazarı ayakta tutan…

İşbu sebepten aklıma geliyor ki yazar ne toplum için yazar ne de sanat için yazar; yazar sadece kendisi için yazar….

Karl'a Mektuplar I



Sevgili Karl,

Ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. Şahsen, toplumsal düzenin oluşumuyla ilgili yazdıklarının yarısını son derece anlaşılmaz bulsam da, ne yapılması gerektiğine dair senden çıkardığım şeyler de tuhaf neticeler verdi.

Biliyorum sen kimseye bir reçete sunmadığını defalarca söyledin ama… Nihayetinde dünyanın nasıl bir yer olması gerektiği anlamına gelmiyor muydu yazdıkların?

Ben de anlayabildiğim kadarıyla senin dediklerini hayata geçirmeye çalıştım.

Proformya Prensi olarak epey yetkili biriyim, biliyorsundur… Kral babam bana yönetmeyi öğrenmem için bir eyalet verdi. Bunu daha kolay yapabilmem için de eyalertlerin en zenginlerinden birini verdi.

Görmelisin, baharda nasıl çiçeklenir her yan. Ülkemizin iklimi yumuşak olduğundan yılda iki ürün alabiliriz. Buğdayların başakları neredeyse erik gibidir. Geçen yıl ülkemizin petrolce zengin olduğu da ortaya çıktı. Babam, petrolün iyi bir zenginlik kaynağı olduğunu ve onun çıktığı arazi sahiplerinin de çok şanslı olduğunu söyledi.

Bu dedikleri, haddim olmayarak, çünkü o sonuçta kral, pek hoşuma gitmedi. Çünkü sen, aslında böyle şeylerin sahipliğinin olamayacağını söylüyorsun ki bu bana son derece sempatik geliyor. Yani düşünsene, sadece şansından dolayı bir petrol kuyusuna sahip olan bir adam neden diğerlerinden daha müreffeh yaşamalıdır?

Ülkemizde bulunan petrollerden benim eyaletim dışındakiler babam arazi sahiplerinin mülkiyetine bıraktı,ben bırakmadım.

Büyük petrol şirketleri o kuyuların sahiplerine epey yüksek ücretler ödediler, hepsinin adeta elini eteğini öptüler.

Oysa benim şehrimde hükümdar bendim ve benim elimi eteğimi öpmeliydiler. Netekim öyle de oldu. Bu açıdan memnunum.

Babamın hükmündeki yerlerde kuyu sahipleri çok zengin oldu, galiba onların yaşadığı yerlere yeni yerleşim yerleri ve fabrikalar açılmış, ne kadar doğru bilemiyorum? Soruşturdum, biz de oradaki fiyatlardan petrol satıyoruz ama nedense benim şehrimde herhangi bir yeni bir fabrika henüz açılmadı. Yani kğıt üstünde bakıldığında eyaletimin geliri çok fazla. Bu geliri halka eşit dağıtmaya çalıştık ama homurtuları dindiremedik. Neden şikâyet ediyorlar bir türlü anlayamadım? İşte yer altı zenginliğine sahip bir eyaletiz!? Herkese para dağıtıyorum!? Tabii bu işte en başta o bencil arazi sahipleri homurdandı ama onları eşitliği sağlamayı istediğim için böyle yaptığım konusunda ikna ettim. Bazılarını tutuklamak zorunda kaldım ama hepsi halkın iyiliği için! Öbür yandan… Dağıtılan paranın ancak bazı temel ihtiyaçlara yettiği konusunda şikâyetler alıyorum ki bu da bence hainlerin işi! Herkesin ekmek alabildiği bir ülkede bazılarının araba sahibi olamaması çok mu dayanılmaz bir şey?

Neyse ben gene yazarım, çok uykum geldi. Şirketlerden birinin yolladığı ısıtmalı su yatağındaki üç bin şarkıdan birini dinleyip, otomatik masaj fonksiyonuyla uyuyacağım. Bunları bizim yapamamamız ne kötü! Ama ben de halkımın ekmeğini sağlıyorum, değil mi sonuçta?

Sana fikirlerin için teşekkür ediyor, onları teker teker hayata geçirmek için söz veriyorum.

Hoşça kal.


Proformya Krallığı Diseplinya Eylaleti Prensi Valdez Ninelyus

Hakk'ın rahmetine kanatlanan er...



Can düşmanlarıyla paylaştığı işkence acısıyla kin kirini yıkayan, millete hizmet etmenin intikam hissiyle yürütülemeyeceğini hayatıyla gösteren, alperenlerin varisi, büyük bir Türk evlâdını kaybettik.

Muhsin Yazıcıoğlu, elim bir kazda Hakk’ın rahmetine kavuşmuş... Hakk’ın rahmetine kavuşmak sevinçli bir iş değil midir aslında? Ruhu şad mekânı cennet olsun.




Hümanizmin Tükçe'si olmaz zannedenlere de onun şiiriyle cevap verelim:




Yine korku ve telaş arasında kala kaldım,


Ne derler diye endişelendik maktulün başında.


Timsah gözyaşlarından daha masum değil gözyaşlarımız,


Caniyi besleyen korku ve telaşlarımız,


Hep korku ve telaşlarımızla süslediğiniz çatışma kültürünüz.


İnsan hakları söylemleriniz, medya maydonozu liberalleriniz,


Kan sızıyor Fırat'ın delinmiş tabanından toprağıma


Bağrımdaki bütün Mehmetler ağlıyor.


Oğlunun adını fatih koyan bütün Ermenilerle birlikte

26 Mart 2009 Perşembe

Ellerinden kanlı mektuplar aldığımdan beridir
Kanı benzettiğimden midir bilmem suya
Su gibi dindi gönlüm kalbim korkundan azade
Bir amansız yalnızlıktır bilirim
Hırçınlaştırır bıçaklarını
Bıçakların özünden bilenir
Sen bir uçurumdan yuvarlanmışsın
Yazık ruhun kurumlanmalarda
Talihsiz bir kazazede

Etnik Ayrılıkçılık “Millet” Yaratabilir mi?


Mazhar Bağlı adlı yazarın 25/03/2009 tarihli Star Gazetesi’nde çıkan şu satırları epey dikkat çekici:
"....
Paradigma değişiyor mu?


Kürtler, modern zamanlarda başlayan ve tüm dünyada etkisi hızla görülen etnik bilincin veya milliyetçiliğin yaygınlaştığı ve konuyla ilgili tartışmaların daha çok alevlendiği zamanlarda bu konuda bir gelişme, değişme yaşamadılar, yaşayamadılar. Siyasal alanı da içine alan bir etnik siyasi bilinç oluşturulamadı. Bundan sonra da tarih geriye döndürülemeyecektir. ‘Yeni bir ulus yaratma’ fikri bugünkü koşullara sahip bir dünyada kolay bir biçimde yer edinemeyecektir. Bu hem dünya siyaseti açısından hem de toplumsal taleplerin ve değişimin yönü açısından gerçekçi bir talep değildir. Var edilmek istenen durumun şartları geçti artık. Çünkü artık toplumlar, belli tarihsel ve kültürel dinamiklerden çok özgürlük, hukuk ve refah üzerine kurulu bir paradigmayı merkeze alan düşünceler etrafında oluşan kümelenmelere doğru hızla kaymaktadırlar. Tek etnik unsurları içeren yapılanmalardan çok kültürlü bir dünyaya doğru gidilmektedir. Zaten Türkiye’deki Kürt sorunu da tarihin dünya ile zamandaş bir pencereden okunmamasından kaynaklanmıyor mu?...."

Her şeyden önce, etnik ayrılıkçılığın her türlü eleştirisinin liberal camiada dahi susturulmaya çalışıldığı veya görmezden gelindiği bir ülkede, etnikçiliğin iki satırla olsa analiz/ tenkit edilmesi insana biraz olsun nefes aldırıyor.

Alıntılanan ikinci paragraf Türkiye Cumhuriyeti’ne mi izafeten yazılmıştır bilemiyorum ama etnik ayrılıkçı siyasetin “uluslaşma” kavramına yönelik bir eleştiri olarak okunması sanki daha isabetli olur gibi görünüyor.

Şöyle ki malum liberallerin dahi kendilerini kurtaramadıkları Hobsbaum’un “milletleşme” paradigmasına göre “ulus”, devletlerin bir icadı olarak doğmuştu. Bu durumda gerek komünist gerekse liberal bakışla “devletten kurtulmakla” milliyetçilik zehrinden de kurtulmuş olacaktık.

Toplumun oluşumuna dair kolektivist okulun erişemeyeceği bir basirete sahip liberal camianın millet gibi sosyolojik bir realiteyi, bu sığ bakış açısından yorumlaması inanılmaz bir tenakuz…

Bu bakış açısına göre uluslaşmanın yolu devletleşmektir ki 90’larda Balkan bölünmesiyle ortaya çıkan ve çabucak demode olan “mikro milliyetçilik” denen kavramın özü de budur. Herhangi bir etnik grup bürokratik bir otarşi kurduğu takdirde derhal “milletleşeceğini” sanıyordu.Bir de buna tarihsici bir meşruiyet kazandırdığınız takdirde bir millet olarak anılmamak için hiçbir sebep kalmıyordu.

Oysa milletleşme, hukuk birliği ciddi/ derin kornolojik kökene dayanan heterojen toplumlar için çoktan meydana gelmiştir ve şu zamandan sonra, dili veya ırkı farklı köylerden millet yaratmak mümkün değildir.

Kaldı ki milletlerin derin tarihi köklerinin yanı sıra, oluştukları hukuk temelinde yeniden ve modern bir dönüşüme doğru yürüdükleri de göz önüne alındığında bürokratik otarşiler oluşturmak ancak faşizan tektürlülükler meydana getirmeye yarayabilir.

Milletler neden modern bir dönüşüm geçiriyorlar? Bunun sebebi, göç hareketleri ve toplumsal beraberliğin, eskisine nazaran daha “soyut” bir hal alması. Bu iki faktör, toplumların heterojenitesini hızla arttırdığından, milletlerin kendilerine yeni katılan etnik yapıların uyumu için hukuk temelinde yeniden şekillenmesi kaçınılmaz oluyor.

Bu dönüşüm milletlerin yapısı için mümkün, çünkü millet oluşum itibariyle ciddi bir heterojenite barındırabilen en büyük sosyolojik yapı.Bu dönüşüm, milletlerin, katılan grupların kültürüyle zenginleşmesini doğururken, etnik grupları, kendi içinde kapalı yapılar halinde ayırmak onları milletleştiremeyeceği gibi, kültürel genetiğin hızla yozlaşmasına ve fakirleşmesine yol açar.

Dolayısıyla etnik gruplar için “kimliğin muhafazası”, onu “safsızlıklardan” ayırıp korumakla değil, ancak içinde yaşanan millet yapısında kalmakla mümkün olabilir. Çünkü millî kimlikleri dahi var eden ve sürdüren, “saflaştırma,” “yalıtma” değil, karşılıklı etkileşimdir.
Etnik ayrılıkçılar, fikirlerindeki faşizan özü inşallah yukarıdakine benzer eleştirilere bakarak fark edebilirler.

23 Mart 2009 Pazartesi

Yıpratılan Kelime: Terör



Korkuya düşürmek anlamına geliyor, kısaca. Karşıdakini akıl yoluyla değil de korku yoluyla “ikna” etmek demek.

Belli bir amaca korku ve dehşet yoluyla ulaşmak demek… “Bombalar savaşın parçası” diyen zihniyetin hareket tarzı yani.

Bu açıdan bakıldığında mesela, barışçı, demokrat geçinen Türk solunun, atası Lenin’den miras aldığı “silahlı propaganda” teriminin de yapışık ikizi…

Bu, nizami ordulara karşı yürütülen “gerilla harbinden” farklı şekilde düşman sayılan toplumun bütün fertlerine karşı yürütülen bir tedhiş hareketi… “Sadece ordularınızı değil, çocuklarınızı da yok ederiz!” anlamına geliyor.

Bu hareket tarzı devlet dışı örgütlenmelerce kullanıldığı gibi, devletlerce de kullanılabiliyor ki meselâ İsrail’in operasyonları bundan çok farklı değil.

Sorun şu ki silâhlı mücadelelerin gerekçesi, kapsamı ve ahlâkî sınırları konusu artık iyice bulandırılmış vaziyette.

Herhangi bir grubun kendi varlığına yönelik bir şiddeti durdurmak için harekete geçmek hakkı mutlaktır, buna kimsenin itirazı olamaz.

Buna mukabil bu hareket yalnızca, söz konusu grubun “varlığına” yönelik bir şiddet şartıyla meşrudur.

Bir grup insanın var olmasını istemeyen ve bu grubu ortadan kaldırmak için şiddete başvuran herkes karşılığını aynı şekilde alır.

Burada iki önemli hususa dikkat etmek gerekir:

1- Varlığa yönelik şiddete karşılık vermek dışında hiçbir hak müdafaası şiddet ile yapılamaz
2- Varlığa yönelik şiddeti durdurmakta, şiddet unsurları dışında kalan hiçbir kesime şiddet uygulanmamalıdır. Bu, savunmanın meşruiyet şartı olarak kabul edilmelidir. Savunmanın meşruiyeti sadece saldırıyı engellemekten kaynaklanmaz aynı zamanda saldırganın gayrı meşru metotlarına sapmamakla da kayıtlıdır.

Dolayısıyla “şiddet” kullanımı, en başta ahlâken sınırlanmış bir seçenektir. Varoluşsal bir tehdit şartı olmaksızın kullanılan şiddet gayrı meşrudur. Burada devletlerin var olma gerekçesi olarak adaleti ve emniyeti teminde şiddet tekeli olmalarının da yegâne gerekçesini buluruz.

Her haksızlık şiddet yoluyla çözülemez veya varoluşsal bir tehdide karşılık olarak değilse, hak taleplerinin şiddet yoluyla müdafaası diye bir yol olamaz. Şiddetin bu anlamda kapsamını genişletmek de terörün bir başka yüzüdür. Böylece terörün aynı zamanda bir “talep” aracı olarak kullanıldığını da görüyoruz. Terör kelimesinin içeriğinin boşaltılıp, teröristlerin vicdani muhakemesinin sulandırılmasının en büyük sebebi de budur. Artık her talebin sırf talep olmaktan dolayı meşru olduğu fikri kafalara yavaş yavaş yerleştirildiğinden, bu taleplerin karşılanabilir olup olmadıkları veya meşruiyetlerinin sorgulanması da yapılamadığından ve sadece onların yerine getirilmesi gerektiği bize dayatıldığından, terörün bu talepler için meşru bir yol olup olmadığı da sorgulanamamakta ve terörist kelimesi, gülünçleştirilmeye çalışılmakta.

İşin kötüsü bu, “barış” adına yapılmakta. Oysa yapılması gereken “barışın” meşruiyet şartlarını ortaya koymak ve bunun “salt şiddetsizlik” olmadığını bilebilmektir. Aksi takdirde her zorbanın sopasıyla sağladığı sessizliği barış diye sineye çekmek zorunda kalırız.

22 Mart 2009 Pazar

Hükümet Devirmek Kolaydır da...

ETÖ soruşturmasında içeri alınan bütün sanıkların Güneydoğu Anadolu kahramanı oldukları söyleniyor.

Öte yandan telefon dinlemelerinden, günlüklere, bombalara vs ‘e kadar yığınla delil ortaya çıkıyor.

Memlekette siyasetçilerin daima Merhum Menderese gibi asılmaktan korktuğu da malum… Bu boş bir korku da değil. Kaldı ki kendimi bildim bileli, milletin seçtiği her hükûmete karşı memurlarından sayısız tariz, tahkir ve dolaylı tehdidin geldiği de bir hakikat.

Sonra şu söyleniyor: “Hükümetler bize engel olmasaydı, sorunu çözmüştük!” Hükûmetleri gerek gördükçe devirebilecek, başkanlaırnı asabilecek kadar güçlü olanların, kendi başlarına hükûmetlere karşı istedikleri gibi konuşabilenlerin, güneydoğu sorununda mevzuattan ve hükûmetlerden şikâyet etmeleri gerçekten ilginç.

Hal böyle olunca ETÖ soruşturmasındaki milliyetçi tepkiyi çok da makul bulmadığımı belirtmem gerekiyor.

Bombalar Tarafları Belli eder.

Etnik ayrılıkçı bir "siyasetçi", Diyarbakır'da 17 insanımızı katleden alçakça saldırı için "Bombalar savaşın bir parçası.." diyebilmiş idi.

Ortada ilan edilmiş bir savaş varsa ve bu savaşta taraflardan biri, o siyasetçinin, meclisinde görev aldığı Türk devleti ise, savaşın diğer tarafı, bu vekilin doğal düşmanı değil midir?

Eğer vekil, kendini "düşmanla" özdeşleştiriyorsa "hain" değil midir?

Bombalar savaşın bir parçası ise ve bu vekil düşman tarafında ise, evine düşecekbir top mermisiyle havaya uçmayı da savaşın bir parçası kabul eder miydi?

Önderlerinin Yanına Gitsene!

Amerikan vatandaşlık yemininde “ …herhangi bir krala, hükümdara veya hükümete bağlılık gösteremeyeceğime..” ibaresi yer alıyor bildiğim kadarıyla…
Yani bu tür bir bağlılık gösterdiği ispatlanan insanın ABD vatandaşlığı ortadan kalkıyor.

Ya bizde? “Siyasetçi” sıfatıyla konuşan bir etnik ayrılıkçı, “ Üç önderimiz vardır!” diyor ve biri bu ülkeye ihanetten suçlu bulunmuş bir katil olmak üzere iki yabancı siyasetçiyi önder kabul ettiğini söylüyor ve vatandaş olmaya devam edebiliyor.

Bu milletin alın terinden alınan vergilerle geçinen bu insanın, “önderlerinin” yanına gitmesini ve memleketimizi bize bırakmasını istememiz acaba çok mu olurdu?

21 Mart 2009 Cumartesi

Bir Dil Kaç İnsan?


Dil öğrenmek güzel bir meşgale….

Başka bir algı dünyasının kapısından geçmek… Başka bir varoluş şeklinin kodlarını çözmek. Genişlemek, ferahlamak…

Yazarın “Ne demek istediğini “ değil, “Ne dediğini” bilmek.
Dil öğrenmek özgürleşmek.

Bana neyi düşünmeme gerektiğini dikte eden yayıncı, çevirmen diktatörlüğünden bağımsız olmak… İdeoloji pazarcılarının 2. Sınıflıklarına bakmayabilmek hürriyeti…

Memleketimizde 50 yıl boyunca sırf çevrilmediği için Ayn Rand okuyamamak cehaletinden kurtulmak. Memleketimizde sadece onlar çevrildiği için kolektivist saçmalıklara mahkûmiyetten kurtulmak.

Dil öğrenmek insan olmayı öğrenmek demek. Kendi içine kapanmaktan kurtulmak demek… Kendi içine kapanmak kutsal bir şey midir? Bazıları “bağımsızlığı” böyle anlıyor. İnsandan bağımsız , cehalete tutsak olmak demek dil bilmemek… Çok iddialıdır belki sözlerim ama…

Türk Realitesini Tanıyoruz!





Çocukluğum,bütün Azerbaycan türkülerinin “Kars Türküsü” olarak işitmekle geçti. Allah’tan Bulgaristan Türk’lerinin gelen Azerbaycan plakları vardı da dünyada yalnız olmadığımızı onlar bize söylüyordu.

Bir zaman bizden başka “Türklerin” de olduğunu söyleyenler “ırkçı-Turancı” denerek yaftalanmış, işkence görmüştü.

Yıllar sonra, yaşım otuza yaklaşırken birdenbire Nevruz denen bir bayramımız olduğunu öğrendim. Meğer dünya’da bizden gayrı 200 milyon daha “Türk” varmış ve bunlar ateşten atlar, “tanımadığımız” atalarımızın bayramını kutlarmış!

Gerçi hâlâ kendi memleketimizde “Türk” olmak azıcık “kabahatse” de TRT1’de bayramın kutlandığını, yurtta ve dünyada bir de Türk realitesinin olduğunu görmek fakiri gönendirdi.
Nevruzumuz KUTLU olsun!

19 Mart 2009 Perşembe

Milliyetçiler Ergenekon'da Nerede Durmalı?



Sanırım pek çok milliyetçinin “madalyalı mahkûmlara” sempatisi, onları kendiliğinden davada “avukat” makamına sürüklüyor.

Hakikat bu mu?

Masumiyet karinesi gereği bütün sanıkları masum saymamız gerektiği şimdilik kesin.

İyi de bu, memleketimizde darbeler olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Fiilî darbelerin dışında milletin seçilmiş vekillerinin tehdit ve baskı altında olduğu hakikatini de değiştirmiyor. Birilerinin, sürekli asılan vekillerimizi hatırlatarak, “Aynısı size de yapılabilir!” babından örtülü tehditler savurabildiği bir memlekette bu davanın tamamen hayali olması mümkün mü?

Günlükler, andıçlar, hakaretler havalarda uçuşuyor ama milliyetçiler bunların hepsini uydurma sayıyor ve işin kötüsü sayması gerektiği dikte ediliyor. “Milliyetçiysen iktidara karşı olmalısın, ne pahasına olursa olsun gitmesini istemelisin, şayet bu davada hükümet taraftarıysan hainsin!” benzeri bir hırçınlaşma görür gibi oluyorum ve bu beni fevkalâde tedirgin ediyor.

Milletin yarıya yakın reyini almış bir partinin “ihanetinden” bahsedilirken masumiyet karinesi pek dikkate alınmıyor da darbe tasavvuru, mahkemece tespit edilmiş insanların işleri vatanseverlik sayılabiliyor.

Milliyetçilerin artık demokrasi anlayışlarını yerli yerine oturtmaları şart! Bu milletin iradesi üstünde ancak ve yalnız hukukun denetleyiciliğini mi ( yargının demiyorum, dikkat!) istiyorlar, yoksa yargı dahil her türlü memur zümresinin seçilmiş vekilleri aşağılayabildiği ve işlerini keyfe keder bozabildiği bir vesayet rejimini mi?



Milliyetçilik, milletin hürriyeti ve refahını arzulamaksa, milletin kendini idare etmesine mani olan, milletin vekillerini tehdit edebilen insanlarla bir milliyetçinin barışık olması mümkün müdür? Bu davada milliyetçiler, zamanında kendilerini de ezip geçen güç odaklarına karşı ihtiyatlı durmalı ve denetlenemeyen hiç bir güç odağının, makamından dolayı kutsiyet taşımadığını ve hele kendiliğinden ismet sıfatını haiz olmadığını bilmeli…

Federasyon Ve Ray Charles


Federasyon Ve Ray Charles

Jamie Fox’un Oscar’ı en helâlinden kazandığı, büyük müzisyen Ray Charles’ın hayatını anlatan “Ray”de çok duygulanmıştım.

Bir zenci çocuğunun üstelik körken ayakta nasıl kaldığının destanıydı film.

Toprağı bol olsun üstad memleketi Georgia için Georgia in My Mind adlı bir parça yapıyordu ve bu eyalete girişi yasaklanıyordu. Bu yasak tam 16 yıl sonra 1979’da kaldırılıyordu.

İnsan merak ediyor, “Amerikalı” olmanın seçilmişlik sayıldığı ir dünya devi memlekette, o memleketin vatandaşının girmesinin yasaklandığı bir eyalet nasıl mümkün olabiliyordu?

Bu, hukukun kesinlikle güç savaşlarına karşı kullanılabildiği, devletten hesap sorulabilen bir memlekette gerçekleşebiliyorsa bu kadar olgun olmayan hukuk devletlerinde insanların başlarına neler gelmez?

Şu sıralar “federasyon” lakırdıları aldı başını gidiyor. Bunun en medeni çözüm olduğu söylenip duruyor ama benim memleketimde herhangi birinin, benim herhangi bir yere girmemi yasaklamasının hangi akla hizmet olabileceği söylenmiyor. Yarın bazı illerin “demokratik” yöneticileri tutup da bana pasaport sorduğunda veya “ Görüşleriniz demokratik federasyona aykırı görüldüğünden buraya girişiniz yasaklanmıştır!” dediğinde ne olacak?

Ray Charles’a kendi memleketini yasaklayan kafanın bizim memleketimizde neler yapabileceğini hiç düşünüyor musunuz?

17 Mart 2009 Salı

Emperyalizm Tabusu








Emperyalizm terimi üzerindeki kolektivist/ sosyalist egemenlik, tartışmaları en başından tam da bir ahlâkî baskınlıkla engelliyor.

Emperyalizm daha ziyade ekonomi politik bir terim olarak sömürgeciliği anlatmak üzere kullanılıyor.

Bir kısım büyük ülkelerin yayılmacılığını ve sömürücülüğünü ifade ediyor.

Aynı zamanda bu ülkelerin dünyanın gidişatına dair eğilimlerini yansıtıyor.

Emperyalizm teriminin ontolojisinde bu açılardan bakıldığında, “eşitsizlik”, “ sömürü”, “egemenlik/baskı” ve hatta “küçümseme”den bahsetmemiz mümkün.

Emperyalist ülkeler denildiğinde, bu ülkelerin ezelden beri öyle olduğu düşüncesi de zımnen ifade ediliyor.

Büyük keşiflerin müşevviklerinden olan zenginleşme arzusu, emperyalizmin kökeni olarak kabul ediliyor.

Sondan başlayacak olursak; Zenginleşme arzusu, sadece “emperyalist” denen toplumların veya devletlerin değil, devlet bürokrasisi oluşturmuş bütün toplumların arzusudur. Kabileler arası takas ekonomisinden, paraya dayalı mübadele ekonomisine geçmiş her toplum, ilişkilerinin artışının yarattığı “hukuk” ihtiyacını “devlet” ile gidermeye çalışmıştır.

Bu ihtiyaç, kabile avcısının sabahtan akşama avladığı tavşanla geçinme tarzından, kendi ihtiyacını, başkalarının ihtiyacını gidererek sağlayan dolaylı mübadeleci avcının tarzına geçişle hasıl olmuştur.

Dolayısıyla devletlerin gerek nüfusları,gerek kendilerini oluşturan toplumların güvenlik ihtiyacına yönelik oluşturdukları orduları, karşılaştıkları kültürel değişimler ile “barışçı” kabile toplumlarının takasa düzenini karşılaştırmak hele ikinciyi birinciye emsal göstermek affedilemez bir hatadır.

Şüphesiz modern devletlerin arasındaki güç, iktidar ve servet mücadelelerini bu argümanla aklîleştirmek veya haklılaştırmak saçma olur.

Burada sadece modern devletin oluşumu ile birlikte bu gün “ekonomi” dediğimiz kavramın doğduğuna dikkat çekilmek istenmiştir. Yoksa elbette en ilkel toplumda dahi, takas faydalar önceliğine göre, insan yaratılışının praksiyolojik esaslarına göre yürütülür.

Devletin oluşumu kendiliğinden servetin yaratılması ile ilgili “doğru” anlayışı getirmemiştir. Bunun sebebi de insanın ilkel takas ekonomisinden dolaylı mübadele ekonomisine geçmesine rağmen icra ettiği ekonominin tabiatına dair o vakitler henüz düşünmemiş olmasıdır.

Bu anlayış, işbölümünün gelişmediği, savaşçı toplumların güç ilişkilerinin geç 18.yy’a kadar süren anlayışlarıdır. Haçlı Seferleri’ni düzenleyen batının zenginleşmenin “zafere” dayandığına duyduğu inanç, zihnî alışkanlık Adam Smith’e kadar hemen hemen hiç tartışılmamıştır.

Dolayısıyla sömürgecilik yalnızca kötülük olsun diye yapılan bir “yağma” değildir. Zira eğer insanlarda dolaylı mübadelenin, maliyet hesabının bir sezgisi oluşmuş olsaydı belki de sömürgecilik için harcadıkları zaman ve enerjiyle çok daha önceden teknolojik gelişmeler başlatılabilirdi.

Emperyalist olarak nitelenen ülkelere yönelik en yaygın eleştiri, bu ülkelerdeki hukuk düzeninin sadece bu ülkelerde uygulanması, dünyanın geri kalanına karşı adaletsizce davranılması…

Bu eleştiri aslında bir tür aşağılık kompleksinin itirafı gibi…

Bu, bazı ülkelerden diğerlerine karşı âdil davranmasını istemek anlamına geliyor, yani onlardan “adalet dağıtıcılık” beklemek… Ama bu diğerlerine karşı adalet davranışı mesela geri kalmış ülkelerin yönetimlerinden beklenmiyor.

Mesela Afrika’nın sosyalist diktatörlüklerinin giriştikleri soykırımlarda da fatura hep “emperyalistlerin” sömürge tarihine kesiliyor. Şuanda bu yönetimlerin liberal bir demokrasiyi neden tercih etmedikleri nedense hiç sorulmuyor.

“Emperyalizm” söylemi aslında kötülenen ülkelerin zımnen “üstün” kabul edilmesini gerektiriyor.

Bu söylem kalıcı üstünler ve ezilmişler/geriler kategorileri oluşturarak sosyalizmin katı dünya tasavvuru açısından oldukça kullanışlı bir avadanlık oluşturuyor.

Hiç akla gelmeyen hakikatse şu: Emperyal seviyede devletler meydana getirmiş her toplum,dünyaya kendine göre bir nizam vermek istemiştir. Osmanlı batı tipi bir sömürgecilik göstermese de dünyanın geri kanlını asla kendine denk görmemiştir.

Emperyal devletler için “barış “ancak kurallarını kendilerinin koyabildiği bir savaşsızlık halidir ki bunun modern sömürgecilikle ilgisi yoktur.Bu, emperyal olmanın gereğidir.

İşbu sebepten de şahsen “emperyalizm” terimini hem mantıksız hem de hayattan uzak buluyorum. Askerleri, eskiden olduğu gibi Afganistan’da, Bosna’da, Hint Okyanusu’nda barışı korumak için gezinen, Filistin’de neredeyse vesayeti arzulanan bir milletin sanki hiç emperyal bir tecrübe yaşamamış gibi davranmasını beklemek de çok tuhafıma gidiyor.

12 Mart 2009 Perşembe

Bir Marş ki İstikalin En Güzel Muradıdır.


Dünyanın en güzel millî marşının kabul edildiği bu gün bütün milletimize kutlu olsun, onu yazan yüce ruhun mekânı cennet olsun!

Liberaller Teokratik ve Etnik Irkçı Siyasetlere Göre Nerede Durmalı?



Bazıları, “dindar bir liberal” olunabileceği düşünülebiliyor veya etnik ırkçı bir liberal… Bunlar belki ferdi kabuller açısından mümkündür.

Son tanımlama kazara söylenmedi, çünkü nedense etnik siyaset, genelde yalnızca etnisitenin ırksal farklılığı gibi “itiraz edilemeyeceği” düşünülen bir farka dayandırılmağa çalışılır. Henüz, ırkî köken farklılığından bahsetmeyen bir etnik siyasetçiye şahsen rastlayamadım…

Meselâ bunun yanında “dindar liberal” olmak ihtimali de hümanizm sınırları için kabul edilir. Bunun sebebi de dindar fertlerin hayatlarını kendi bildikleri gibi yaşayabilmeleri ihtiyaçlarına duyulan saygıdır. Bir kere daha bunun mümkün olabileceğini düşünen dindar fertlerin de var olabileceğini peşinen kabul ediyorum.

Burada, önce dindar siyasete ve etnik ırkçı siyasete liberalizmin mesafesini ayrı ayrı ölçmeye çalışacağım.

Dindar siyasetin “niyetleri” belirsiz olduğundan ve ayrıca niyete dayalı hüküm verilemeyeceğinden, onu bu açılardan eleştirmeyi sıradan ve seviyesiz buluyorum.

Dindar siyasetin asıl belirleyici yönü, “cemaatçi” olmasıdır. Bu onun tabiatında vardır. Dindar siyasetin daha radikal kesimi sıkça ülkemizdeki “Müslümanlardan” bahsederken, sıradan Müslümanları kendilerinden saymadıklarını zımnen ifade ederler. Onlara göre Müslüman, kendi standartlarını benimseyen, kendi hayat tarzlarını istisnasız kabul eden insandır. Bu yüzden de meselâ “diğer Müslümanlar” içindeki aykırılıkların hürriyeti konusunda hiçbir endişe taşımazlar.

Etnik ırkçı siyaset de özünde cemaatçidir.
O da ülkenin geri kalanından en başta ırken daha sonra tarihi unsurlarla apayrı ve “saf” bir grubun sözcülüğü ile kendini ortaya koyar. “Haklar” konusuna yaklaşımı, hep bu iki unsurdan kaynaklanan farklara dayandırılır. Mademki bu çürütülemez ve inkâr edilemez farklarla ayrılan bir homojen grup vardır, öyleyse bu grup bu saflığını korumak hakkına sahip olmalıdır.

Etnik ırkçılığın cemaatçi özelliği haklar konusuna yaklaşımıyla tersten okumayla da bu şekilde anlaşılabilir. Çünkü ancak “haklara” cemaatçi bir yaklaşım, bu hakların, çoğunluktan siyasi olarak da ayrılmakla korunabileceğine inanır.

Her iki grup da kendilerini ayırabilmek hakkını önceler ve kendi içlerindeki her ferdi de bu amacı istisnasız kabul eden atomlar olarak varsayarlar. Başka türlü bir siyasi söylem geliştirebilmeleri, bir “toplumsal “ talep aktarıcısı veya hareketlendiricisi olmaları tabiatlarına aykırıdır.

Bu iki akımın da özünde cemaatlerin tam bağımsızlığı fikri yatar. Cemaatleri tam bağımsız olduğunda, saflıklarını koruyacak ve hiçbir başka cemaate hesap vermeden, kendi “kanunları” içinde huzurlu ve mutlu yaşayacaklardır.

Buna göre bir kere kendi kanunlarını uygulayacakları, saf bir alan elde ettiklerinde artık bunu bozacak herhangi bir aykırılığa izin vermeksizin “özgürce” yaşayabileceklerdir.

Bunun doğal bir sonucu olarak ticaretin,piyasanın renkliliği, farklılıkları ile “herkese eşit duran”, bu sayede de farklılıkları barışla bir arada tutan bir hukuk devleti ideali onların tasavvurunda yer almaz. Belli bir dinin insan hayatına dayatıldığı veya belli bir etnisiteya mensubiyet dışında hakkın var olamadığı hiçbir rejim piyasayı geliştirmeyi ve demokrasi yerleştirmeyi başaramaz.

Peki liberalizmin artık ana eksenine yerleşmiş “açık toplum” ideali, onların bu hedefiyle bağdaşabilir mi?

Açık toplum idealinin özü ferttir. Liberalizm en başta ferdin kendini topluma ifade edişinde hür olmasıyla ilgilenir.; diğer fertlerin temel haklarını ( Hayat, mülkiyet ve hürriyet) çiğnemeksizin kendini özgürce ifade etmesi liberalizmin temel kaygısıdır. Liberalizmin “ideal insanı” yukarıda belirttiğimiz gibi diğerlerinin temel haklarına saygılı insandan başkası değildir. Liberalizmin insan tasavvuru, insana başka herhangi bir itikadi veya fikri renk, şekil vs giydirmez, yüklemez. Buna göre bir insanın, başkalarının inancına müdahale etmediği müddetçe bir gün Müslüman, bir gün Musevi ve ertesi gün Budist olup olmamasının bir önemi yoktur. Veya bir insanın ifade hürriyetinden yararlanabilmesi için onun mutlaka etnik bir kökene sahip olması gerektiğini söylemez.

Çünkü “hakları” fert temelinde tanımlar ve anlamlı sayar.

Bu açıdan liberallerin bu iki grubun “hak” mücadelesinde, kendi tabiatına uygun şekilde ferdî haklar ekseninde taraf olması doğaldır. Ama bu kayıt ve şart kesin bir şekilde dile getirilmezse liberaller, teokratik siyasetin veya etnik ırkçılığın cemaatçi otoriteryenizmlerinin payandası konumuna düşerler.












İnsan Neler İster?

Bir ilimizin mevcut belediye başkanı aynı zamanda eski bri rektör.

Mevcut meclisimizde akademisyen kökenli pek çok vekil var, hatta birkısmı bakan.

Akademisyen olmak yeterince zor. Bilimsel çalışmanın zorluğu bir yana, askerlikten bile sıkı hiyerarşisine sabretmek başlı başına zor bir iş...

Bunu başarıp da doçent veya profesör olan bir insan daha başka nasıl bir manevi tatmine ihtiyaç duyar? Anlayamıyorum.

Veya gazetelerde köşe yazısı yazan akademisyenlere bakıyorum, " Önümüzdeki seçimlerde ne olur?" gibi loto- tototahminini andıran veya kahve muhabbetine benzeyen siyasî yorumlar yazıyorlar.

İçlerindeki hep siyaset kürsüsünden halka seslenmek, meşhur olmak idiyse neden bunca yıl kapalı bir çevrede dirsek çürütmüşlerdir? Kahvehane muhabbeti tarzı şeyler üretmek için akademisyen olmaya gerek yoktur.

Belki de akademisyenliği diğer her şeyi kolaylıkla elde edebilecek bir anahtar olarak görüyorlardır?

Velhasıl-ı kelâm: Geyik muhabbeti okumak istersem Engin Ardıç fazlasıyla kâfî üstelik onda tarihî bilgilerde var, genel kültür parçaları da...

6 Mart 2009 Cuma

Çok ciddiyimdir bilader!

Dükkânın kapısına bir sayaç taktım ama kafasına göre takılıyor herhalde, çünkü akıl almaz bir reyting yazıyor üstünde...

"Fikir, fikir" dedim durdum da "efkârımdan" bahsetmedim hiç.

Bazen, cidden hayatın o kadar ciddi olup olmadığın düşünüyorum. Ciddiye almasak kıymetini bilmoyurz sanki, ciddiye alsak fuzulî üzülüyoruz,anlayan beri gelsin!

4 Mart 2009 Çarşamba

Gerçekten “Bir Başkası” Var mı?

“…Evrensel ve tek bir doğru uygarlık biçimi olduğu fikrinin sonuç olarak bizi felakete götüreceğinin bilincine varmak günümüz liberaleri açısından çok hayatidir... Etyen Mahçupyan da Berlin’den hareketle liberalizme dair bazı varsayımlarını yeniden gözden geçirmek zorundadır diye düşünüyorum... Yazımızı yine Berlin’den bir alıntıyla bitirelim; “Farklılık ve çeşitliliklerin hoşgörüldüğü bir toplum olmak yeterli değildir. Aynı zamanda bu çeşitliliklerin onaylandığı ve özendirildiği toplumlarda insanlar dolu dolu yaşayabilir.””*

Bir gazete yazarı İsaiah Berlin’den yaptığı bir alıntıyı aktardığım şekilde yorumluyor. Amacım bu yazarla polemiğe girmek değildir. Burada bilhassa liberal değerlerin önem kazandığı günümüzde, kolektivist kampın durmaksızın tekrarladığı “Bir başka…” kalıbını kullanan düşünüşe dikkat çekmek istiyorum.

“Bir başkası..” kalıbı neye işaret ediyor? Bu genellikle “doğrunun çok çeşitli” olabileceğine, yöntemlerin değişebileceğine, birden fazla yaşayış şeklinin mümkün olduğuna vurgu yapıyori.

Eğer hiçbir ideolojimiz, yani doğruyu yanlıştan ayırmak için kullandığımız hiçbir fikri kerterizimiz, değer yargımız, ölçütümüz olmasaydı, bu fikri geçerli/ doğru sayabilirdik.

Gelin görün ki herkes muhakkak bir felsefe üzre yaşar. Bu, insan olmanın gereğidir, çünkü “neyi yapmamamız gerektiğine” dair kanaatlerimiz olmasaydı toplumlaşamaz, bir araya gelmez ve neslimizi sürdüremezdik. Bu, şu anlama gelir, “ne yapmamamız gerektiğine” dair normlarımız bu günden yarına kolayca değişmiyorsa fert olarak her birimizi için” bir ve yalnız bir” doğru var demektir. Bundan dolayı bir biriyle çeliştiğini düşündüğümüz davranışlarımız için ya geçerli bir mazeret bulmaya çalışırız veya bu tip davranışları kendi normlarımız içine bir şekilde yerleştirmeye, rasyonelleştirmeye çalışırız.

İşte insan özgürlüğünün en başta gelen doğal sınırı budur! Eğer sınırsızca ve aklımıza geldiği gibi davranmıyorsak bu silâhlı güçlerin komiserliğinden dolayı değil, doğruyu yanlıştan ayırmak için sürekli müracaat ettiğimiz değerlerimizin ve normlarımızın(ferdî deolsa) tek bir şekilde biçimlendirdiği vicdanımızın gözetimi sayesindedir.

Toplumsallaşma, fertlerin, “adil davranış” ile ilgili çok genel bir mutabakatının neticesidir.

Meselâ hırsızlığın “kötü” sayılması, varoluşsal bir gerekliliktir, yukarıda değindiğimiz gibi neslimizi sürdürecek bir toplumlaşma için elzemdir. Hırsızlara değişik kültürlerde farklı yaklaşımlar, bu eylemin “evrensel” bir kötü kategorisine girmesini engellememektedir. Çünkü insanın varoluşu her yerde aynı “kurallara”, sınırlara taabidir.

Çerçeveyi biraz daha daraltırsak ulaşımın son iki yüzyıldaki kadar kolay olmadığı, bilginin nakil yavaş nakledildiği, kültürel etkileşimin ancak savaşlarla yoğun ve hızlı yaşanabildiği dönemlerde insanların mahallî kültürlerini mukayese etmeleri, hele bunların birbirleriyle etkileşerek değişmeleri son derece zordu.

Şüphesiz o dönemlerde mahalli topluluklarda büyük bir çeşitlilik de vardı ama bu çeşitlilik bu gün anladığımız anlamdaki modern devlet güncesinden ziyade, mahalli iktidarların insafına kalmıştı.

Ulaşımın hızlanması, bilginin hızla çoğaltılması batıyı diğer kültürlere göre daha farklı bir yere taşıdı. İktidarın, Tanrı sömürücü kilise elitleri ve onların himayesindeki hükümdarların metafizik egemenliğinden alınıp doğrudan, etten kemikten insanın kendisine verilmesi düşüncesi, ferdin, diğer her şeyden daha önemli olduğu kanaati, hayatlarımızın, hukukun teminatı altına alınmasını sağladı.

Bu “paradigma” değişikliği, batılı toplumların maddi ilerlemesinin önünü açtı.

Daha sonra bu paradigmaya karşı çıkan kolektivist fikirler kendi paradigmalarını geliştirdi ve bunları hayata geçirmek fırsatını da buldu. Bu belki de bilinçli ilk “bir başkası” arayışıydı.

“Bir başkası” arayışı, insan toplumunun başka başka şekillerde de “var olabileceği” iddiasından başka bir şey değildi. Buna örnek olarak ilkel ve yalıtılmış kabilelerin sosyolojisi sürekli “delil” olarak öne sürülmüştür. Ama bu delilleri öne sürenler , bu kabilelerin neden çoğalamadığını, kültürlerinin neden “yaşamadığını”, “değişmediğini”, ticaret toplumlarının yapısının bu kabilelerle mukayese edilip edilemeyeceğini hiç sorgulamamıştır.

En nihayetinde, toplumun üzerinde temellendiği özel mülkiyet gibi bir temel kavramı reddederek de toplumu var edeceğini iddia edenler, devlet zoruyla bir arada durabilen, sıkıntılı, fakir, huzursuz bir yığından gayrisini ortaya koyamamışlardır.

Çünkü insanı, “kendi mutluluğunu kendi bildiğince” aramaktan mahrum etmişler, “bu şekilde” davrandıklarında da amaçlarından çok farklı bir şekle ulaşmışlardır.

O halde “insanın kendi mutluluğunu aramakta bağımsız olması” şeklinden başka bir şekil onun varoluşuna uygun değildi!

İnsanın mutlu olmak gayesini, kendi bildiğince gerçekleştirmeye çalışması, bu gün, içinde yaşadığımız ve “medeniyet” diye nitelediğimiz vasatın temel ve vazgeçilmez kıstasıdır. Bu gün, gittiğimiz yerde benzerlerimizi bulacağımızı, hayatımızın, yaşadığımız yerdeki kadar emniyette olacağı teminatını bize vererek seyahat etmemizi sağlayan şey de bu vasatın oluşumunu sağlayan medeniyet paradigmasıdır”.

Evlerine ayakkabıyla giremediğiniz ve çok sıkı davet kurallarına tabi olan Japon toplumundan, çok daha gevşek toplumsal kuralların yaşandığı İskandinav ülkelerine kadar kendimizi emniyet içinde hissedebildiğimiz her coğrafyada egemen olan paradigma tektir!

Yazarımız, liberalleri, “…Evrensel ve tek bir doğru uygarlık biçimi olduğu fikrinin sonuç olarak bizi felakete götüreceğinin bilincine varmak günümüz liberaleri açısından çok hayatidir..” diyerek uyarıyor.

O halde insan varoluşuna uygun çok çeşitli “uygarlık” biçimlerinin var olduğunu düşünüyor. Yani? İnsanın varoluşunda özel mülkiyetin yerini önemsemeyen, onun hürriyetini hiçe sayabilen veya hayatını herhangi bir iktidarın insafına terk edebilen “medeniyetlerin” de var olabileceğini söylüyor. “Bir başkası” arayışının bildiğimiz ezberini tekrarlıyor. Bu satırlarıyla yazarımız zımnen, neyin kabul edilebilir, arzulanır ve doğru olduğuna dair hiçbir kanaat geliştirilemeyeceğini söylüyor.

Oysa insanlar tam da bunun aksine sürekli, hayatta kalmalarının en düşük maliyetli ve ahlâklı yolu için çabalayıp duruyor ve bütün refah devleti uygulamalarına rağmen, hayatın kendisini anlamaya çalışan liberal demokrasiye ulaşmaya çalışıyorlar.

Bu arada, Berlin’den alıntılanan cümle yazarın fikriyle tam anlamıyla ilgisiz... Berlin’in cümlesinde ifadesini bulan çeşitlilik, “varoluşa düşman olanın yaşatılmasına izin verilmesi” anlamına gelmiyor. Oysa yazarın “mutlaksızlık” anlayışından beslenen sayısız totaliter ve otoriter “bir başkası” arayışından bahsetmek mümkün. Yazarın alıntıladığı cümle aslında, tam da yazarın argümanının aksine, çeşitliliği koruyacak “evrensel” liberal bir demokrasiye işaret ediyor, bir başka deyişle, çeşitliliği koruyacak tek evrensel paradigmanın “liberalizm” olduğunu ifade ediyor.

Bu bakışı fazlaca “batılı” bulanlarımız olacaktır şüphesiz ama bu bakışı hızlı, korkusuz şekilde eleştirebilmek imkânının hangi paradigmayla sağlanabildiği düşünüldüğünde, artık bazı temel fikri yapıların, nereden kaynaklanırlarsa kaynaklansınlar, hepimizin varoluşu için daha uygun, daha elverişli, kullanışlı ve düşük maliyetli olduğunu da sanırım kabul edeceklerdir.

Bu açıdan, mevcut hayat tarzımızı değiştirmeksizin,dünya ile daha kolay bütünleşebilmek, ifade imkânlarımızı geliştirebilmek , bunları teminat altına alabilmek, kendimize ait varlıkların içinde bir değer ifade ettiği, bütün bunların bizatihi bir değer olarak kabul edildiği birden fazla “medeniyet” bulabiliyorsak ne âlâ!

Yazarın liberallere öğütlerinin mikyası kolektivizmin göreceli ve teleolojik etiğidir. Bu “etiğe” göre hareket edildiğinde nerelere varıldığı eğer SSCB, Kuzey Kore, Komünist Çin, Küba ve hatta mülkiyete kabaca tasallut edilebilen karma ekonomilerde görülmemişse elbette her şey söylenebilir.






· “Isaiah Berlin’in liberalizmi”: Rasim ozan Kütahyalı: Taraf:28/02/2009









Darbe Karşıtlığı Liberalliğe Yeter mi? “Genç Siviller” Liberalizmin Neresinde?


Popülaritenin doruklarında bir hareket var ülkemizde: “Genç Siviller”… Mustafa Balbay’ın provokatif haberine bir nazire olarak kendilerine bu adı seçen gençler bir anda liberal camianın göz bebeği haline geldi.

Darbe kimden gelirse gelsin ona karşı olmak gerektiği üzerine kurdukları söylemleri çok sevildi, sempati gördü.

Buna mukabil, bir darbeye hangi felsefeyle karşı olduklarına dair herhangi bir ipucu vermediler. Darbe karşıtlığının içi doldurulmamasına rağmen, onlar peşinen liberal sayıldılar.

Oysa ne temel haklarla ilgili kabullerini açıklamışlardı, ne demokrasinin niteliği ile ilgili bir fikir beyan etmişlerdi.
Sanırım zaten herhangi bir “felsefî temel “ endişeleri de yoktu.

Sivil Gençler ülkemizdeki felsefi boşluğun anlaşılması için fevkalâde güzel bir örnek.

Zira neyin niçin savunulduğu anlaşılamadan insanların kendilerini bir şeylerin taraftarı sayıvermeleri bu boşluktan kaynaklanıyor.

Darbelere karşı olmak bir asgari müşterektir ama “liberal” değerler tarafında olmak için yeterli midir?

Darbelere karşı olmak, militarizmin egemen olmasına karşı olmak anlamına gelebilir ama çoğunluğun herhangi bir azınlık üstündeki sınırsız egemenliğine karşı olmak anlamına da gelir mi?

Veya “kaynakların” ( ki bu terimin iktisadi anlamdaki “kaynaklarla”, tüketim malları, ara malları ve hatta parayı da içerecek şekilde kullanılması ve daha da kötüsü bunun hiç eleştirilmemesi de korkunç bir körlüktür…) “demokratik” usullerle dağıtılıp dağıtılmaması gerektiğine dair herhangi bir fikri ip ucu taşımamaktadır.

Veya piyasanın “ehlileştirilmesi” için düzenlemecilik, planlamacılık taraftarlığı ile ilgili de bir ip ucu göstermemektedir.

Genç Siviller’in ideolojik kökeni hakkında bir fikrim yok. Buna mukabil medayadaki popüler temsilcileri olan genç bir köşe yazarının yazılarından gördüğüm kadarıyla radikal enternasyonalist olmanın dışında belirgin bir renk taşımıyorlar. Millete bakışlarının sol kurucu rasyonalizme dayandığını fark edemiyorlar ve buna mukabil etnik ayrılıkçılığın ırkî kökenli müdafaasına sessiz kalmaları, liberal okulda toplumsal düzenin kendiliğindenliği argümanından bihaber olduklarının bir delili.

Bunun yanında, inanç hürriyetine dair keskin tavırlarına mukabil, “dindar siyasetin” ekonomi politiğini, “toplumsal düzen” kabulünü hiçbir şekilde eleştirmemeleri, tahlil etmemeleri de gene hareketin fikrî sığlığının bir göstergesi…

‘68 kuşağına yönelik eleştirilerinde de temel değerleri anti militarizm…

Temel tavırları” karşı olmak” ki bu da bu hareketin tipik bir sol ideolojik köken taşıdığı izlenimini uyandırıyor.
Herhangi bir fikri/felsefi bildirilerini göremediğim bu grubun temsilcisinin yazılarına baktığımda felsefesizliğin, sivri dillilik ve mübalâğalı bir tepkisellikle örtülmeye çalıştığını görüyoruz.

Etnik ayrılıkçılığın şiddet eylemlerini kerhen kınarken, “tadil edilebilir” bir devlet fikrini kesinlikle düşünmüyor görünmemesi bu felsefesizliğin ve aşırılığın bir örneği. Bu aşırılık ve hakların varlığını adeta devletin yokluğuna bağlamak izlenimi uyandıran fikirleriyle bu hareket temsilcisi, salt reaksiyoner bir anarşist tavır sergilediğini sanırım göremiyor.

Öte yandan gene meselâ bir ucundan aklamaya çalıştığı etnik ayrılıkçı şiddetin hedeflediği yapılanmanın, temel haklarla, demokrasiyle bağdaşır bir yapı olup olmayacağını hiç sorgulamıyor…

Bunun yanı sıra bu hareketin “ekonomipolitiğinin” ne olduğu açık ve net değil. Daha öne değindiğimiz gibi darbe karşıtlığı korporatist olmaya engel değildir ki ülkemizde “demokrasi” denince akla gelen nedense budur.

Biryandan ülke yönetiminde militarizme karşı olup bir yandan ekonomik kabulleri netleştirmemek açık bir tenakuz olmasa bile ciddi bir felsefesizliğe işaret eder.

Dolayısıyla salt şiddet karşıtı bir oluşumun bu kadar kolay liberal sayılması yanlış.

Popüler medya temsilcilerinin yazıları ışığında değerlendirdiğimizde, Genç Sivillerin fikirlerinin gündelik, agresif polemiklerden, “kötü durum senaryolarından” öteye gidemediğini söylemek mümkün ki bu tarz da solun tipik tarzıdır.

Öyle görünüyor ki Genç Siviller, ülkemiz medyasını besleyen sol PAF takımının apoletsiz B takımı olarak ağabeylerinin liginde bol gürültülü polemiklere imza atacaklar ama liberal camiaya ne gibi bir fikrî katkıları olacağını şahsen bilemiyorum…




2 Mart 2009 Pazartesi

Kadri'nin Götürdüğü Yere Git


Sırtını şafak Sezer’e dayayan bir film.

“Kutsal Damacana’dan” daha orijinal, daha yerli, daha oturaklı.

Aynı zamanlarda vizyona girdiği Recep İvedik2’den bence çok daha komik bir film. Çünkü bizi salt durumlarla değil, söz oyunlarıyla da güldürüyor.

Filmin oyunculuklarında Şafak Sezer, Cem Özer ve rol arkadaşı dışındakiler maalesef yerli yerine oturmuyor. Ahmet Mümtaz Taylan ve Alp Kırşan “oynamaya “çalışmış gibi duruyorlar. Belki burada senaryodaki tiplemelerinin etkisi vardır, bilemiyorum ama mesela o otel müdür olmasa film komikliğinden hiçbir şey kaybetmeyecek.

Şahsen Recep İvedik2’den daha çok sevdim bu filmi. Gene bence tek eksiği, recep İvedik 2’nin sahip olduğu pazarlama desteğine sahip olamaması.

Zevkle seyredilecek ustaca işlenmiş, mizah geleneğimizle çok daha fazla bağdaşan bir yapım, herkese tavsiye ederim.
Yapım:
2008 ~ Türkiye
Tür:
Komedi
Yönetmen:
Onur Tan
Senaryo:
Uğur Uludağ
Yapımcı:
Cem Özer, Derya Karaköse
Görüntü Yönetmeni:
Riko , Reyhan Çetin
Müzik:
Özer Taşkın, Ercüment Vural

Recep İvedik 2


Birincisine göre eli yüzü biraz daha düzgün, daha derli toplu bir film…
Öykü daha bütünlüklü, kurgu daha akılcı.

Bunun dışında hâlâ kaba durum komedisinden beslenen vasat bir yapım.

Şahan Gökbakar ikinci bir Kemal Sunal olur mu? Bence olmaz ama başka bir tür komik idol haline geldi bile…
Bu arada şunu belirtmeliyiz ki aslında İvedik göründüğü kadar cahil değil... İçten içe sınıf atlama isteği taşıyan, yer yer beklenmedik yerlerde bilgisini konuşturan ( mesela suşi restoranında şarap degüstasyonunda) bir anti kahraman.
Buna mukabil, hesapsız ve dobra tavırlarıyla "İyiler daima kazanır!" diyen bir halk kahramanı... İçinde hüzne de yer bulan gizliden incelikli bir "adam".
Filmin ışığı, müziği, jeneriği, senaryosu, özellikli değil. Bu filme gülmek için gidilir, o kadar.